Bu Blogda Ara

20 Eylül 2025 Cumartesi

MUSTAFA KEMAL “YURTTA SULH CİHANDA SULH”

 



Atatürk’e eleştirel yaklaşsam bile, onun “yurtta sulh cihanda sulh” özdeyişini çok beğenirim.

Bu özdeyiş bir anlamda “huzurlu toplumu” ifade ediyor. Başka bir anlamda ise, toplumun barış içerisinde yaşamasını, (devlet ve millet) olarak nefse esir düşmemesini tanımlıyor. Bu aynı zamanda dünya ölçeğinde de huzuru/barışı getiriyor.

Ancak,

Önce birey sonra toplum olarak barış içerisinde yaşamak azmi öyle çok da kolay tesis edilemiyor.

Toplumu huzursuzluğa sevk edecek argümanları bilmeniz gerekiyor. Bunun için de toplum yapısını, geleneğini, değerlerini velhasıl toplumu yaşatan, ayakta tutan unsurları iyi analiz etmek; sonrasında da toplumu medeniyette ileri taşıyacak fikirleri üretmek, uygulamaya geçmek becerisine sahip olmaya kalıyor.

Bunlar çetin işlerdir/ yollardır. Önce irade gerekir. Bu konuda bilgi birikimine sahip inanmışlar gerekir. Yine kurucu iradenin ve belli başlı toplum kesimlerinin bu konuda hemfikir olmaları gerekiyor. Bunlar kolay işler değil elbette…

Geçtiğimiz yüzyılın ideolojik güce dayalı kurucuları ve rejimleri “en doğrusu bu” diktası ile toplumu hizaya getirme yöntemlerinin işe yaramadığını tarih bize gösterdi.

İkinci dünya savaşından sonra Batı yeniden yapılandı, hızla eski yaralarını sardığı gibi medeniyette büyük adımlar attı. Bir anlamda “toplumsal mutabakatını” sağladı. Elbette yaklaşık yüz elli yıl yaşadığı toplumsal ve siyasal travmalarından, savaşlardan aldıkları dersler bunda büyük rol oynadı. Yani akıllandılar…

Bunun en güzel örneklerinden birisi Japonya’dır. İkinci Dünya Savaşına kadar otoriter, yayılmacı, militarist Japonya şu anda bu huyunu terk etmiş görünüyor.

Bu alanda travma yaşamayan ülkemiz Cumhuriyetin kurulması ile birlikte “çağdaş, medeni bir toplum” yaratma iddiası ile birlikte yeni uygulamalar ortaya koydu.

“Lider, önder kültü” her zaman işe yaramıyor. Yukarıda da değindiğimiz gibi yaşanacak travmalardan gelen tecrübeler, irade, toplumsal dönüşüm için gerekli bilgi birikimleri ve en önemlisi azami “toplumsal mutabakat” gerekiyordu. Bunlar ne derece mevcuttu? Sorusu aklımıza geliyor.

Olmadığını şuradan anlıyoruz,

Kuruluşumuzun yüzüncü yılını kutladığımız halde, halâ “toplumsal mutabakatımızı” sağlayamadığımız ve huzura eremediğimiz ayan beyan ortada.

Yaşadığımız bunca olaylar bizim aklımızı başımıza getirir mi? Tamir etmek yeni yapmaktan zordur. Hangi siyasal irade ve hangi toplumsal yapıyla?

Devlet bir şekilde ayakta kalır, onda şüphem yok. Fakat ömrümüz hep didişmeyle, düşman ve hain yaratmayla, duygusal ve ekonomik sömürme/sömürülmeyle geçecek gibi geliyor bana…

 

 

 

18 Eylül 2025 Perşembe

ZENGİNLER ve ÜLKEMİZ

 


Nüfusu seksen beş milyonu aşan bir ülkeyiz. Yaşı benim gibi yetmişi devirmiş olanlar aşağı yukarı yetmiş yılından bu yana, ülkemizin geçtiği yolları çok iyi hatırlarlar.

Memleketimizin ana gündem maddesi hep memleketin geleceği, ideolojiler, hainler, memleket sevdalıları, fakir fukara edebiyatları üzerinden yürümüştür.

Müsebbipler de hep karşıtlardır. İleri sürülen sorunlar ya (ideolojik olarak) partilere, silahlı kuvvetlere ya da hukukçulara yüklenmiştir. Bunlar ya yandaştır ya da haindir. Bizden olanlarsa ya vatanperver ya “namus ehli kişiler” ya da demokrattırlar. Bunların yanında elbette STK’lar ve meslek odaları da vardır.

Ne var ki hangi siyasi parti ya da ideoloji iktidar olursa olsun aynı sorunlarla cebelleş ediyoruz. Yani formalar hangi renk olursa olsun sahada oynanan oyunun kalitesi ve yürüdüğü yol aşağı yukarı aynı.

O zaman, sorun ne renkte ne teknik direktörde ne de oyunculardadır. İşin tuhafı oyunun kuralları (gerekli hukuk yollarından geçse bile) lider takıma göre değişmektedir/ değiştirilmektedir. Biz lider taraftarları olarak buna alkış tutmaktayız. Ancak, sonuca baktığımızda, dünya sıralamasındaki yerimiz değişmemektedir.

Hiç kimse oturup şu soruyu sormaz; Neden böyleyiz? Çünkü sistem bu tür sorulara izin vermediği gibi, bizim de işimize gelmez. Sorup, kafa yormak hem nefsimize uymaz hem de bu meşakkatli bir yoldur. En kolayını seçeriz; Yani “iktidarı kötüleyip yandaşları çoğaltmak.” Bir anlamda mağdurları oynamak daha çok işimize gelir.

Devlet soyut gibi gözükse de, sahip olduğu kuruluş mantığı, kamu organları ve en önemlisi sosyal sınıfları, buna bağlı olarak kültürü ile canlı bir organizmadır.

Devletin kuruluş mantığı, yönettiği halkının yaşam felsefesi ile doğru orantılıdır. Her ne kadar halkının yaşam felsefeleri ile uyuşmayan, otoriter devletler var olsa bile; bunlar ya (petrol gibi) sabit geliri olan ya da (menfaatleri gereği) diğer ülkelerin yardımları/onayı ile yaşamışlar/ yaşamaktadırlar.

SSCB’nin dayattığı ideolojinin tutmaması, Suriye’nin diğer ülkelerin menfaatleri gereği ayakta tutulması gibi…

Bir anlamda, devletin kutsallığı veya ( elli-yüz- yüz elli yıl) yaşamasından ziyade vatan bilinen topraklarda yaşayanların geleceğinin ilelebet olmasıdır.

Devletlerin ömürleri ( kaç yüz yıl olursa olsun) sınırlıdır, sonu vardır. Kısaca devletler ölümlüdür. Ama devleti ayakta tutan milletin ölümlü olması her şeyin sonudur. Millet yoksa devlette yoktur.

Milleti meydana getiren etnik guruplar ve sosyal sınıflar vardır. Her sosyal sınıfın ve etnik gurubun sahip oldukları ile doğru orantılıdır. Demem o ki; Bir milletin ayakta tutulması, dünya medeniyet ailesinde itibarlı bir mevkide olması, sosyal sınıfların ve etnik gurupların bulunduğu yerin idrakinde olmalarıdır. Bu millerin bekası kadar devletin de uzun ömürlü olmasının gereğidir.

Sosyal sınıflardaki bireyler (doğal olarak) nefsi davranabilirler. İşte bunu önleyecek, gem vuracak hukukun düzenlenmesi(en önemlisi) bilincin verilmesi devletin asli görevidir. Burada devlet devreye girer. Toplumu analiz eder, (yaşam felsefesine ve hukuka uygun) gerekli düzenlemeleri yapar.

Ülkemizde siyaset (dediğimiz gibi) özetle partiler, silahlı kuvvetler ve adalet kurumları ürerinden ideolojik olarak yürütüldü.

Hâlbuki bir ülke millet bilinci ve ekonomi ile ayakta tutulur, yaşatılır.

Öyleyse, ekonomi kimlerin elinde? Sorusu aklımıza geliyor.  Burada, komplo teorilerine sığınıp yabancıların elinde demeyeceğim. Eğer dünya bir mücadele arenası ise dış güçlere beddua etmenin bir faydası olmayacağı gibi, ülkemiz de gücü nispetinde bu mücadelenin içinde.

Benim burada yazmayacağım bir argo deyimim var. Eğer ülkem bu halde ise bunda “İstanbul’un, Ankara’nın ve Diyarbakır’ın büyük vebali var.

Şu kadarını belirteyim “ İstanbul ekonominin, Ankara siyasi yönetimin ve Diyarbakır etniğin merkezleridir.”

Dünyada hiçbir devlet yok ki ekonomik çevreler tarafından kontrol edilmesin! (Dolaylı ve dolaysız) partileri de, silahlı kuvvetleri de, hukuku da onlar kontrol eder. Bir manada devlet yönetiminin hâkimleridir. Kimi zaman şu partiyi veya bu partiyi, kimi zaman (dolaylı) silahlı kuvvetleri, kim zaman ise (dolaylı) hukuku kontrol eder. Konu uzamasın, mesela “yandaş zenginler” ne anlama geliyor?

Hangi kültür, din ve ideolojiye bakarsanız bakınız mutlaka zenginin sorumlulukları ile alakalı belirtmeler vardır.

Mesela,

Bakara / 236. Ayet

“Zengin olanlar kendi güçlerine, fakir olanlar da kendi imkânlarına göre, onlara gönüllerini alacak ve örfe uygun düşecek şekilde uygun bir geçimlik versin. İyilik ve ihsân sahiplerine yakışan da budur.”

Zenginin vazifesi sadece “dinin gereği” deyip zekât dağıtmakla bitmiyor. Kazancın (çok karlılıktan ziyade) çağın gerektirdiği yatırımları yapmaktır.

Fakir, ülkesi için canını verirken, riske girip doğru yatırımları doğru yerlere yapmamak neye delalettir? Ya da “kanka iktidarı” kullanarak teşvikleri amacına uygun harcamamak hangi nefsin düşüncesi olabilir? Veya elli yıldır otomobil montajı yapıp, kendi patentine merak salmamak nasıl bir aymazlık ve gaflettir? Ucuz kredilerle üretim yapıp, kazancını yüksek kar getiren alakasız işlere yatırmak neyin nesidir?

İşin özü;

Daha fazla kar edip “zekât ya da fazla vergi” veriyorum mantığına sığınmak, zenginin ülkeye olan sorumluluğunun ve aidiyet duygusunun delili değildir. Bu nefsin başka türlü zuhurudur.

 

15 Eylül 2025 Pazartesi

PAPAZ DÂHİL DOKUZ KİŞİYDİK

 


Yıllardan seksenlerin sonu, doksanların başıydı galiba… Yılını tam hatırlamıyorum.

Büroma Belçika’da çalışan bir müşterim, yanında yaşlı bir Belçikalı hanımla ziyaretime gelmişti. Hoş sohbetten sonra (huyum gereği) Belçikalı hanıma sordum. “Biz Türklerin en çok tuhafınıza giden huyu nedir?”

“Siz cenaze törenlerinizi ne kadar çok abartıyorsunuz?

Şaşırdım… “Nasıl yani?” Diye sordum.

“Geçen ay bir Türk ölmüştü. Cenaze töreninde yüzlerce kişi vardı. Birkaç ay önce annem ölmüştü. Cenaze töreninde papaz dâhil dokuz kişiydik. Bin kişi de olsa, dokuz kişi de olsa gideceği yer belli.”

O günkü mantığımla “bu bir itibar meselesi” diyemedim.

Nitekim…

9O’ yılında Azerbaycan’dan dönerken Batu’ma gelmeden önümüzde asfalta saçılmış bir kilometreyi aşkın karanfilleri görünce otomobilin şoförüne “bunlarda ne? Diye sorduğumda “itibarlı bir kişinin cenazesi geçmiş.” Dedi.

Yıllar sonra,

Mustafa Koç’un cenazesinin defnedildiğinin akabinde gazetelerde “Mustafa Koç’un tabutunun üzerine Osmanlıdan kalma altın simlerle işlenmiş nadide bir örtü konmuştu.” Diye okumuştum. İtibardan taviz verilmemişti yani… Öbür tarafta ne faydası olacaksa!..

Ötür tarafta karanfillere, nadide örtülere ne kadar itibar edilir? Bizce meçhul!..

Yine,

2013 yılında arkadaşımın vefatının kırkıncı anma töreni için Azerbaycan’dayım. Anma salonunda yemekler yeniliyor, çaylar, meşrubatlar ikram ediliyor. Hoca kürsüde ayetler okuyor, dualar ediyor. Biz de arada bir âmin diyoruz. Bu böyle öğlenden akşama kadar sürdü.

Bir sonraki gün mezar başına gittim. Mermerden güzel bir mezar. “Dahi iyisi olamazdı” dedim kendi kendime.

Bu kadar masraf garibime gitmiş olacak ki oğluna “ne kadar masrafınız oldu?”

“Cenaze masrafımız çok oldu Yakup Amca, altı bin doları geçti.” Nasıl yani… Deyiverdim.

Delikanlı, itibarımız bunu gerektiriyor, oğlu atası için bir şey yapmamış dedirtmemek için. Aslında başka bir faydasının olmadığı biliyorum.”

Cevap ortada,

“İtibar meselesi.” Ama asıl soru şu… “Gidenin mi yoksa kalanın mı itibarı?”

Bizde de bu kadar olmasa bile, başka bir biçimde kendini zuhur ediyor.

(Gerçi vazgeçildi) Mezar başında “ıskat, devir” çok önemli idi. Şükür bu iş savsaklandı. Detaya girmeyeceğim. Şimdi definden sonra üç mü olur yedi mi olur akşamları ikramlı kuran okutmalar moda. Mali imkânlar nispetinde ikramların önü arkası yok. Hocaların sayısı ve meşhurluğu cenaze sahibinin mali durumuyla doğru orantılı. “Öbür dünyada yine zenginler cennette başköşeyi kaptılar”  demiştim bir arkadaşıma.

Ben hep şunu düşünürüm,

Ölen liderler için yaptırılan heyula anıtlar giden için mi yoksa sisteme hâkim olanlar için mi? Ben ikinci şıktan yanayım.

Neyse, size gülümseyeceğinizi umduğum bir anımla yazımı noktalayayım.

On beş yaşlarındayım. Bir gün eski konağımıza komşu olan konağın hizmetine bakan kadın geldi. Hışımla odadan içeri girdi.

“Kör olmayası, bize sağken çektirdi, öbür tarafa gidince de rahat bırakmayacak.” Rahmetli anam  “hayırdır kız, ne bu hışım.”

“Öbür tarafa gidecek ya… Bize durmadan vasiyet ediyor.”

Ne vasiyeti?

(Komşu konağın yaşlı hanımı ağır hasta, artık kendinden umudunu kesmiş, öbür tarafı düşünmeye başlamış.)

Diyor ki,

“Ben öldükten sonra her Cuma akşamı kuran okutturacaksınız. Cuma günleri, kadir geceleri hatim indirteceksiniz. Ramazanda Mukabele okutacaksınız.”

Başka,

“Ramazanda her akşam fakire iftar yemeği vereceksiniz.”

Anam, “dünyada iken bunları yapıyor mu?”

“Nerde, bırak fakiri bize bile zırnık koklatmıyor.”

Siz-siz olun kendi itibarınızı kendiniz sağlayın. Geride kalanların sizin üzerinizden nam salmalarına müsaade etmeyin. Size de hiçbir faydası olmaz.

 

 

 

 

 

12 Eylül 2025 Cuma

YALIKAHVESİ EŞLİĞİNDE CHP!..


Hukukçularımız beni bağışlasınlar,

Mahkemelerde bir kaide vardır; Usul esastan önce gelir. Dolayısıyla hâkimler ilkönce buna dikkat ederler.

Usule bakalım,

Ordu büyükşehir Belediyesi bir uygulama başlatmış. Atatürk parkından Yüzüncüyıl’a kadar yürüyüş yolu planlamış ve yapıyor. Tam Yalıkahvesi’ne gelindiğinde geçmişte de olduğu gibi “dur bir dakika geçemezsin” deniliyor.  

Neden?

Sosyal medyada ve basında yazılıp çizilenlere göre belli başlı neden “Yalıkahvesi’ni betona boğdurmayız.”

Hâkim o zaman sormaz mı?

İyi de bu beton buraya gelene kadar neredeydin? Öbür taraflar Ünye sahili değil mi? Neden o zaman itiraz etmediniz?

Hadi diyelim “zamane hâkimi” usulü atladı. Esasa geldi.

Anlatın bakalım gerekçeniz ne? Dedi.

“Efendim, doğal alanımız yürüyüş yolu gerekçesi ile betona gark ediliyor. Zaten yeterince büyük kaldırımımız var.”

Şimdi orada ne var ve nasıl kullanılıyor?

“Halis yoz yeşilliğimiz ve dünyaca ünlü kumsalımız var. Bir de eşi benzeri olmayan koyumuzun güzelliği…”

Kumsalın deniz kıyısında uygulama var mı?

“Yok, kaldırımın beş- altı metre kıyısı.”

Ana koya tecavüz yok yani. Peki, orası şu anda nasıl kullanılıyor?

“ Sere serpe kayıklar, jet şeyler falan…”

Daha başka?

“Arada bir otomobilimizi park ediyoruz. Yazın çay masaları kuruyoruz. Bazıları yüzme mevsiminde kimseye zarar vermeden “ufacık” çadırlar kuruyor. Eğer yer kalırsa kumda top oynuyoruz.”

Özel mülk gibi yani… İş anlaşıldı… Yaz kızım.

………    …………   …………   …….

Bir profesör konusunu kürsüde ilkokul çocuğu gibi anlatırsa “in lan aşağı” dersiniz. Eğer serde kibarlığınız varsa “ya sabır” çekerek anlatımın sonunu zor getirirsiniz.

Yalıkahvesi konusunda CHP kendinden beklenmeyecek kadar “en hafif tabirle” acemice davrandı. Bu işi Mustafa Adıgüzel’e yıktı. İlçe teşkilatı da “figüranlık” yaptı. Aslında konu bizatihi ilçe yönetiminin sorumluluğunda idi.

Zaten (zannımızca) Adıgüzel hazır gelmişken “tam benlik” deyip üzerine atladı. Şovunu da yaptı, çekip gitti. Muhtemel ne yaptığını ne söylediğini bile unutmuştur. Onun için “vakayı normalden.”

Halbuki CHP konuya daha ciddi ve bilimsel yaklaşmalıydı.

Ne yapması gerektiğini, hangi yöntemi izlemesi gerektiğini burada anlatacak değilim. Şunu söylemekle yetineceğim. Türkiye’de olduğu gibi umduğum ve tasavvur ettiğim ama hayal kırıklığı yaşadığım bu CHP, çağdaş olabilmesi için daha kırk fırın ekmek yemesi lazım geldiği ayan beyan ortada.

Hazır yeri gelmişken,

Ben belediyenin gezinti yolunu Yüzüncüyıl’ın deniz tarafından Çamlığı geçip Batıpark’a kadar götürmesini arzularım.

Son olarak mimarca,

Yüzüncüyıl’dan sonra Çamlığa kadar denize nazır “balaca seyir terasları” yapılırsa fena olmaz hani…

 

 

 

 

 

 

 

  

 

 

 

 

 

 

 

 

  

 

 

 

6 Eylül 2025 Cumartesi

YALIKAHVELİLERİN MEDAR-I İFTİHARI

 



Yalıkahvesi,

Ünye’nin medar-ı iftiharı… Yaşı kemale ermişler Yalıkahvesi’nin ne anlama geldiğini iyi bilirler.

70’lerde Ünye’nin nüfusu on bin var-yoktu. O zamanlar mahallelerin kendilerine has karakterleri vardı.

Mesela,

Kaledere mahallesi Osmanlılardan beri Türk konaklarının olduğu, çarşıyı da içine alan ana mahalleydi. Dolayısıyla ayrı bir ağırlığı vardı.

Çamurlu mahallesi nispeten yeni zenginlerin oturdukları mahalle, bir anlamda “ekâbir” zenginlerin mahallesi olarak bilinirdi. Ünye’nin en iyi iki İlkokulundan birisi İnönü bu mahallede idi. Diğeri ise Hükümet meydanındaki Anafarta’ydı.  Hatta aralarında gizi bir çekişme de vardı.

Şu anda Hamidiye mahallesine biz o zamanlar Kasap Mahallesi derdik. Belediye müzesinin hemen üzerindeki tepede yer alırdı. Herhalde kasap ve balıkçıların çoğunlukla oturduğu mahalle olsa gerek bu adla anılırdı. Ama adı hiçbir zaman resmiyete geçmemiştir. Kadınları erkeklerinden daha erkekti. Sataşmaya gelmezdi. Onları Konak sinemasının Pazar günü kadınlar matinasından çıktıklarında eski konağımızın önünden geçerlerken, kimini (seyrettikleri filmin etkisiyle) ağlarken ya da aralarında filmi hararetli tartışmalarından hatırlarım.

Diğer Çınarlık ve Fevzi Çakmak Mahallesi “kenar” mahalle olarak anılırdı. 70’leden sonra siyasi kavgaların başlamasından sonra sol görüşlü geçlerin hâkimiyetinde olduğu için orayı “Eyalet” olarak adlandırırdık. Gitmeye çekinirdik. Zaten kolay, kolay işimiz de düşmezdi.

Özelde,

Birde Yalıkahvesi vardı. Köprüden Burunucu’na giderken güzel bir koydu. Bir kısmı Çamurlu’ya bir kısmı da Orta Yılmazlar mahallesine bağlıydı.

Unuttum,

Orta yılmazlar mahallesi Osmanlı devrinde mübadeleden önce (çoğunlukla) Rum ve Ermenilerin oturduğu, çoğunluğu taştan iki ya da üç katlı evlerden birbirine bitişik evlerden müteşekkildi. Sahildeki eski kilise ve tepedeki Ünye’nin ilk ortaokul ve lisesi buraya yapılmıştı. Biz Kaledere’lilere orası her zaman mesafeli gelmiştir. Binalarının kasvetinden olsa gerek. Fakat okullar orada olduğu için her zaman aşina idik ve yabancılık hissetmezdik.

Bir de Ortayılmazlar’a bitişik Samsun tarafında Burunucu Mahallesi vardı. Bize uzak ve tenha gelirdi. Eski hastaneye vardığınızda kışın rüzgâr iflahınızı keserdi. Ancak yazları Feneraltı’na yüzmeye gittiğimizde teşrif ederdik.

Konumuza, yani Yalıkahvesi’ne dönelim.

Yalıkahvesi öteden beri kendini özel hissetmiştir. Özellikle gençleri her zaman okulda bile birlikteliklerini korumuşlardır. Koyu her zaman sahiplenmişler, bunu hissettirmişlerdir. Çamurlu, (Eski Hapishane) Tepe, Ortaokul yanı ve Ortayılmaz uşakları Feneraltın’a gidemeyecek yaştakiler denize ilk orada girerlerdi. Biz Kaledere ve öbür mahallenin uşakları On dokuz Mayıs çalışmalarından sonra Yalıda terimizi akıtmak için orada denize girerdik. Bir anlamda deniz mevsimini orada açardık.

70’den sonra orası da kurtarılmış bölge haline geldi. Sol görüşlü arkadaşların toplandığı ve sohbet ettikleri yerdi. (Adını vermeyeyim) bir kitapçı dükkânında memleketi kurtarmanın derdine düşerlerdi. Ferzi Çakmak’ın aksine avam değil (karakterleri ve genetik yapıları gereği) entel takılırlardı. Bizim mahallenin kurtarıcıları bile oranın müdavimleri idi.

80’den sonra siyasi olaylar sona erdiğinde eski havasına geri döndü. Günün şartları gereği çevreye açıldılar. Zaman zaman futbol kum turnuvaları düzenlendi. Seyretmesi ve takımlar arası mücadeleler hoş da oluyordu.

2000’den sonra ülkenin her tarafında olduğu gibi kimlik arayışları burada da görüldü. Yalıkahveliler kumsalla kendilerini özdeşleştirdiler, sahiplendiler. Yine devrin getirdiği “rant” emareleri de görülmeye başlandı. Bunlar elle tutulur şetler değildi. Ama sahiplenme duygusu ile menfaat birleştiğinde burası “savunulması gereken” kale oluverdi. Bundan birkaç yıl evvelki hengâmede Atatürkçüler dahi işe el attı. Oradaki pejmürdelik birdenbire “saray bahçesi ve tarihi doku” haline getiri verildi. Otunun ve kumunun dünyada eşi benzeri olmayı verdi.

Sonuç,

1-   Yalıkahvesi artık “yalugavelilerin” değil tüm Ünyelilerindir.

2-   Hiçbir yer ve mekânın ilelebet aynı kalması mümkün değildir. Günün şartlarına ve imkânlarına göre ana fikri bozulmadan yeniden düzenlenebilir. Düzenlenmelidir de…

3-   Düzenleme projesine itiraz edebilirsiniz. Bu o şehrin yaşayanları olarak hem hakkınız hem de vazifeniz. Ayrıca o muhitin yaşayanları olarak ilk itiraz hakkı sizindir. Bu doğrultuda öneriler getirebilirsiniz. Zaten çağdaşlığın ve gelişimin  gereği de budur. Ama “istemezük” derseniz, o zaman Bayramcalılar’da der ki “hayırdır, sen de kimsin?”

 

                      

 

 

5 Eylül 2025 Cuma

FENERLİ ALİ KOÇ’A KÜSTÜM!..

 



Sayın ALİ Koç’u ülkemizde tanımayanımız yok gibidir. Hele futbolla ilgileneler bir kat daha tanır.

Hatırlayalım,

Türkiye’nin en büyük holdingi Koç Holdingin başkan vekili. Fenerbahçe spor kulübünün 2018’den beri başkanı. Yani ülkemizin önemli ailelerinden birinin mensubu… Ticari faaliyetinin yanı sıra sosyal faaliyetlerde de ön sıralarda.

Böyle bir insandan her zaman başarı beklenir. Gerçi, başarı izafi bir kavramdır. Toplum fertlerinin başarı ölçüsü, niteliği ve niceliği farklıdır.

Ama toplum, konumları itibarı ile kişilere vazife yüklerler ve daima başarı grafiklerinin yukarıya doğru seyrini beklerler. Bu bir anlamda o kişinin yaşadığı topluma, ülkeye olan vazifesidir, dahası borcudur.

Mesela,

Normal bir şirket sahibinden Koç ailesinin (özelde) Ali Koç’tan beklenenler istenemez.

Zira Türkiye’nin Koç ailesine yüklediği vazife sıradan tüccarlardan ölçülemeyecek derecede fazladır. -Bunun nedenleri konumuz değil- Hatta Koç ailesi istese de bu konumunu terk edemez.

Bizi bu yazımızda ilgilendiren ( ki ticari faaliyetleri ile de bağlantılıdır) Fenerbahçe’nin başkanı olarak ne yaptığı, ne yapmadığıdır.

Ali Koç Fenerbahçe başkanı olduğunda çok sevinmiştim. Fenerbahçeli değilim, hatta bu takıma oldukça mesafeliyim.

Öyleyse neden sevindim?

Sevincim, ülkemizdeki konumu ve sahip olduğu imkânlar itibarı ile ülkemiz futboluna ve hatta her alandaki sportif faaliyetlerine yeni bir anlayış getireceği umudumdandır.

Ben bekledim ki,

Ülkemizin en büyük kulüplerinden birisi olan Fenerbahçe; ülkemizdeki (özellikle futbol alanındaki) sportif faaliyetlere çağdaş bir anlayış getirecek, ülkemizi spor alanında çağdaş ülkeler arasına sokmak için çaba sarf edecek. Rakip kulüpler dahi “helal olsun” deyip gıpta ile bakacaklar ve örnek alacaklar.

Ülkemizin sporda ve özellikle futboldaki durumunu ve anlayışını burada tekrarlamayacağım. Spordaki durumumuzu, (özellikle) futbol yönetimleri ile birazcık ilgilenenlerimiz pekâlâ biliyoruz.

İşin tuhaf tarafı,

Ali Koç ülkemizin (özelde) futbol kulübü ve yönetim mantığını da bilmiyor. Zaten konumu ve yetiştirilme tarzı gereği beceremez de… Futbol kulüpleri kendi başlarına başka bir dünya.

Denilebilir ki,

Her insan futbol kulübü nasıl yönetilir bilemeyebilir. Ali Koç’ta bilemeyebilir. Çok doğru.

Ama ALİ Koç gibi kişilerin sorunların ne olduğunu, eldeki imkânlarla başarıya hangi yollardan gidilmesi gerektiğini ve en önemlisi gerçek başarının ne olduğunu çok iyi bilmeleri gerekir. Bana göre biliyordur da…

Acaba diyorum,

Sorun Ali Koç’un yaşam anlayışında mı? Yetişme tarzı ve hayata bakışı  “faydacılık” felsefesinde mi yatıyor. Yani “en kısa yoldan ve en maliyetsiz istediğini elde etmek” diye tanımlıyorum bunu… Kısa aklımla.

Bu tür “faydacılık” anlayışında karşısındakinin durumu önemli değildir. Kendisine konumu itibarı ile 8olması gerektiği halde) toplumsal vazife de yüklemez. Bireydir, en maliyetsiz ve en kısa yoldan “fayda” sağlamak.

Ali Koç’a fazla yüklenmemek mi gerekir? Belki de… Çünkü (özelde) Koç Holdingin genelde “İstanbul ekâbirlerinin” tedrisatından geçti.

Türkiye Cumhuriyeti sade vatandaşı olarak Ali Koç’a küsmekte haksız-mıyım?

 

 

 


30 Ağustos 2025 Cumartesi

SUNULAN ZEHRİN ALBENİSİ VARDIR!...

 


Hiçbir toplumsal talep sebepsiz değildir. Mutlaka on yıllar içinden gelen memnuniyetsizlikler vardır. Genelde, ülkelerin hâkim güçleri bunu görmezden gelirler. Bildiklerini okurlar ve toplumların bu taleplerini başkaldırı veya en hafifinden “nankörlük” olarak görürler. Çok sıkıştıklarında “varan hainliği, dış güçlerin oyunu” gibi sebeplere dayandırırlar.

Hâlbuki bu tamamen yıllarca hatta on yıllarca süren yanlış yönetimlerin sonucudur. Belki de devletlerin kuruluş devrine kadar gider. Yani sistem yanlış zemine oturtulmuş ya da düğmeler yanlış iliklenmiştir.

Sonunda kabak iktidara son gelenin başında patlar. Bütün kabahatler onun üzerinde kalır. Belki de, iktidara gelenler işin farkındadırlar. Ama ya iktidarı kaybetme korkusuyla ya da sistemin hâkim güçleri buna izin vermezler. Bir şekilde engellerler.

Tarihte bütün ülkeler (az çok) bu yollardan geçmişlerdir. Zaman zaman travmalar yaşamışlardır. Büyük, gelişmiş ülkeler travmaları atlatabilen, yönetebilen ülkelerdir. Ya büyük çatışmaların sonunda ya da (pek azı) önceden fark ederek toplumsal uzlaşma ve sorun çözebilme yetenekleri ile sistemlerini revize edebilmişlerdir. Zaten büyüklükleri de buradan gelir. Sorunları davulla zurnayla yapmazlar, düşman yaratıp kılıçları şakırdatmazlar. Zaten dünya da (eğer o devletin tasfiye olmasını istemiyorlarsa) buna izin vermez. Sovyetler Birliğinin yıkılması bunun güzel örneğidir. Sovyetleri yağdan kıl çeker gibi yıktılar ama Rusya ayakta kaldı.

Ama bir ülke tasfiye edilmek istendiğinde,

Hiçbir zaman “seni yıkıp, parça pürçek” edeceğiz de demezler. Buna Irak, Libya ve son olarak Suriye yakın tarihimizin güzel örnekleridir. Gerekçe otoriter rejimin zulmünden kurtarma ve daha demokratik yapama idi. Sonunda gelinen nokta belli… Yönetim olarak parçalanmış bir ülke ve kargaşa, yolsuzluk vs.

Bir ülkeyi tasfiye etmenin en kolay yolu (zaten) ekonomik olarak zor durumda olan ülkeyi daha da cendereye almak, ülkede hoşnutsuz kesimleri galeyana getirmek ve içsel taleplerini gün yüzüne çıkarmaktır. Yani insancıl masum istekler… On yıllardır sorun olmamış, dile getirilmemiş arzular birdenbire sorundan da öte, hayat memat meselesi haline getirilir.

İktidarlarda bunun farkındadırlar. Fakat ne bu konuda bilgileri, becerileri vardır ne de zamanları yetmez. Zaten projeyi yürütenler buna izin vermezler. Proje önceden hazırlanmışlardır ve kararlılıkla yürütürler.

Hiçbir ülke durup dururken işgal edilmez/edilemez. Önce ülke içindeki işbirlikçiler devreye girer. Sorunlar sıralanır, masum, insancıl istekler ortaya dökülür. Okuduğunuzda/ dinlediğinizde “haklılar yahu” dersiniz. İktidara dönüp veryansın yaparsınız. İktidar işin farkındadır ama elinden sadece daha da toplumu baskı altında tutma ve günü birlik çözümler üretmeye çalışmak gelir. Geçmişte yaptığı hatalı yönlendirmelerin, iktidara getirilme sebeplerinin farkına varmıştır ama iş işten geçmiştir.

Kısaca, iktidar ve muhalefet ülkenin nerelere sürüklendiğinin farkındadırlar ve çaresiz rollerini oynamak zorundadırlar. İktidar ülke elden gidiyor der baskıyı artırır, hukuk dışı yollara başvurur, muhalefet ise demokrasi hukuk der öyle yüklenir. Hâlbuki her ikisi de yanlıştır. Baskı dünyanın hiçbir yerinde çözüm olmamıştır. Muhalefetin dediği gibi demokrasi ve hukuk; Toplumsal katmanların oluşmadığı, şehirleşmenin tekâmül etmediği, ekonomik adaletin sağlanmadığı ve en önemlisi “aidiyet hissinin” oluşturulamadığı ülkelerde bu mümkün değildir.

Tüm bunlar “ha demekle de” olmaz. Bu on yıllarca yürütülecek ve toplumun büyük çoğunluğunun katıldığı projeler bütünü ile mümkündür.

Yani demem o ki,

Geldiğimiz nokta sadece iktidarın kabahati değildir. “ Bilmeden geliş nedeni belli” iktidar ateşe benzin dökmüştür. Ama muhalefete çok “sağlam” değildir.

Kısaca, ülkemin vaziyeti kuruluşundan bu yana gelen yönetimlerin ortak eseridir.  Bütün korkum bize zehri pasta içinde sunmalarıdır. Varılacak noktanın onlar tarafından bilindiği ama bizin bilmediğimiz neticelerin de korkusudur. Umarım ben yanılırım.

 

 

23 Ağustos 2025 Cumartesi

FINDIK BELASI!

 

Aslında bu yıl fındık konusunda yazmayacaktım. Çünkü her yıl aynı teraneler. Bir de temcit pilavı gibi aynı şeyleri tekrarlıyoruz. Sonuç malum!

Biraz önce Ünye yerel gazetesinde okuduğum bir haber beni yine fındık konusunda bir kez daha yazmaya itti.

Önce habere kısaca değineyim,

Ordu/ İkizce ilçesi Kaynartaş mevkiinde yetmiş yaşındaki bir vatandaş uçurumun kenarında fındık toplarken on metrelik uçurumdan düşüp ölüyor. Haberin özeti bu…

Otuz derece sıcakta, emeklilik yaşını çoktan geçmiş yetmiş yaşındaki bir kişinin uçurumun kenarında fındık toplaması ne anlama geliyor?

Bunu devletin yaşlılarına sahip çıkmadığı, bu sıcakta ve bu yaştaki bir vatandaşının fındık toplamaya mecbur bıraktığını söyleyebilir… Devleti, dolayısıyla iktidarı sorumlu tutabilir, suçlayabilirsiniz.

Bu işin kolay tarafı ve tam da muhalefetin arayıp da bulamayacağı bir olay.

Ama dediğim gibi bu işin kolay ve (abartarak söylüyorum) magazin tarafı. Hâlbuki ülkenin diğer konularında olduğu gibi fındık sorunu çok daha derinlerde.

Ben burada çözüm bilgiçliğine soyunmayacağım. Çünkü çözüm önce sorunların ortaya konulmasıyla başlar. Gerisi uzmanların günlerce bu konuda kafa yormasıdır. Ama mutlaka bulunur. Çünkü bilim diye bir şey var.

Aklımızın erdiğince sorunları ortaya komaya çalışalım.

1-   Ülkemizde fındık tarımı başladığında Karadeniz’in ( mısır, kendir, fasulye gibi) ürün çeşitliliği boldu. Yüzyıllardır Karadeniz köylüsü kendi yaşam şartlarına ve ihtiyaçlarına göre bu ürünleri üretiyordu. Ama ekonomik değildi. Ancak kendi geçimine yetiyordu. Sonra fındık üretimi teşvik edildi.

A)   Bununla artı değer yaratılıyordu, ihracatı kolaydı. Buna bağlı sektörler oluştu.

B)   Karadeniz bölgesi meyilli arazi olduğu için toprak erozyonunu önlüyordu.

2-   Köy nüfusu dolayısıyla aileler kalabalıktı. Fındık diğer ürünlerden daha az zahmetli baş etmek daha kolaydı.

3-   Devlet o zamanın dünya siyaseti gereği (Sovyet tehlikesi) Karadeniz’i savunma hattı olarak görüyordu. Bu itibarla fiyatta ve alımda destek çıkıyordu. Yeter ki göç olmasın.

4-   Fındık ağacının yaşı daha 20-30’ları geçmemişti. Ürün makuldü.

5-   Sovyetlerin yıkılışından sonra devlet koruma politikasını yavaş yavaş terk etti.

6-   Köyde birinci nesil büyükbabalar devreden çıkınca geriye kalan arazi evlatlar arasında bölüşüldü. Haneye düşen fındık geliri haneye yetmemeye başladı.

7-   İkinci nesil babalar köylerden şehirlere göç etti. Fındık bahçelerine uzaktan ilgilenmeye başladı. Bu da fındık verimini etkiledi. Ama fındık henüz alarm vermemişti.

8-   Babalardan sonra fındık bahçeleri bir daha bölündü. Oğullar tamamen şehirli olmuşları. Uzaktan güdümlü fındık üretimi yapmak zorunda kaldılar. Zaten iyice küçülen fındığın peşine ( mecburiyet ve ata, dede yadigârı gözüyle bakılarak) düşüldü. Fındık bahçelerinin küçülmesine rağmen, iş gücü tamamen ücretli işçiler eliyle yapıldı.

9-   Fındık ağaçlarının yaşı da en az elli ve hatta yetmiş yaşlarını bulmuştu. Bu ağaçtan verim beklemek seksenlik amcadan yirmilik işgücü beklemek kadar abesti. Ayrıca(doğal olarak) üretim anlayışı y6ine fi tarihinin anlayışı. Not olarak verelim; Amerika dekardan 280 Yunanistan 240 Türkiye ise 85 kg ürün alıyor. Ayrıca bizim girdi maliyetlerimiz onların iki katı.

10-              Kısaca, fındık tarımı hala (mecburen) köylü ürünü olmaya devam ediyor.

Aklıma gelenler bunlar. Boşuna yaygara yapmayın ve ne aldı isek kar deyin. Ayrıca muhalefetin yaygarasına da fazla kulak asmayın.

Hadi yine dayanamadım çözüm söyleyeyim.

Bu tür sorunlar iki türlü çözülür,

1-   Devlet ve ilgili kurumlar proje üretirler, yol haritasına göre neşteri vururlar. Sil baştan yaparlar. Bu epeyi acıtır.

2-   Kendi haline bırakılır. Halk arasında bir söz vardır “nerden üzülürse oradan kopar.”  Onun gibi…

Birincisinden umudum yok, ikincisinin sonucunu da biz görmeyiz.

21 Ağustos 2025 Perşembe

KAMUSAL DEVRİM!

 


Bir anımla başlayayım,

Çocukluğum ve gençliğim baba evim bir konakta geçti. Osmanlının son döneminden kalma orta sınıf bir konak.

Banyomuz anamla babamın yattığı odanın ocağının kenarında, bir insanın ancak sığabileceği kadar bir gusülhane. İçindeki kütmene oturup, sobada ısıtılmış bir tencere su ile yıkandığımız yer.

Bir gün Ordu’da hâkim olan dayımlar bize gelmişlerdi. Geri dönerlerken “hadi seni de götürelim, birkaç gün bizde kalırsın” dediler. Gittik.

Kirada kaldıkları ev üç katlı yığma, beton bir binaydı. O akşam çocukların banyo gecesiydi. “İstersen sen de yıkan” dedi yengem. Banyo pencereli, aydınlık, geniş mi geniş, altında ördek sobası gürül gürül yanan kocaman su kazanı, içerisi fırın mübarek. Sanki cennete girdim.

Kütmene oturdum, bir yandan başımdan aşağı (bitecek kaygısı olmadan) suları döküyorum, bir yandan da sabunlanıyorum. Utanmasam sabaha kadar kalacağım. Banyodan çıktığımda kendime söz verdim.” Okuyacağım ve kızma banyolu evde kalacağım.”

Lise bitti, Beşiktaş mimarlığı kazandım. Birinci sınıftayım, ders bina bilgisi. Bize işçi evi planlamamız için kroki verdiler. Ortada hol, sağında mutfak, solunda yaşama odası denilen büyücek bir oda, tam karşısında banyo ve helası bir olan müştemilat ve sağında solunda biri ebeveyn yatak odası olmak üzere iki yatak odası.

Evde üzerinde çalışırken banyo ile helanın aynı yerde olmasını kabullenemedim. Ebeveyn yatak odasının bir köşesine küçük bir banyo yaptım. Banyoya kapıyı çaresiz ebeveyn yatak odasından açtım. Bu arada… Ebeveynin ne demek olduğunu (utana, sıkıla) sınıf arkadaşıma sormuştum.

Derste asistan Aykut hoca “bu ne, banyoyu neden ayrı yaptın? Ayrıca banyoya ebeveyn yatak odasından neden girdin?”

Hocam banyo ile hela aynı yerde olmaz ki… Başka girecek yer yok ki mecburen yatak odasından girdim.” Çünkü ömrü hayatım boyunca babamların yatak odasında çimmiştim.

Aykut Hoca sert bir ifade ile “sen mimar olamazsın, köyüne dön.” Dedi ve masadan kalktı. Aşağılanmak onuruma dokundu ama yapacak bir şeyim yoktu.

Köyüme döndüm ama mimar olarak.

Bizim derdimiz zengin falan olmak değildi. Daha iyi şartlarda yaşamak, ailelerimizin çektiği sıkıntıları çekmemek için okumak zorunda kaldık. Mimar olmak, mühendis ya da doktor olmak bizim için “kızma banyolu evlerde yaşamaktan” öte bir şey değildi. Medeniyet, kültürel gelişme, ilim irfan sahibi olmak… Bunlar bizim hayal dünyamızda yoktu.

Bu ruh içerisindeki 70’lerin gençleri daha hayalî duygulara gark oldular. Kimimiz milliyetçi, kimimiz devrimci, kimimiz İslam aşkıyla yanıp tutuştu. Aklımız, fikrimiz kendimizi kurtarmadan “batan vatanı” kurtarmanın derdine düştük. Burada yine medeniyette, kültürde, ilimde ilerleme yoktu. Herkes meşrebine göre “elden giden vatanı” kurtarmanın derdine düştü. Sonuç malum. Vatanı kurtaramadığımız gibi kendimizi de kurtulamadık. Üstelik çoğumuz (bedensel ve ruhen) helak oldu. Hem de, biz aptalca ne sarsıntılar yaşamışız pişmanlığı ile…

80 darbesinden sonra Sovyetlerin yıkılması ile dünyanın yeni evresi ile birlikte 70’den kalma döküntülerle yola devam etti ülkem… Yine aynı teraneler, dogmatik idealler, söylemler. Ama bu sefer daha yumuşak, daha hümanist, özgürlük, demokrasi vs.

Kısaca, yine varsa yoksa ideolojiler üzerinden vatan kurtarmalar, yine (günün şartlarına göre) düşman yaratıp ümüğünü sıkmalar. Ama bu sefer sokakları değil, kurumları kullanarak.

Geldik AKP devrine,

Allah’ın bildiğini kuldan ne saklayayım, AKP’nin memlekete faydasının (umulduğu gibi) olmayacağını baştan beri inananlardanım. Öyle ideolojik falan değil. Şu veya bu ideolojilere sahip olmaları beni çok ilgilendirmiyor.

Öyleyse neden inanmadım;

Ülkenin sorunlarının köküne ne yetişme tarzları ve ne de ülke sorununun nelerden kaynaklandığı konusunda en ufak bir analiz kabiliyetleri olmadıkları için. Yetiştikleri ortamın alışkanlıkları ile dogmatik söylemler ve karşıt yaratmalarla hangi devlet ihya olmuş ki Türkiye ihya olsun?!..

Mesela,

2002’de köylü nüfusumuz %37 idi. Şimdi %12. Yirmi üç yılda tam %25 köyden şehre göç olmuş. Yani nüfusun dörtte biri.

1-   Şehirlerimizde “şehir kültürü” oluşturamadığımız halde, bu kadar kısa zamanda köylüyü şehirlere yığdık. Olamayan şehir kültüründe köylü nasıl şehirli olacak?

2-   Bu kadar nüfusa barınma, iş, altyapı gibi temel ihtiyaçlarını nasıl karşılayacağız?

3-   Geride kalan tarım alanlarını kimler işleyecek, ürün yetiştirecek?

Aklıma gelenler bunlar, artırılabilir.

Öte yandan,

Ülke ekonomisinin lokomotifi olan burjuvamız(!) ne durumda? Tüketim ekonomisiyle hangi ülke kalkınmış ki, biz kalkınacağız?

Ülkeyi yönetmesi ve yönlendirmesi gereken kurumlarımız (yolsuzlukları saymıyorum) ne durumda? Hala iş kapısı mantığında, çözüm üretim merkezleri olması gerekmez mi?

Yukarıda (bunlar sorunların yüzde biri bile değil) saydıklarımın derdine ne iktidarın ne de muhalefetin düştüğünü zannetmiyorum. Bu bir kamusal zihniyet yani “kamusal devrim” meselesi. Olur mu? Benim umudum yok. Allah bilir.

15 Ağustos 2025 Cuma

ALİYEV, PAŞİNYAN VE ERDOĞAN

 

Aslında tarih sürprizlerle dolu değildir. Dünya döndükçe ve “dünya zamanı” ilerledikçe yeni evrelere geçiyor. Evreler tasarlanmaz ve öngörülemez gibi gözükse de… Bu sıradan insanlar ve devletler için geçerlidir.

Dünya yaşamında başroldeki insanlar ve devletler için ileriyi öngörebilir olmak bilgi, zekâ ve gücü ile doğru orantılıdır.

Bir de,

Zannedilenin aksine her güçlü insan ve devletler zeki değildir. Ya da geleceğin onları nerelere götürdüğünün farkında olsalar bile, ellerindeki güç ve ortam onların kaderleridir. Gidişi değiştirmek ya da yönlendirmek ellerinde değildir.

Osmanlının tasfiyesi yıkılışından yüz-yüz elli yıl öncesinden belli idi. Dünya yeni bir evreye girmişti ve Osmanlı için kader ağlarını örüyordu. Osmanlı hantaldı, kuruluş felsefesi, yönetimi ve dayandığı ( ekonomik ve askeri güç) çağdışı kalmıştı. Mukadderat kaçınılmazdı. Çarlık Rusya’sı gibi ne coğrafyası ne de sosyal yapılanması ideolojik evrime müsait değildi. Mesela sanayi yoktu ki işçi sınıfı olsun, toprak aristokrasisi yoktu ki köylü kalkışması olsun. Güçlü bir “milli benlik” vardı. O da Anadolu’yu kurtarmaya ancak yetti.

Çarlık Rusya (başka bir boyutta) Komünizm devrimi ile ömrünü uzattı.  Çarlık Rusya’sı o vakitlerde toprak aristokratlarına dayanan (rejimi ve ekonomisi ile) otoriter, yayılmacı ve sömürgeci bir imparatorluktu. SSCB de devlet bürokrasisine dayanan otoriter, yayılmacı ve sömürgeci bir imparatorluktu. Her ikisi de hantal ve gelişime kapalı yapılanmalardı.

Nitekim 1991’e geldiğimizde fazla dayanamadı yıkıldı. ( 1983-1991 yılları arasında Petersburg valiliği yapan Vladimir Khodyrev “ Sovyetler tahminimizden on yıl önce yıkıldı” demiştir.) Yıkılış nedeninin şu veya bu olaylara bağlayabiliriz. Ama bunlar asıl nedenler değildir. Asıl neden imparatorluğun yapısından kaynaklanmaktadır.

Bugün de Rusya Federasyonu (şekil değişse bile) aynı yapılanma ve zihniyet üzerine kuruludur. Hantal bir ekonomi, otoriter bir rejim, sosyal sınıfların henüz teşekkül etmediği, sömürgeci, güce dayalı bir zihniyet. Böyle bir yapılanma azgın nehir akıcılığına karşı direnen gemi gibidir.

Dolayısıyla önce Gürcistan sonra sırasıyla Kırım ve Ukrayna. Hiçbir medeniyet, kültürel ve ekonomik cazibesi olmadan (sadece) “büyüklük kompleksi” ile bezenmiş askeri güçle girişilen çabalar. Dünya bununla zapt edilemiyordu, gelecekte hiç zapt edilemeyecek. Geleceğin hâkimi, önce teknoloji, ekonomi bunları sarmalayacak kültür ve medeniyet olacak.

Bu perspektiften baktığımızda Rusya’nın Kafkaslarda geldiği nokta gayet normal ve şaşılacak bir durum yoktur.

Zaman içerisinde tarih devletlerin önüne fırsatlar sunar. Bu fırsatlardan yararlanma önce o devletin tarihten gelen alışkanlıkları, hali hazır durumu ve yöneticileri ile alakalıdır.

Şunu açıkça ifade edelim ki, Kafkaslardaki (konumuz olan üç devlet) Azerbaycan, Ermenistan ve Türkiye geleceğe hâkim olabilecek kapasitede devletler değildir.

Her ne kadar 1991-2000 yılları arasındaki bocalamadan sonra gerek ekonomik ve sosyal yapının dönüştürülmesi olarak, ( iç-dış) siyaset olarak, en önemlisi silahlı kuvvetlerin yapılandırılması olarak sabırlı ve planlı bu günlere hep artılarla gelmiştir. Bu gelişimini, kendine ve halkına güvenen daha toplumcu, otoriterlikten sıyrılmış bir yönetimle geliştirebilir. Bu tür ülkeler iktidarlarını ayakta tutmak için daima (iç ve dış) düşman yaratarak sürdürmeye çalışırlar. Hâlbuki barışçı, komşularını hor ve düşman görmeyen, insani ilişkileri daima ön planda tutan, gelişime açık devlet ve toplum her zaman ayakta kalır.

Burada en çok Ermenistan’a iş düşmektedir. Bildiğimiz gibi Ermenistan 1991’den (hatta 1989’den) beri soykırım, Karabağ gibi milli galeyanı köpürten siyasetçilerin yönetiminde bu günlere geldi. Elbette bu Rusların ve diasporanın katkıları ile oldu. Ne var ki, bu bunu köpürtenlerin haricinde sade vatandaşa yaramadı. Fukaralıktan kurtulamadılar.

Eğer komşularınızdan güçlü değilseniz, bir de şovenizm hastalığına yakalanmışsanız hiçbir zaman iki yakanızı bir araya getiremez, onun bunun maşası olursunuz. Ermenistan yöneticileri halkını daha çağdaş ve müreffeh yaşatmak istiyorlarsa geçmişin (sadece) milli duyguları köpürten, intikamcı ruh halinden sıyrılmalıdır. Bunu başarmak kolay değil ama mümkün. Bana göre bunu gerçekleştirecek lider ve yöneticiler saygıyı hak ediyor demektir.

Türkiye’ye gelince,

Tarihin süreklilik arz ettiğini, liderliğin ileriyi doğru analiz etmesi gerektiğini, dünün bugünü, bugünün yarını tayin ettiğini çok iyi anlıyor ve görüyoruz. Osmanlı Kafkas İslam Ordusu, Nahcivan sınır komşuluğunun tesisi olmasa idi bugün Zengezur Koridoru bizi ilgilendirmeyecek, bize Orta Asya kapısı daima kapalı olacaktı.

Burada hazır yeri gelmişken,

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Zengezur Koridoru konusunda liderliği Trump’a kaptırdığından dem vurulur. Bu Erdoğan’a haksızlıktır. Eğer ülke olarak (Azeri Türklerinin değimi ile) bir şeye “gücünüz çatmıyorsa” kendinize ortak bulmak zorundasınız.

Netice olarak,

Gürcistan’la birlikte her üç ülke geçmişin acı yaşanmışlıklarını küllendirip, Kafkasları barış ve istikrar havzası yaptıklarında ve en önemlisi nefislerini “güç savaşına” esir etmediklerinde yakın tarihin en önemli projesini başarmış olacaklardır. Dilerim öyle olur…

 


9 Ağustos 2025 Cumartesi

TARİHİN MEZAR KAZICILIĞI

 


Bu tür tartışmalar eskiden de vardı gerçi… Ama son on yıldır( özellikle son birkaç yılda) ivmesi giderek arttı.

Özellikle iktidar ortaya bir şeyler atıyor, bunun üzerine memleketin her tarafından (aleyhte veya lehte) sesler yükseliyor.

Mesela,

Cumhurbaşkanı Erdoğan “Abdülhamit otuz üç yıl bir karış vatan toprağını kaybetmedi” diyor. Öbür taraftan bir buçuk milyon km. kare kaybedilen toprağı nerelere koyacağız deniliyor.

Son günlerde Face’de, 60’ların kudretli albayı Alpaslan Türkeş’in videosu dolaşıyor. Videoda İttihatçılar hakkında söyledikleri yer alıyor. Kısaca, “İttihatçılar vatanperver olabilirler ama şu kadar vatan toprağının kaybedilmesine sebep oldular. İttihatçılar komitacı idi ve komitacılardan devlet adamı olmaz.” Diyor.

Gönderilerin altında da (aleyhte- lehte) bir sürü yorumlar. Sonuç? Maksat içimiz ferahlasın. Rakibe bir yumruk da benden hesabı…

İletişim araçları o kadar çeşitli ve ulaşılabilir kolaylığı var ki; bu tür sitelere üye olmayı becermek, biraz da internette dolaşma kabiliyeti her şey için yeterli.

Bu tür yazı ve videolar ilmi derinlikten yoksun, magazinsel, karşıtına balyoz indirmek ve taraftarının gönlünü hoş etmek ile safları sıklaştırmak için kullanılıyor.

Elbette bu tür tarihi olayları ders almak için unutmamak gerekir. Ama bu bizim gibi sade vatandaşların işi değildir. Akademisyenlerin üzerinde çalıştığı, çok yönlü araştırıp, incelediği,( artısı ve eksisi ile) netice çıkarıp dersler sunduğu konular olmalıdır. Kısaca, eş-dost sohbetlerinde, kahvede pişti oynarken tartışılacak konular değildir.

Bu tartışmalar bize hiçbir şey kazandırmadığı gibi, konuların değerlerinin yitirilmesi, alınması gereken derslerin alınmamasına yol açar. Kısaca konu magazinleşip “mahalle dedikodularına” döner.

1-   Bu tür tartışmalar tarihi magazinleştirir, tarih bilincini törpüler, toplumu ayrıştırır, her kesimin, her meşrebin ayrı tarih bilincini yaratır. Hâlbuki millet olmanın şartlarından birisi de ortak tarih bilincidir.

2-   Bu otoriter iktidarların arayıp da bulamayacağı bir olgudur. Günümüzde tartışılması hiçbir işe yaramayacak konuları tartıştırarak muhalefeti ayrıştırmak, parçalamak, günün ve geleceğin asıl sorunlarının gündeme gelmesini engellemektir.

3-   Dolayısıyla otoriter rejimler zaman-zaman böyle konuları kasıtlı olarak ortaya döker. Böylelikle günün önemli sorunlarını göz ardı ettirdiği gibi, muhalefeti de ayrıştırır. Mesela Abdülhamit hikâyesi gibi…

4-   Ayrıca kuşaklar arası tarih bilinci ile öncelikler sıralamasını yok eder. Çünkü yaşlı kuşağın tarihi değerleri ve öncelikleri ile genç kuşakların değer yargıları ile öncelikleri farklıdır. Dolayısıyla parçalanmış tarih bilincinin genç kuşaklara aktarılması mümkün olmadığı gibi; günün ve geleceğin sorunları üzerinde kafa yorma şevkini de dumura uğratır.

5-   Bu tür “kavgalar” günün sorumlularının ve sorunlarının tespitinden ziyade, geçmişin günahlandırılması neticesini verir.

6-   Sonuç olarak; “kolay siyaset” yapmaya alışmış –muhalefet de dâhil- siyasetçilerin işine yarar. Ayrıca bu otoriter iktidarların arayıp da bulamayacağı şeydir. Böylelikle toplum kolayca yönlendirilebilir, manipüle edilebilir.

Bu “tarihin mezar kazıcılığından” başka bir şey değildir.

 

 

 





MUSTAFA KEMAL “YURTTA SULH CİHANDA SULH”

  Atatürk’e eleştirel yaklaşsam bile, onun “yurtta sulh cihanda sulh” özdeyişini çok beğenirim. Bu özdeyiş bir anlamda “huzurlu toplumu” ifa...