Bu Blogda Ara

9 Ağustos 2025 Cumartesi

TARİHİN MEZAR KAZICILIĞI

 


Bu tür tartışmalar eskiden de vardı gerçi… Ama son on yıldır( özellikle son birkaç yılda) ivmesi giderek arttı.

Özellikle iktidar ortaya bir şeyler atıyor, bunun üzerine memleketin her tarafından (aleyhte veya lehte) sesler yükseliyor.

Mesela,

Cumhurbaşkanı Erdoğan “Abdülhamit otuz üç yıl bir karış vatan toprağını kaybetmedi” diyor. Öbür taraftan bir buçuk milyon km. kare kaybedilen toprağı nerelere koyacağız deniliyor.

Son günlerde Face’de, 60’ların kudretli albayı Alpaslan Türkeş’in videosu dolaşıyor. Videoda İttihatçılar hakkında söyledikleri yer alıyor. Kısaca, “İttihatçılar vatanperver olabilirler ama şu kadar vatan toprağının kaybedilmesine sebep oldular. İttihatçılar komitacı idi ve komitacılardan devlet adamı olmaz.” Diyor.

Gönderilerin altında da (aleyhte- lehte) bir sürü yorumlar. Sonuç? Maksat içimiz ferahlasın. Rakibe bir yumruk da benden hesabı…

İletişim araçları o kadar çeşitli ve ulaşılabilir kolaylığı var ki; bu tür sitelere üye olmayı becermek, biraz da internette dolaşma kabiliyeti her şey için yeterli.

Bu tür yazı ve videolar ilmi derinlikten yoksun, magazinsel, karşıtına balyoz indirmek ve taraftarının gönlünü hoş etmek ile safları sıklaştırmak için kullanılıyor.

Elbette bu tür tarihi olayları ders almak için unutmamak gerekir. Ama bu bizim gibi sade vatandaşların işi değildir. Akademisyenlerin üzerinde çalıştığı, çok yönlü araştırıp, incelediği,( artısı ve eksisi ile) netice çıkarıp dersler sunduğu konular olmalıdır. Kısaca, eş-dost sohbetlerinde, kahvede pişti oynarken tartışılacak konular değildir.

Bu tartışmalar bize hiçbir şey kazandırmadığı gibi, konuların değerlerinin yitirilmesi, alınması gereken derslerin alınmamasına yol açar. Kısaca konu magazinleşip “mahalle dedikodularına” döner.

1-   Bu tür tartışmalar tarihi magazinleştirir, tarih bilincini törpüler, toplumu ayrıştırır, her kesimin, her meşrebin ayrı tarih bilincini yaratır. Hâlbuki millet olmanın şartlarından birisi de ortak tarih bilincidir.

2-   Bu otoriter iktidarların arayıp da bulamayacağı bir olgudur. Günümüzde tartışılması hiçbir işe yaramayacak konuları tartıştırarak muhalefeti ayrıştırmak, parçalamak, günün ve geleceğin asıl sorunlarının gündeme gelmesini engellemektir.

3-   Dolayısıyla otoriter rejimler zaman-zaman böyle konuları kasıtlı olarak ortaya döker. Böylelikle günün önemli sorunlarını göz ardı ettirdiği gibi, muhalefeti de ayrıştırır. Mesela Abdülhamit hikâyesi gibi…

4-   Ayrıca kuşaklar arası tarih bilinci ile öncelikler sıralamasını yok eder. Çünkü yaşlı kuşağın tarihi değerleri ve öncelikleri ile genç kuşakların değer yargıları ile öncelikleri farklıdır. Dolayısıyla parçalanmış tarih bilincinin genç kuşaklara aktarılması mümkün olmadığı gibi; günün ve geleceğin sorunları üzerinde kafa yorma şevkini de dumura uğratır.

5-   Bu tür “kavgalar” günün sorumlularının ve sorunlarının tespitinden ziyade, geçmişin günahlandırılması neticesini verir.

6-   Sonuç olarak; “kolay siyaset” yapmaya alışmış –muhalefet de dâhil- siyasetçilerin işine yarar. Ayrıca bu otoriter iktidarların arayıp da bulamayacağı şeydir. Böylelikle toplum kolayca yönlendirilebilir, manipüle edilebilir.

Bu “tarihin mezar kazıcılığından” başka bir şey değildir.

 

 

 





5 Ağustos 2025 Salı

RUSYA YIKILIR MI?

 

Dünya durmuyor. Daima ileri gidiyor, geri dönüşü yok. Tarihin çeşitli evrelerinde dönüm noktaları vardır. Teknolojik gelişmeler, yeni dinlerin ortaya çıkması ve bunlara bağlı olarak toplumsal dönüşümler devremler gibi dünyayı yerinden sarsar.

Bu sarsıntıların sonucunda toplumlar yerinden edilir, devletler yıkılır, yeni sistemler ve ideolojiler dünyaya hâkim olur.

Bu değişimler öyle on yıllarla gerçekleşmez. Şiddetine göre yüzyıllar da sürebilir. Hristiyanlık, İslamiyet, Amerika’nın keşfi, ateşli silahların gelişmesi, Rönesans ve son olarak 1700’lü yıllardan itibaren sanayinin gelişmesi dünyayı sarsan depremlerdir bunlar.

1800’lü yılların ikinci yarısından itibaren ümmet, tebaa bilincinin yerini ideolojilerin alması ile birlikte dünyada yeni bir anlayış hâkim oldu. Her milletin kendi kaderini tayin etme hakkı.

Ne var ki,

Emperyalist devletler şu veya bu ideoloji - ki daha “demokratik devletler” uluslara özgürlük, sosyalist Rusya “halklara özgürlük”- adı altında gelişmemiş ülkeleri ve halkları egemenlikleri altına aldılar.

Nitekim Birinci Dünya Savaşı imparatorlukların yıkılması, İkinci Dünya Savaşı ise daha henüz kimliklerini oluşturamamış devletlerin sömürgeleştirilmesi operasyonudur.     

Batı (sahip olduğu teknoloji ve buna bağlı olarak geliştirdiği kültürü ile) Sovyetler Birliğinin otoriter, hantal, (ideolojisine uygun olarak) sınıfların yani sosyal yapının bozulması ile bu hegemonyasını sürdüremeyince, bildiğimiz gibi 1991’de tasfiye edildi.

Sonuçta devlet olmasına rağmen (batıda) sosyal sınıfını kaybetmiş, kültürel yapısı bozulmuş devletler başıboş kaldı. Doğuda ise yine kâğıt üzerinde devlet olmalarına rağmen, ekonomik güçleri zayıf, siyasi birliğini kuramamış, sosyal sınıfları olmayan devletler de başıboş kaldılar.

Ayrıca bir şey daha var,

Bu ülkeler sosyalist yaşam felsefeleri ve geri teknolojileri ile batının ileri teknolojisi ve kültürel yapısıyla karşılaştıklarında sudan çıkmış balığa döndüler.

Batıdaki Avrupa devletleri Avrupa Birliğinin koltuğuna sığınarak bu geçiş dönemini kazasız atlatma imkânına kavuştular. Fakat Doğunun (büyük çoğunluğu Türk devletleri) bu imkândan yoksundular. Bu güne kadar çeşitli dengeleri korumaya çalışarak ayakta kaldılar.

Öte yandan,

Dünya durmuyor, gelişiyor. Yüz, iki yüzyılda ancak gerçekleşen (kültürel ve teknolojik) gelişmeler artık yıllık hatta aylık gelişiyor. Buna bağlı olarak toplumların talepleri de değişiyor. Dünkü değerler çöpe atılıp yeni değerler üretiliyor.

Rusya,

Sovyetler Birliğinin yıkılması ile ortaya çıkan Rusya Federasyonu yönetim ve sanayi anlamında hantal, sosyal sınıfları tasfiye edilmiş, ekonomi devlet ve işbirlikçi oligarkların elinde, güçlü orduya sahip, muazzam yeraltı ve yerüstü kaynakları olan, devasa yüzölçümlü bir ülke. Dünyaya sunabileceği bir medeniyeti de yok.

Kısaca gücü ordudan ve ekonomik kaynaklardan kaynaklanan devasa bir ülke. Ama iki handikabı var. Birincisi açık denizlere açılacak, dünya ile doğrudan bağlantı kurabilecek bir kapısı yok. İkincisi ve en önemlisi sayısız otonom cumhuriyetleri var. Kendi milli ordusunun sayısı bunları kontrol altına almaya yetmiyor.

Küçük otonom devletçiklerin Rusya gibi devasa bir devlete karşı ne yapabilirler? Denilebilir. Tarihte örnekleri görüldüğü üzere bir yerlerden sökün almaya görsün!

Kısaca, Rusya birlikteliğini ordusuna, otoriter yönetimine ve tarihten gelen “Rus korkusu” sayesinde sağlıyor.

İki yüzyıl hükmetmenin sonucunda sağlanan Rusya sempatizanlığı yeni nesillerle yavaş, yavaş kayboluyor. Sempatizanlık batıya kayıyor. Artık nesiller otoriter yönetim istemiyor. Rusya’nın yeni nesillere sunacağı ne medeniyeti ne teknolojisi ne de zenginliği var. Rusya’nın bu yönetim biçimi, kültürü ve (teknoloji dâhil) ekonomisi hükmettiği halklara artık yeni bir şey veremiyor. Kısaca, devasa toprakların ve kaynakların Jandarmalığını yapıyor. Sömürüyor.

Rusya bunu biliyor. Ben bunu 1900’lü yılların başındaki Osmanlının durumuna benzetiyorum. Osmanlının da devasa toprakları elden çıkarmamak için çeşitli siyasal ve askeri çabaları oldu. Dünya artık yeni bir evreye girmişti ve geri dönüşü yoktu.

Rusya’nın da geri dönüşü yok. Devasa büyüklükteki bir coğrafyayı otoriter rejimle elde tutmak zor. Toplumsal ve siyasal revizyonlar güç ve kolay değil. On yıllar alır. Zaten dünya da sabretmez.

Kısaca,

Rusya’nın yıkılması mukadderatıdır. Bu on yıllar belki de yüzyıl alabilir. Mesele yıkıldıktan sonra Ruslara ne kalacağı, geri kalan toprakların ne olacağı ve kimler tarafından kontrol edileceğidir.

 

 

2 Ağustos 2025 Cumartesi

ÖZGÜL AĞIRLIK

 


Yeni yetmeler bilmezler,

Sovyetler dağılmadan önce Sovyetlerin ne kadar güçlü bir devlet olduğunu okur, okumaktan öte hayal ederdik. Ama Sovyetler dağılmaya yüz tutup, sınır kapıları açılıp, Sovyet vatandaşları sökün edince şaşkınlıktan küçük dilimizi yuttuk.

Kıyafetleri, satmaya getirdikleri malzemelerin teknolojilerini görünce ne kadar iptidai olduklarını anladık.

O yıllarda herhangi bir Sovyet cumhuriyetine gittiğinizde her türlü kamusal işin ve makamın paraya tahvil edilebileceğini gördük. Azerbaycan’a gittiğimde iki bin dolara vatandaşlık ve hatta işine yarayacak bir fakültenin diplomasının verilebileceğine şahit oldum.

Ne yalan söyleyeyim(dürüstlüğümden değil) ileride başıma dert olmayacağından emin olsaydım vatandaşlık oldukça cazip gelmişti bana.

O zamanlar Sovyet vatandaşlarından edindiğim izlenim dünyanın en ileri teknolojisine sahip oldukları, yaptıkları en ufak bir işin dahi dünyada eşi benzeri olmadığından dem vurmalarıydı.

Sonuçta (onlar ne anlatırlarsa anlatsınlar) yaşam felsefeleri konusunda bir düşünce çerçevesi oluşturuyorsunuz. O düşünce yıllar geçse de sizin beyninizde yer ediyor, her defasında “acaba!” diyorsunuz.

Ülkemizde yaşadığımız afetlere, kazalara, olaylara baktığımızda bir sürü akıl almaz ihmalkârlıklar, aymazlıklar, cahillikler görüyorsunuz. Feveran, feryat figan ediyoruz. Eğer muhalefetsek iktidara, işin sorumlularına veryansın ediyor, suçluyoruz.

Elbette bir suç var ve suçun olduğu yerde suçlular da olması gerekir. İktidar da işin sorumluları saydıklarını yaka paça içeri tıkıyor.

Bir örnekle yoluma devam edeceğim. Bu örnek öyle deprem, maden faciası veya daha birkaç ay evvel olan Abant’taki 78 kişinin yanarak can verdiği otel yangını değil. Bugün gazetelere manşet olan 400 kişinin menfaat karşılığı sahte doçent ve profesör unvanı alması ile alakalı.

Eğer olaya,

“Yahu ne olacak, sahteciliği yapanları devletimiz yakaladı. Sorumlular cezalarını alırlar, olur biter.”

Diye bakarsak bu demektir ki “devlet ve millet olarak ayağa düşmüşüz.”

Bu bir kişi değil, beş kişi değil, tam dört yüz kişi. Demek ki bu sahtecilik işi kangren gibi tüm vücudumuzu sarmış. Bu tür sahtecilikler hayatımızın her alanına sirayet etmiş. Yeter ki işi raconuna uyarak yap, yakalanma. Bu işin iktidarı, muhalefeti yok, topyekûn içindeyiz. İşte esas sıkıntı burada.

İşin en acı tarafı dünya bizi bizden iyi tanıyor, yani çekerimizi, özgül ağırlığımızı gramına kadar biliyor.

Ben şöyle bir örnek veririm her zaman. “Eğer bir köyde hırsızlık haddini aşmışsa, asayiş sorunu yok, her alanda karakter sorunu var."

Siz istediğiniz kadar “Türkiye Yüzyılı” deyin, kim kimin çekerinin ne olduğunu çok iyi biliyor ve ona göre muamele ediyor.

 

27 Temmuz 2025 Pazar

ERMENİSTAN, İRAN ve TÜRKİYE



Son aylarda dünya gazetelerine merak saldım. Özellikle komşu ülkelerin basını daha çok ilgimi çekiyor. Sağ olsun Google Amcanın bu konuda büyük yardımları var. Eskiden kafa göz yara yara çeviri yapıyordu. Şimdi ufak hatalar olsa bile, son derece edebi çevirileri var.

Yoksa, ceddimde Ermeni yok ki Ermeniceyi sular seller gibi bileyim.

Geçen gün,

Ermeni gazetelerinden birinde, anket sonuçları gördüm. Oranlar değişik olsa bile bizimkilerle nerede ise birebir aynı.

Mesela, parlamentoya güven %73 olumsuz. Bugün seçim olsa kararsızlar oranı %45, iktidardaki Paşinyan hükümetine güvensizlik %40’ları geçmiş. Muhalefetin durumu da pek matah değil. En güvenilir komşu %45’le İran. Rusya %40’lara düşmüş. Sonra Fransa geliyor. ABD’nin esamesi okunmuyor.

Ermenistan’ın nüfusu 1991’de üç milyon altı yüz binmiş, şimdi üç milyon civarında. Yani nüfusu geçen otuz beş yılda düşmüş. Devamlı dışarıya göç veriyor. En başta gençler kaçıyor. Nüfusunda üçte biri başkent Erivan’da yaşıyor. Yani bir milyon civarında. Sovyet zamanında hatırı sayılır sanayi varken, şimdi ekonomisi tarıma dayanıyor. Ekonomiyi yurt dışındakilerin gönderdikleri ile ayakta tutuyor. Kişi başı yıllık gelir altı bin dolar civarında. Ermeni Dram’ı 10.56 Türk Lirası. Fena değil.

Sosyal düzeni, Azerbaycan ve Türkiye düşmanlığı, Karabağ’ı sahiplenme ve 1915 olaylarının ajitasyonu sağlıyor. Yani vatan elden gidiyor duygusu. Kısaca bol miktarda kin, garez ve ağıtlar. Ülke savunmasını ve sosyal düzenini Rusya’ya havale etmiş. Düne kadar Rusların desteklediği oligarklar ve siyasetçileri tarafından sağlanıyordu.

Şimdi,

Ermenistan yol ayırımda ve ülke atadan gelen bu politikalarla ayakta kalamayacağının farkında olmaya başlamış. Ağıt yakmakla, düşman yaratmakla ve buna bağlı milliyetçi söylemlerle ayakta kalamayacağını fark etmiş görünüyor. Her ne kadar gençler için bu ütopya geçerliğini korusa ve Karabağ yenilgisi kanlarına dokunsa da yaşlılar savaş hukukundan ve sefillikten bıkmışlar. Devamlı istim üzerinde yaşamaktan yorulmuşlar, huzur istiyorlar. Kısaca ütopya yaratmak, Rusya’nın ileri karakolu olmak Ermenistan’a fakirlik ve huzursuzluktan başka bir şey kazandırmamış. Ermenistan Paşinyan vasıtası ile dünya ile bütünleşmekten ve komşuları ile barış içerisinde yaşamaktan başka yol olmadığını görmeye başlamış.

Dün İran gazetelerine göz gezdirirken bir yazı dikkatimi çekti. Yazarımız özetle şunu diyor; “biz dünyada devlet olarak ideolojik davalar güderken, birliğimizi ideolojik davalar üzerine kurarken, beraber aynı mahallede yaşadığımız kapı komşumuzla diyaloğumuzu kopardık, millet olma şuuruna varamadık. Gördük ki, İsrail ile yaptığımız 12 gün savaşında sularımız akmadı, elektriklerimiz kesildi, dükkanlar günlerce kapalı kaldı, açlıkla boğuştuk savunmamız tarumar oldu. Ne için? İşin en acı tarafı bizden binlerce km uzaklıktaki rahatı yerinde soydaşlarımız bize ideolojik gazlar vermekten geri durmadılar. Sonunda sorusunu soruyor; dünyada ideolojik savaşlar yapıp ülkenin kaynaklarını heba eden iktidarın, daha içeride kendi milletini yaratamamış bu devleti nasıl ayakta tutabilir?”

Yazarımız kısaca “millet olmak bilincinden yoksun bir devletin dünyada ideolojik savaşlar yapmasının bize ne faydası var. Önce millet olmak şuuruna varmamız gerekmez mi?

Türkiye hakkında da bir şeyler yazmak isterdim. Ne yazayım ki? Hep bildik şeyler.

Mesela,

Adam hala Atatürk’ten dem vuruyor. Yahu yüz yıldır feyiz alamamışsan rahmetli mezarından kalksa ne olur? Malı kaptırmışsın şimdi mi aklın başına geldi. Geç bu işleri…

Dünya ümmetleri falan,

Yahu dünya yirmi birinci yüzyıla gelmiş hala ümmet sevdasındasın. Senin geldiğin yer belli, gittiğin istikamet ayan beyan ortada. Elinde yok, avuncunda yok. Önün ardın açık… Birinin kucağında ahkam kesiyorsun. Haydi in de bir görelim endamını. Sen bu milleti bölme yeter. Kim dünyada halkını zapt- uru zapt altına alabilmiş ki sen alacaksın?

Ama niyet zapt altına almak değil. Niyet eline verileni tatbik etmek.

Hep söylerim,

Eğer bir şey amaçlıyorsan önce muhalefeti kontrol altına alacaksın. Yani iktidardan önce muhalefeti yandaş yapacaksın. Adam demokrasi havarisi, üniversiteye bile demokratik olarak arka kapıdan girmiş. Silivri’ye de demokratik olarak arka kapıdan girdi. Ön kapıdan girecek değil ya…

Güncel misal size,

CHP Ankara’da cumhurbaşkanlığı seçim bürosu kurdu. Neden acaba? Zamanlama manidar. Mecliste komisyon kurulup üye verdiği için olmasın sakın!..

Ütopik söylemler, kurtarıcılar ihya etmeler, ideolojik çıkışlar birilerinin işine yarıyor ama sadece guraba vatandaşın işine yaramıyor. Üstelik gurabayı birbirine düşürüyor. Guraba birbirine düşünce de akbabalara yem oluyor.

Gençlerimiz ikbali ve istikbalini dışarıda arıyor. Yaşı kemale erenlerimiz de artık huzur istiyor. Yorulduk, yordular bizi. Bizi mezar paklar da… Geride kalanlarımıza ne olacak?

 

                                     

13 Temmuz 2025 Pazar

BİR GARİP MAHLUKAT ŞU İNSANOĞLU

 

Benim bir Ulu Büyük Dedem vardı. Ömr-ü hayatım boyunca zaman zaman ondan feyiz alırım. Bunu kadim dostlarım ve eski okuyucularım gayet iyi bilirler. Hatta küçümseme edasıyla bazen bu senin fikrin mi yoksa Ulunun mu diye de sorarlar.

Ulu Büyük Dedem, bazen bir şeye hayret ettiğinde “bir garip mahlukat şu insanoğlu” derdi. Aslında bu lafının altında biraz da hayretten çok “fazla değer vermeye değmez” kabilinde bir küçümseme vardı.

Geçen gün bir arkadaşım bir şeylerden dem vurduğumda “sıkma canını, kalbini föltek tut” dediydi.

Onun da söylediği teselli kabilinden…

Yine bir arkadaşımla gecenin ilerlemiş bir vaktinde sohbetin derinliğine dalmışken “yahu aslında insanlar akıllı geçinen aptallar” dediğimde… Arkadaşım yerinden zıpladı “biraz ağır olmadı mı?”

Biraz ağır oldu olmasına da… Felsefe ilmi hakkında iki satır yazı okumamış birinin böyle bir kelam yumurtlaması olağan sayılmalı aslında.

Ama azizlerim,

Tarihin bilmem hangi devrinde, insan varlığının parmakla sayıldığı zamanlarda yaşamış Aristoları, Sokratesleri, Eflatunları bilmem kaç milyar insana hala referans oluyorsa haksız-mıyım yani.

İçinizden “ama bilimin bu denli gelişmesi insanoğluna hiç mi yaramadı, gelişmesine vesile olmadı?”

Diye sorduğunuzda,

“Size şu soruyu sormama müsaade edin” derim.

Cengiz Hanın oklarıyla şehirleri dümdüz edip insanları kan gölünde boğmasıyla, Hitler’in panzerleri ile yaptığının ya da Netanyahu’nun füzeleri ile yaptığı arasında ne gibi mantıksal fark var?

Kıt aklımla şu neticeye varıyorum,

İnsan molekülü yaratılıştan beri aynı. İşin tuhaf tarafı, üzerinde ne kadar çalışılırsa çalışılsın molekülün yapısı değişmiyor. Değiştirilmeye çalışıldığında da o insan değil, başka bir şey oluyor.

Geçen gün bir yazıda okumuştum. İnsanın ürettiği yapay zekâ yalan söylemeye başlamış. Demek ki insanın huyu ona da bulaşmış.

Din alimleri buna ne tepki verirler bilemem, ama gerçek değil mi? Yüce yaradan bizi hizaya sokmak için sayısız peygamberler göndermiş. Demek ki molekül değişmeden bu iş olmayacak. Değişmeyeceğine göre…

Eskiden bir şeyler olur, dağ başındaki garip seneler sonra öğrenir, iş işten geçtiği içinde kabullenir “büyüklerimiz öyle takdir etmiş” derdi.

Şimdi öylemi…

Büyüklerimiz daha leb demeden leblebiyi midemize indiriyoruz. Yahu dur bakalım adam ne diyor? Demeden teorilerimizi sıralıyoruz. Büyüklerimiz de bu işi bildiğinden “dur bakalım ne olacak” diye koltuğuna kurulup kahvesini yudumluyor.

Yazım siyasete doğru kayıyor galiba,

Dedim ya… Dünya eski dünya değil diye. Trump’ın yellendiğini memleketin en ücra ağaç dibinde keyif çatan sağır Memed bile duyuyor. “Acaba kokusu nasıldı. Yediği fasulye Akkuş Fasulyesi miydi?” Yahu Akkuş Fasulyesi Amerika’da ne arasın?

Bunlar zararsız şeyler. Bir de az buçuk mürekkep yalamış, sosyal medya hastalığı da varsa döktürüyor mübarek.

Bir de biz guraba insanların yüceltme hastalığı var. İlla yücelteceğiz ki uğruna meftun olduğumuzun değerine paye biçilmesin.

Yahu meftun olduğunun yetiştiği toprağa, geçtiği yollara bak. Çekeri buna elverişli mi? “Yok arkadaş, bildiğin gibi değil. Allah vergisi, seçişmiş adam.”

Allah’ın hikmetinden sual olunmaz gerçi.

Lakin

Allah hep böylelerini mi seçip, önümüze koyuyor?

Bir fıkra ile işi bitirelim,

Ağanın biri köyünde aklı kıt delikanlıya “köyün meydanında her gün bana söveceksin ve parsayı sen toplayacaksın” der. Delikanlı ağanın isteğini yerine getirir. Narasını atar, parsayı toplar, ağaya da payını getirir. Derler ki, “ağam bu ne iştir?

Ağa derki “o hükmünü yerine getiriyor. Haracı ben almıyorum o alıyor. Vakti gelince de köylüyü ondan kurtarıp ağalığımı göstermiş olacağım. Köylü de bana minnet duyacak. Hem de aklı kıtın ileride yapacağı densizlikten kurtulmuş olacağım.”

Yahu,

Milyarlarca dolar yatırım yapacağım, yıllarca emek sarf edeceğim… Sonra gelip “Büyük Türkiye.” Diyeceksin.

Olur, üstüne bir de kaymaklı kadayıf.

29 Haziran 2025 Pazar

AKLA ZİYAN KOMPLO TEORİLERİ

   

             

Tarihte yeni devlet kuran ya da iktidara gelen krallar iktidarlarını meşrulaştırmak için kendilerini mutlaka geçmiş devletlere ve hanedanlara bağlarlar.

Nitekim, Fatih Sultan Mehmet Konstantiniyye’yi (İstanbul’u) fetih ettiğinde kendini kayser ilan ederek Roma İmparatorluğunun devamı olduğunu ifade ederek Osmanlı Devleti’ni işgalci değil, Romanın devamı olduğu iddiasında bulunmuştur. Daha sonraları zaman, zaman Osmanlı Hanedanı kendi soyunu Mete Hana kadar götürmüştür.

Yine Timur kendinin Cengiz Han soyundan geldiğini iddia etmiştir.

İttihat ve Terakki Cemiyeti Abdülhamit’e karşı özgürlük mücadelesi için kurulsa da o çağın milletleşme akımlarına paralel olarak Osmanlı Devleti içinde artan etnik milliyetçilik akımlarına karşı tepki olarak kurulmuştur.

İlan edilen ikinci meşrutiyetten sonra iktidara gelen İttihat ve Terakki Fırkasının uygulamalarını beğenmeyen karşıt siyasi akımlardan en göze batanı Abdülhamit dönemini savunan kesimlerdir. 31 Mart vakası da “din elden gidiyor. Şeriat isteriz” gerekçeleriyle ortaya çıkmıştır.

Bastırılan 31 Mart kalkışmasının akabinde Çanakkale Zaferinden sonra Birinci Dünya Harbinin sonuna kadar iktidarda kalan İttihat ve Terakki devletin her kademesinde kök salmıştı. Meşhur Teşkilat-ı Mahsusa bile İttihatçılardan kurulu idi.

Ancak, İstanbul’un işgalinden sonra Ankara’ya taşınan meclisin içinde her siyasi görüşten mebuslar vardı. Ama ağırlık İttihat ve Terakkiden yana idi.

İttihat ve Terakkinin Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Enver, Talat, Cemal Paşalar gibi ilk sıradaki yönetim kadrosu ülke dışına kaçmış yönetim zimmi olarak yönetim sorumluluğu olmayan Mustafa Kemal (Atatürk), Kazım Karabekir, İsmet İnönü gibi daha alt kadrolar tarafından yürütülmekte idi.

Şunu belirtmeden de geçmeyelim. Yurt dışına kaçanlar ya da (çeşitli nedenlerle) yönetimden tasfiye edilenler Ankara yönetimiyle irtibatlarını kesmediler. Yurt dışı konularında zaman zaman beraber çalıştılar.

Ankara Meclisindeki muhalefetin en güçlüsü İslamcı kesimdi. Nitekim Mustafa Kemal bu kesimi memnun etmek için (meclis açılışında olduğu gibi) dini görüntüler sergilemekten çekinmemiştir.

Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra Mustafa Kemal’in karşısına iki önemli rakip kesim çıkmıştır. Birincisi mecliste olan İslami kesim, ikincisi ise meclis dışında kalan İttihat ve Terakkinin muhalif kesimi.

Burada not düşelim; Mutafa Kemal Cumhuriyetin ilanından önce İttihatçı Kara Kemal’le İzmit’te beraber parti kurmak konusunda görüşmüşler ama anlaşamamışlar, akabinde Mustafa Kemal kendi partisi olan Cumhuriyet Halk Fırkasını kurmuştur.

Daha sonra Mustafa Kemal yönetim dışı kalmış İttihatçıları İzmir suikastı davasıyla tasviye etmiştir.

Zaman içerisinde de İslamcılar meclisten tasfiye edilmişler, devlet Mustafa Kemal’in zihninde oluşturduğu biçimiyle rejimini kurmuş, biçimlendirilmiştir.

Her ne kadar kurucu lider olarak Mustafa Kemal olsa da başlangıç noktası olarak İttihat ve Terakki Cemiyetinin izlerini taşımakta, kadrolarını barındırmakta idi. Cumhuriyeti İttihatçı kadrolar kurdu diyebiliriz.

O günden sonra İslamcı kesim her zaman cumhuriyete mesafeli olmuşlardır. Aslında cumhuriyeti kurma haklarının kendilerinin olduğu, bu hakkın gasp edildiği düşüncesi taşımışlardır. Hala öyledir.

Bugüne geldiğimizde,

AKP iktidara adaletli yönetim içerinde kalkınmak iddiası ile gelmiştir. Yani Mevcut sistem içerinde kalmak üzere daha adil bir yönetim vaat etmişti. Ne var ki zaman geçip kadrolarını yerleştirdikçe,

kendini devletin sahibi olarak görmeye başlamış, ellerinden alınan hakkın geri alınması olarak görmüştür.

Ancak bir problem vardır. “Kendini meşru zemine oturtması gerekmektedir.”

Meşru zemin Mutafa Kemal ve arka planda İttihat ve Terakki’dir. Dolayısıyla cumhuriyetin kuruluşunu esas alamaz. Daha gerilere gitmesi gerekir ki, o da Abdülhamit dönemidir. Abdülhamid’i kutsayıp (hatta ermiş mertebesine çıkartıp) iktidarın ondan gasp edildiği inancıyla devletin asıl sahiplerine iade edildiği düşüncesidir. Zaten AKP’nin Osmanlıya olan platonik tutkusu buradan gelmektedir. Böylelikle aslında Osmanlının devam ettiği ve yüz yıllık ara dönemin sona erdirilmesi düşüncesidir. Kısaca Atatürk ve yüz yıllık cumhuriyet yok hükmünde olmalıdır.

Böylece AKP kendini Abdülhamid’e dayandırarak kendinin tarihsel meşruluğunu kanıtlamış olmaktadır/ olacaktır.

Bana göre bütün kavgalar bunun üzerine… Tutar mı?

Atatürkçülere bakıyorum, sen kalk yüzyıllık iktidarı koruyama… Sonra salya sümük ağla…

AKP’ye gelince, dünya konjonktürü ve çekere bakıyorum… Yolun sonu hayra alamet değil. “Ama her ne olursa olsun, iktidarda kalalım yeter diyebilirler. Tıpkı Atatürkçüler gibi.

Dedim ya… Bunlar benim hep “AKLA ZİYAN KOMPLO TEORİLERİM.”   


5 Haziran 2025 Perşembe

CHP ve ÖTESİ

 

Geçen gün Karar’da İbrahim Kahveci’nin bir yazısında, anket ortalamalarında oy yüzdesi olarak CHP’nin %33-34 AKP’nin ise %29-30 bandında olduğunu ama ülke sorunlarını hangi parti çözer sorusuna verilen yanıtın her iki parti için de %16’larda seyrettiğini yazdı.

Bu da gösteriyor ki,

Her iki partinin de halk nazarında sorunları çözmek konusunda güvenilir olmadığıdır.

Aradaki puan farkı, tarafgirlik veya kızgınlıkla verilecek oylardır. Allah ıslah etsin, ne yapayım kabilinden…

CHP neden böyle?

Düşündüğümüzde, CHP diğer partiler içerisinde yüz yılı aşkın mazisi olan, kurumsallaşmış bir parti. Modern parti faaliyetinin nasıl olacağını/olması gerektiğini, ülke sorunlarını en iyi şekilde analiz edip çözme konusunda araştırmalar yapıp kamuoyuna sunan bir parti olmasını bekleriz, düşünürüz?

Bunu daha ileriye taşıyıp ülkenin on yıllarını analiz edebilen, çözümler üreten, hedef belirleyen bir parti olması gerekir diye hayal ederiz. Azacık geniş açıdan düşünebilen normal bir vatandaşın “her ne kadar oy vermesem de CHP bu ülkenin mihenk taşı ve değerli çözüm önerileri olur, her zaman yol gösterir” diyebilmesini arzulardık. Herhangi bir parti taraftarının dahi “CHP’nin çalışmalarına atıfta bulunarak kendi partisine sitem etmesini beklerdik.

Bu çalışmaların içerisinde sadece ekonomik kalkınma üzerine değil, siyasal ve sosyal öneriler ve projeler de olmalı. Ama bugün (yerel seçimlerde) en yüksek oyu alan ve kendini birinci parti ilan eden CHP’nin partisel çalışmalarında %1 bile oy alamayan partilerin çalışma prensipleri ile aynı ayarda.

Hâlbuki…

CHP yetişmiş kadroları, mali imkânları ve diğer alt yapısı ile öbür ufak partilerden ve hatta AKP’den bile kat be kat ileri. Böyle çalışmaları yapabilecek şartlara sahip.

CHP neden böyle kısır döngü içerisinde?

Bana göre en büyük nedenin- elbette ara nedenler de var- geçmişten gelen ve kendini var eden ideolojik yapılanma cenderesinden kurtulamamış olmalarıdır. Bakalım cendereden kurtulmak istiyorlar mı? Sorusunu sorabilirsiniz. Bu demektir ki; parti kendi içerisinde kısır döngüde… Elbette bundan kurtulmak için çabalayanlarda vardır. Zaman, zaman bunu hissettiğimiz de oluyor. Bu konuda çaba sarf edenlerin güçleri yetmiyor diyebilir-miyiz? Ama ülke yönetimine (bugünün şartlarında) talip olmak için önce kendi içlerinde de yenilenmeye gitmeleri gerektiğini de bilmeleri gerekir. Bu kadro değişiminden ziyade (CHP jargonuyla) düşünce aydınlanmasıdır. Yoksa otuzlar bandında debelenip dururlar.

Aynı zamanda ideolojik saplantı ülke geleceğine de zarar veriyor. Zannedildiği gibi taşıdığı, savunduğu ideolojik fikirlerden değil. Oy alabilmek için her zaman ideolojiye ve bunun getirdiği kamplaşmalara ihtiyaç duyacağı içindir. Yani ülke CHP yüzünden kamplaşmalar yaşamak zorunda kalacaktır. Eğer İmamoğlu, demokrasi gibi söylemler olmasa idi CHP oy bandında buralara gelebilecek-miydi? Ya da ülke ekonomik olarak bu kadar çöküntüde olmasaydı CHP’nin oy yüzdesi ne olurdu?

Türkiye’nin ekonomik ve demokrasi sorunları İmamoğlu’nun cumhurbaşkanı seçilmesi ile bitmez. Sorunun yapısal ve toplumsal olduğunu herkes biliyor. Bunu CHP’de bal gibi biliyor. Ama o en kolay yolu seçiyor. İdeolojik kamplaşmalardan oy devşirmek.

Size iki örnek vereyim,

Birincisi, Karadeniz’in çok acil bir sorunu var. KOKARCA. Fındığı perişan etti. Bu konuda CHP ne yaptı, çözüm önerisi ne, bu konuda el kadar bilimsel bir çalışması var mı? Ben internette CHP’nin kurumsal sayfasında tek kelime araştırma yazısı, çözüm önerisi göremedim. Siz gördünüzse beni utandırın. Yaptıkları, iktidara veryansın yapmak… O kadar. Bu arada CHP’nin gölge tarım bakanının Niğde’de tarım ilaçları bayiliği yapan ve çalışma ekibinin olmadığı tek başına birisi olduğunu hatırlatayım.

İkincisi, iktidarın meclisten geçirmek istediği, kısaca “Kuran meallerinin Diyanet tarafından kontrol edilmesi” diyebileceğimiz kanun tasarısı hakkında düşüncelerini kamuoyu ile paylaşma gibi bir dertleri olmadı. Bunu CHP kurumsal olarak yapmadığı gibi kendine yakın yazar ve düşünürler vasıtası ile de yapmadı. Çünkü bu konu (ideolojik olarak) ilgi alanında değil. Hatta –bana göre- muhafazakârlar ve İslamcılar yesinler birbirlerini diyor. Yine olaya ideolojik bakıyor. Hâlbuki bu konu ülkenin çoğunluğunu dolaylı da olsa ilgilendiren önemli bir konu…

Burada CHP’ye naçizane bir tavsiyem,

Biliyorum, haberleri bile olmayacak, dikkate alınmayacak ama içimde kalmasın, ben yine yazayım.” Bu millet (her ne olursa olsun) ideolojik söylemleri yemiyor. O eskidendi. Her zaman İmamoğlu, demokrasi gibi bir atımlık barutları bulamazsınız. Benden söylemesi.”

 

31 Mayıs 2025 Cumartesi

ATATÜRK VE POP MÜZİĞİ!..

 

İdeolojilerin ortak özelliği, ideolojiyi savunan kitlelerin liderliğini yapanların kutsanmasıdır. Bu liderler insanüstüdür. Her şeyin en doğrusunu onlar bilirler.

Zamanla dünyayı terk ettiklerinde davasını güdenler davalarını onun adıyla sürdürürler. Onun adına menkıbeler yazarlar, değişler uydururlar. İdeoloji devlet yönetiminin ana fikri haline getirilmişse, sonuçta iyice gemi azıya alır, çığırından çıkar, ifrata kaçar. Her yapılan iş (kurtarıcıya) bağlanır, onun adına o emrettiği için yapılır.

Sonunda iş öyle bir hale gelir ki; rehber alınan ideolojinin içi boşalır, sadece kabuktan ibaret boş bir kutu haline gelir. Devleti yönetenler işine geldikleri gibi kutuyu doldururlar. Bunun üzerinden toplumu hizada tutmaya çalışırlar.

Bu her ideolojik devletlerde olduğu gibi bizde de (iktidara göre) az-çok önem verilmiş bu güne kadar sürdürülmüştür. Nitekim 1934 yılından beri okullarımızın bazı sınıflarında “Atatürk ilkeleri ve İnkılâp Tarihi” adıyla dersler vardır. 1981 yılında Kenan Evren  tüm yüksek okulların bütün sınıflarında bu dersi zorunlu kılmıştı. Çok iyi hatırlıyorum, gerekçesi de gençlerin Atatürk’ü iyi öğrenemediklerinden dolayı çeşitli ideolojilere yöneldikleriydi. Yani demek istiyordu ki “illa bir ideolojiye inanacaksanız buna inanın.”

Hâlbuki gençler yüksek okula gelinceye kadar zaten fikri gelişimini tamamlamak üzereydi. Nitekim sivil hükümet 1990 yılında tekrar bir yıla indirmiştir.

Yukarıda da değindiğim gibi bütün ideolojik devletler ideolojilerini dikte ettirmek için bu yola başvurmuştur. Mesela Sovyetler Birliğinde okullarda “dinsizlik ve sosyalizm” üzerine dersler vardı. Sosyalizmin akıbeti malum belli… Dinsizliğin akıbeti de Sovyetler Birliğinden sonra pıtırak gibi ortaya çıkan dini kurumlardan anlıyoruz.

Benim asıl üzerinde durduğum liderin kendinden sonra kutsallaştırılıp (idol, ermiş, rehber) her ne dersek diyelim onu sözde rehber alıp kullananlar tarafından menfaatlerinin gerçekleştirmek için meta haline getirmeleridir. Zaten ideolojilerin kendileri de öyledir. Uğruna ön saflarda mücadele ettiği ideolojisinin ne anlama geldiğini idrak edemeyecek kadar konunun cahili olanlara rastlamak sıradan hale gelir. Bir nevi aidiyet duygusu oluşturur.

1990’larda Azerbaycan’dan dönüşümde bana “sen onlarla nasıl anlaşıyorsun? Azerice Biliyor-musun?” diyen üniversite bitirmiş, bu uğurda hapis yatmış Ülkücüleri bilirim.

Neyse esas konumuza dönelim,

Bu konuyu uzun, uzun anlatmadan, biri geçmiş tarih, biri de daha 15 gün önce şahit olduğum iki örnekle bitireyim.

Birincisi bundan 15- 16 yıl kadar evvel 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Bayramına bir hafta kala Ünye lisesi önünden arabamla geçerken lisenin bahçesinden gelen bir müziğin dikkatimi çekmesi oldu. Merakla lise duvarına yanaştığımda bahçede öğrencilerin yabancı pop müziği eşliğinde bayrama hazırlandıklarını gördüm. Son ki… Üç diyen başlarındaki öğretmenle beraber müziğin ritmiyle idman yapıyorlardı. Yabancı müzik eşliğinde ve başlarında hocalarıyla idman yapan talebeler. Üzüldüm.

Büroma geldim, mülkiye amirini aradım, durumu anlattım. Bir Türk vatandaşı olarak milli bayramımızda milli olamamak beni üzdü. Benden söylemesi karar sizin dedim. Lisenin yanından ikinci geçişimde müziğin değiştiğini bir Türk pop müziği çaldığını gördüm.

İkincisi, bu yıl yine Ünye’de 19 Mayıs Bayramında gençler sahilde eğlence tertiplemişler. Hakları,   gün onların günü… Büroma yakınlar, seslerini duyuyor  ve kendilerini  seyrediyorum. Elinde mikrofon olan delikanlı Atatürk’ü övücü (hatta ifrata kaçan) birçok cümleden sonra “şimdi sıra müzikte arkadaşlar” dedi. Bir gürültü koptu. Parça dünyada kalçalarıyla nam salmış bir hatunun şarkısı.

Tekrar edeyim… Gün 19 Mayıs ve milli bayram kutlaması.

Benim meramımı anlatma kabiliyetim bu kadar. Gerisi size kalmış!

25 Mayıs 2025 Pazar

OYNANAN TİYATROLARIN AMACI NE?

 

“Maviler ve Yeşiller” başlıklı yazımın devamını gündemin her gün değişmesinden ve takip etmekte zorlandığımızdan dolayı… Bir türlü kaleme alamadım. Ortam sakinleştiğinde-ki daha bir süre sakinleşeceğini zannetmiyorum- devam ederim.

1990'lı yılların başları…

Sovyetler Birliği ilgililerin bildiği ama biz avam takımının bilmekte zorluk çektiği bir yöne doğru gidiyor.

Sovyet İmparatorluğuna bağlı cumhuriyetlerde halk çeşitli talepler altında miting düzenliyordu. Bunlar gayet masum, bildik isteklerdi. Hak, hukuk, adalet (ilerleyen zamanlarda) özgürlük gibi… O zamanlar demokrasi daha moda değildi!

Azerbaycan da bu akımdan en çok nasiplenenlerin başında geliyordu. Yüz binlerce halk her gün Halk Cephesi öncülüğünde Azaldık Meydanında toplanıyor, coşkuyla taleplerini seslendiriyordu.

O demir yumruk Sovyet rejimi birdenbire yumuşamış, bu tür gösterilere kendisinden beklenmeyecek derecede kucak açıyor, anlayış gösteriyordu.

Halk Cephesi Komünist Parti hariç bütün kesimlerin iştirak ettiği, adeta yılların partisi imiş gibi mitingleri gayet profesyonelce idare edip, yönlendiriyordu. Malum olduğu gibi başında Türk milliyetçisi Ebulfez Elçibey vardı.

1991 yılında daha Sovyetler Birliği resmen tarihe karışmadan Bakü’ye gittiğimde misafir olduğum arkadaşım (kendisi de bu gösterilere katılmıştı) Azaldık Meydanındaki bu gösterilerin Türkiye’den gelenler tarafından organize edildiğini ve kürsüden konuşmalar yaptığını söylemişti. Hatta en çok konuşma aralarında çalınan Mehter Marşlarından çok etkilendiğini ifade etmişti.

Nitekim her tarafta Türk bayrakları asılıydı. Sahildeki çay bahçelerinde Nilüfer’in seslendirdiği şarkılar ile Müşerref Akay’ın Türkiye’m şarkısı çalınıyordu. Zaman-zaman da Ayten Alpman’ın Memleketim şarkısını da duyuyorduk. Anlaşılan o ki; Türkiye bu konuda Azerbaycan’da öncülük ediyordu.

O yıllarda Türkiye’de Azerbaycan’daki bu hadiseleri coşkuyla karşılıyor, hayaller kuruyorduk. Türk dünyası özgürlüğüne kavuşacak ve kardeşlerimize kavuşup Türk Birliği kuracaktık.

Sonrası malum; Sovyetler Birliği yıkıldı, Azerbaycan bağımsızlığını kazandı, Elçibey Cumhurbaşkanı oldu. Sonra makamı bırakmak zorunda kaldı, yerine Haydar Aliyev geçti. Baba Aliyev’den sonra da oğul İlham Aliyev cumhurbaşkanı oldu, hala iş başında.

Bunlar işin yönetim kısmı. Azerbaycan’ın ekonomik yapılanması petrol üzerine… Dünyanın dev petrol şirketleri Bakü’ye yerleştiler, çeşitli ortaklıklar vasıtası ile petrolü kontrol eder hale geldiler. Türkiye’ye de ufak paylar verdiler. Kenarda durmasın kabilinden…

Türkler devrimden sonra Azerbaycan’da hangi konumda mı oldular? Önce eğitimle ve basınla girdiler. Peşinden ufak sermaye sahipleri ve sanatkârlar ve müteahhitler girdiler. Sonra, zaman geçtikçe Azerbaycanlılar yeni sisteme vakıf oldukça, Türkiye’den gidenlerin işi zorlaştı. Eğitim ve basın tasfiye oldu. Küçük esnaf geri döndü, müteahhitlerin ayakta kalanları hala iş yapmaya çalışıyorlar. Yani Türkiye ticarette en aşağılara indi. Kültürel faaliyetler konusunda Azeriler etkileniriz korkusuyla çok cevaz vermiyorlar. Ama Rus kültürü geçmişin ağırlığı ile hala geçerli.

Şöyle bir gözlemim olmuştu;

90’da her tarafta Türkiye’nin etkisi buram-buramken, 2003’te gittiğimde %25’lere düşmüş, 2013’te nerede ise görünmez olmuştu. Şimdi ne haldedir bilmiyorum.

Kısaca, sanat, ticaret ve kültürel faaliyetler gerilemiş yalnız bir tek şeyle kalmışız. O da Azerbaycan ordusunun askeri eğitimi.

Bir şey daha olmuş. 2000’li yılların ortalarında İsrail sistemin korunması ve silah üretimi konusunda Azerbaycan’a ayak basmış. Hala sürdürüyor.

Kısaca,

Tarihi misyonumuz ve genetik yapımızla Azerbaycan’ın teşkilatlanmasını sağlamışız. Ama Ticaret, sanayi gibi ekonomik faaliyetler ile kültürel etkileşimlerde yokuz.

Gelelim sadede,

Suriye’de ve buna bağlı olarak Kuzey Irak’ta neler oluyor? Yine tarihin tekerrürü yeni söylemlerle gün yüzünde... Terör bitecek, analar ağlamayacak, demokrasi gelecek. PKK belasından kurtulacağız. Bölge halkı bayram edecek. Terörden kurtulmayı kim istemez? Ya da pasaportsuz, yıllarca Kerkük diye ağıtlar yaktığımız yerlere barış içerisinde neden seyahat etmeyelim?

Geçen günlerde “Delphi Forumu” Süleymaniye’de bir konferans düzenledi. Bu forum sivil ve Yunanistan kökenli… Çoğunluğu batıdan olan konuşmacılar arasında Irak Kürt bölgesine kamu görevlisi sıfatıyla giden Türkiye’den Ahmet Davutoğlu da katıldı.

Yani Yunan kökenli bir forum ve katılanlar belli. Demek ki bölgedeki gelişmeler sadece terörle alakalı değil!.. İşin ekonomik boyutu arkadan geliyor.

Şimdi, verileri sayalım ve yorumunu siz okuyucularıma bırakayım.

1-   Önce bölgenin etnik analizini yapalım,

Suriye’ni doğusu; Boşaltılmış ve nüfusun çoğunluğu Kürt olan bölge. Yani Kürt bölgesi haline gelmiş (şu anda 1,5 milyon civarında). Kuzey Irak zaten Kürt bölgesi… Kuzeyde de Diyarbakır.

2-   Coğrafi konumunu yazalım,

Suriye’nin doğusu; Dicle nehri yani su, boş, tarıma uygun topraklar… Kuzey Irak petrolü, Fırat nehri yani su ve verimli topraklar.

Şunları da not olarak ekleyelim,

Her şey müsait. Sorun terördü. O da halledildi. (Terör emellerin gerçekleştirilmesi için vardı zaten) Geri kalan ekonomik yatırımlar. O da zaten batıda mevcut. Kavga oraların yönetim ve güvenliğinin nasıl sağlanacağı üzerine. Kavga onun kavgası. Şunu da not olarak belirtelim; Buralar Türklere, Kürtlere ve Araplara bırakılamayacak kadar değerli. Farisileri İran’a hapsetmek de var işin içinde. O zaten halledildi gibi...

Bir de,

Biz Türklerin teşkilatçılığına rağmen ekonomi, kültürel ve sanatsal iletişimlerde bir hayli zayıfız. Bunu ben değil tarih ve bilim adamları söylüyor. Yani günümüz modası ile “yumuşak güç” noksanlığı. Onsuz da maalesef iş neticeye varmıyor. Dünya iki yüz yıl önceki dünya değil.

Daha ne diyeyim? Geri kalan sizin hayal gücünüze kalmış.

 

 

 

 

28 Nisan 2025 Pazartesi

MAVİLER VE YEŞİLLER!..(işler sarpa sardı)

 


Tarih kitapları anlatır… Bizans’ın son zamanlarında hayat (varsa yoksa) hipodromdaki at yarışlarına odaklanmış. Halkın bütün derdi Yeşiller ile Maviler takımları arasındaki mücadelelermiş. Sonuç malum.

Fransız İhtilalinden önce, hâkim güç-bunlar monarşilerdi- kendilerini meşru tabana dayandırmak ve hakimiyetini sürdürebilmek için mutlaka devlet dini ya da mezhebine dayandırırlardı.

Mesela İngiltere krallığı otoritesini sağlamlaştırmak için Anglikan Kilisesini ihdas etmişti. Yine Şah İsmail otoritesini Şia inancına dayandırmış, Osmanlı da buna karşılık Suniliği seçmişti. Fransız İhtilalinden sonra sanayileşme devrinin başlaması ve ideolojilerin dünya gündemine gelmesiyle devletler otoriterini etnik ve ideolojiler üzerinden sağlamak istemişlerdir. Etnik tebaanın milletleşmesi ve akabinde ideolojinin devreye girmesine en güzel örnek Sovyetler Birliğidir.

1917 devriminden sonra kurulan Komünist rejim tüm acımasızlığı ile Rus tebaası üzerine çökmüş, var olan sosyal ve kültürel düzen değiştirilirmiştir. Sınıfsız düzen iddiası sosyal ve ekonomik sınıfları tasfiye etmiş yerine kendi ideolojik anlayışlarına göre ‘sınıfsız sınıflar(?)’ ihdas etmiştir. Bu zorla düzenleme mayası Sovyet toplumunda ancak yetmiş yıl sürdürülebilmiştir. Sonunda 91’de yıkılan Sovyet imparatorluğu geriye kültürel düzenin tarumar edildiği, sosyal ve ekonomik sınıfların olmadığı bir enkaz bırakmıştır.

Malum olduğu üzere, Rus federal devletinin ilk burjuvası oligarklar olmuştur. Halbuki toplumda burjuvanın toplum içerisindeki anlamı çok daha başka ve derindir. Ayrıca toplum ara sınıflarından mahrum olduğu için sınıf geçişleri sağlanamamıştır. Sonunda, Rusya da siyasal ve sosyal yapı göz önündedir.

Kısaca, yüzyıllardır yavaş ve etkili dönüşümlerini sağlayan toplumlar, on dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren yirminci yüzyılın sonuna kadar birdenbire kısa zamanda cebri dönüşümlere uğratılmışlardır. Yirminci yüzyılın sonlarından itibaren de ideolojiler tasviye edilirken de aynı travmalar yaşanmaktadır ve daha çok yaşanacağa benzemektedir. Şimdi de ideolojiler tasviye edilirken de travmalar yaşamışlar, halen de yaşıyorlar. Bu travmanın ne kadar süreceği belli değildir. Ülkemiz de dünyanın bu gidişatından nasibini almış, yüzyıllık devletimiz halen bu travmaları yaşamaktadır.

Çeşitli ideolojik – çağdaş, insan hakları, özgürlük vs. adlar altında- sunulan bu sunumlar aslında sisteme hâkim olma mücadelesinin görünen yüzüdür. Bu kavramlardan öte, sisteme hâkim olmak, ülkenin gelir kaynaklarına hâkim olmak demektir. (Günümüzün modası) İnsan hakları, özgürlük, demokrasi toplumlara hoş gelen kavramlardır. İnsan dolayısıyla toplumlar için aynı zamanda gereklidir de… Çünkü iktidarlar toplumu hoşnut ettiği sürece ayakta kalabilir, iktidarını sürdürebilir. Kısaca bu karşılıklı menfaatleşmekdir.   

Adını zikrettiğimiz kavramlar hâkim gücün toplumu disipline etmenin argümanlarıdır. Ama bir anlamda da tolumu galeyana getirmenin de yöntemidir.

Ülke kaynakları toplumun ihtiyaçlarına göre dağıtılıp, insanların geleceklerinden emin olduğunda, yaşam için asgari ihtiyaçları karşılandığında, adı geçen kavramlar toplum tarafından çok da kale alınmaz.

Bunu sağlayan sistem, alternatif düşünce ve akımları kendi kontrollerinde manipüle ederler. Toplum da ülkede özgürlüğün, insan haklarının olduğu inancı içerisinde huzur içerisinde günlük yaşamını sürdürür.

Ülkemiz özelinde;

Yıkılan imparatorlunun enkazı üzerinde fukaralığın gırtlağa dayandığı, burjuva dahil sosyal sınıflarının olmadığı, milletleşmesini tamamlayamamış, çeşitli fikri akımların siyasal düzene hâkim olmak hevesi olan bir devletten söz ediyoruz. Böyle bir ortamda şüphesiz birtakım kırılıp, dökülmeler olacaktı. Olmuştur da!..

Ancak,

Her devrim, ana fikir itibarıyla halk adına halk için yapılır. Devrimin başarılı olması, halkın kabullenme derecesi ile doğru orantılıdır. Yoksa devrim baskı ve otoriteye dönüşür ki, sonuç hüsrandır.

Tarihi süreç içerisinde elbette toplumun dönüştürülmesi, uygarlığı yakalama, daha medeni bir toplum yaratma adına birtakım kararlar alınır. Bunlar doğaldır. Ama “ben yaptım oldu, ya da doğrusu budur” dayatmaları (toplum razı olmuş gibi görünse de/ gözükse de) sonunda ters teper. Sovyet örneğinde olduğu gibi tarihte bunun örnekleri çoktur.

Ülkemiz kronolojik olarak hangi yollardan geçti? Bunu konunun uzmanlarına bırakalım. İki bin iki de gelinen nokta;

Sisteme hâkim, (tüm devlet kurumları, ekonomisi ile) meşruiyetini halkından değil, kurucusundan alan, toplumun yarıya yakını köylerde yaşayan, çeşitli siyasal söylemlerle (siyasal partiler, sivil toplum örgütleri, seçim vs. ile özgür gözükse de) baskı altında tutulan ve hâkim gücün ulufelerine muhtaç bir toplum… Kendi medeniyetini geliştirememiş, tüm yaşamını “kurucuna göre” çağdaş yaşam adı altında şekillendiren bir yaşam anlayışı ile diretilmesi.

İki bin ikiden sonra (ne oldu ise) toplumun stabil yaşamının ters yüz edilmesi, köylerin boşaltılması, çeşitli adlar altında şekillenmiş (baş örtüsü yasağı gibi) yasakların kaldırılması… Anlıyoruz ki, ülkemiz artık yeni bir sisteme ve şekillenmeye doğru yol alıyor. Bunların hep bildik hak, hukuk, özgürlük adına yapıldığıdır. Ama gerçekten öyle mi? (Devam edecek)

 

 

 

 

 

 

 

1 Mart 2025 Cumartesi

ÇÖZÜM SÜRECİ Mİ YOKSA ÜLKENİN ÇÖZÜLMESİ Mİ?

    

Bundan birkaç yıl önce, face’de bir duvar yazımda, PYD Suriye’nin doğusunda IŞID’ı kovarak Suriye’nin üçte birini işgal edip çöreklenince “Kürtler, Suriye’de İsrail destekli devletlerini kurdular” mealinde bir yazı paylaşmıştım. Bunu okuma zahmetinde bulunan dostlarım “bizim çokbilmiş yazar arkadaşımız yine bir şeyler yumurtladı.” Demişler kendi kendilerine. Çünkü yüz yüze görüşmelerimde bunu hep yüzüme vurdular.

Bunu neden mi ön gürdüm. Çünkü, birincisi İsrail’in çevre ülkelerine karşı kullanacağı bir koçbaşı lazımdı. İkincisi İsrail dar alanda sıkışmış, ileride çekeceği su sıkıntısına çözüm olacak Fırat nehri, tarımsal üretim yapacak verimli toprakları ve üretim tesisleri kurabileceği, aynı zamanda nüfus transferi yapabileceği geniş topraklar için bulunmaz nimetti. Kürtlerin kuracağı bu devlet, yine (İran dahil) çevre ülkelerin enerji kaynaklarını kontrol edebileceği Ortadoğu’nun merkezinde ‘fedai’ bir devlet olacaktı.

Bunun için yapılan operasyon; önce Suriye’nin içinin karıştırılması, sonra İsrail’in çevresindeki vekalet güçlerinin tasfiyesi ve son olarak Esad’ın kovulması ile operasyon tamamlandı. Beş on yıldır yaşanılanların özeti bu… Diğer ayrıntılar ve itişmeler filmin dolgu malzemeleri ve selden kütük kapma yarışı.     

PKK bu olayların neresinde? Kürtlerin Suriye’nin doğusunu ele geçirmeleri için hazır militan kuvvetlere ihtiyaçları vardı. O da Kandil’in emrindeki militanlardı. Amerika destekli PKK militanları buraya kaydırıldı. Dolayısıyla Kandil ilgisini Anadolu’dan Suriye’ye kaydırdı. İşin tuhaf tarafı Amerika Kandil’in elebaşlarının başlarına ödüller koydu. Hem de hatırı sayılır ödüller. Kısaca Amerika PKK elebaşlarını Kandil’e hapsetti. Bizimkiler de bu arada kırmızı bülten çıkardılar. Zaman zaman Suriye’de ve Irak’ta operasyonlarla hatırı sayılır elebaşı avladılar. Suriye’de örgütlenen Kürtlerin yöneticilerini de dünyada terörle doğrudan ilişkilendirilmeyenlerden seçtiler.

Gelelim bugünlere…

Kandil’e sıkışmış, adı var kendi yok örgütün tasfiyesine gelmişti. Çünkü ileride bu gücün Suriye’de kendi soydaşları ile güç savaşına girmesi muhtemeldi. Böyle bir militan gücün bölge ülkeleri için tehlike arz ettiği kadar, Türkiye için de tehlikeli idi. Silahlı(terör) tehlikesi olduğu kadar, ayrıca Kürt siyasi hareketin üzerinde her zaman baskı unsuru olurdu. Yine Suriye’de kurulacak Kürt devletine Türkiye’nin razı olabilmesi için Türkiye’ye ödünler verilmeliydi. (Türkiye istese de engel olabilir-miydi?)

Kısaca Kandil PKK’sı hem Türkiye için hem de Kürtler için bir engel ve aynı zamanda tehlike idi. Öcalan vasıtası ile Kandil tasfiye ediliyor. Hadise bu. Geri kalan bilek güreşi yukarıda dediğim gibi “ne kaparsak kardır” hadisesinden başka bir şey değil. Türkiye ne verir, Kürtler ne kadarına razı olur bunu zaman gösterecek. Bu pazarlıkların içinde Erdoğan’ın özel istekleri olur mu, Türkiye’yi geçmişin vesayetinden kurtaracağız derken başka bir vesayete sokarlar mı? Yaşayıp göreceğiz. Bu konuda muhalefetin gücü nedir? Çok da olumlu bakamıyorum. Eğer oyun büyükse- ki öyle- muhalefetin buna gücü yeter mi? Hatta ‘yalancı pehlivanlık’ yapıyorlar gibi de geliyor bana. Televizyonlarda kimler ne demiş? Bunun üzerinde kafa yormak beyhude… Her şey arka odada cereyan ediyor.

Hatırlayanlar bilir… Sovyetlerin yıkılışına yakın Almanya’dan kalkıp Moskova’ya inen on yedi yaşındaki bir sabinin kıllandığı pırpırlı bir uçak hikayesi var. Vayy be dedik. Kızıl ordu amma da güçsüzmüş. Kızıl ordu nasıl olur da bu denli zayıf olur? Halbuki bu olay Kızıl ordu içindeki muhalifleri tasfiye için organize edilmiş. Gorbaçov başta savunma bakanı dahil yirmi bir kişiyi hapse tıkmış.

Neyse…

Bundan sonra ne olur? Kürt hareketi bitmez. Her ne kadar “demokratik zeminde siyaset” gibi insancıl cümleler kurulsa da… Mücadele evrim geçirdi, günün şartlarına uygun, başka bir zemine kayacak. Kürtlerin talepleri dünyada masum, insancıl, demokratik istekler olarak algılanacak ve hatta teşvik edilecek. Bu Türkiye üzerinde baskı unsuru oluşturacak. Batı Türkiye’nin en ufak talebi karşısında Kürt kartını oynayacak. Bu tip talepler Osmanlı zamanından bugüne kadar zaman zaman önümüze konmuştur.

Birincisi, bu tip talepleri savuşturmak için öncelikle çok güçlü bir ekonomiye sahip olmak gerekir. İkincisi, sosyal, sınıfsal ve siyasal anlamda çok iyi örgütlenmiş, kesimler arasında derin görüş ve anlayış farklılıklarının olmaması gerekir. Bunlar mevcut mu? Bu sorumun cevabı takdir edersiniz ki malum!..

Ekonomisi malum, toplumsal fayları derin, medeniyet ve kültürde sınıfta kalmış, siyasal sistemi, devleti ayakta tutan kurumları tartışılır hale gelmiş bir devletin çekiciliği ve kıymet-i harbiyesi ne kadar itibar görür. Ben Türküm ve bu vatanda öyle veya böyle yaşamak ve sahip çıkmak durumundayım.

Bir de Kürtler tarafından bakalım resme… “(Dışardan güdümlü de olsa) Suriye’de oturmuş sistemi, gelişmiş bir ekonomisi olan bir devletim varken ne diye (çekim alanım olmayan) bu Türkiye’yi benimseyip, sahip çıkayım ki? Yani (ekonomi, kültürel ve medeniyet yönünden) sahip çıkamazsan, çekim alanı oluşturamazsan sahip çıkarlar. Bu dünyanın gerçeği böyle…

Sıkıntı büyük… Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık… Hayırlısı… Büyükler daha iyi bilir!...

 

 

 

               

 

 



27 Ocak 2025 Pazartesi

SUÇ AKP’nin DEĞİL



 Şöyle düşünelim,

Sovyetler Birliği dağılmadan önce, ülke içindeki her türlü olumsuzlar sistem içindeki yanlış uygulamalardan olduğu düşünülüyordu.

Nitekim Gorbaçov Perestroyka (yeniden yapılanma) söylemiyle yola çıkmıştı. Yani sistemin yeniden ele alınıp, aksak yerlerinin düzeltilmesiydi. Bunun içinde Glasnost (açıklık)da vardı. Otoriter olan rejimin gevşetilmesi ve özgürlüklerin genişletilmesiydi. Uygulama Sovyetler Birliğinin yıkılmasını getirdi.

Netice itibarıyla,

Suç sistemin yanlış uygulanması değildi. Suç sistemin kendisiydi. Gorbaçov ve arkadaşları işin buralara kadar geleceğini tahmin etmişler-miydi? Bilemiyoruz. Belki de bildikleri halde kamuoyunun tepkilerinden çekindiler. Yumuşak geçiş yaptılar.

Bu arada; Sovyetler Birliğinin kansız yıkılması bir başarıdır. Ama kimlerin? Bunu da bilemiyoruz. En azından ben bilmiyorum. Zaten konum da değil.

Türkiye’ye gelelim,

2002 yılında AKP iktidara gelmeden önceki memleket ahvalini kısa notlarla hatırlayalım.

1923 yılında Cumhuriyet kurulduğunda ekonomisi ilkel tarıma dayanan, sosyal sınıf olarak burjuvası olmayan, çoğunluğu köylü, işçi sınıfı hak getire, orta sınıfı yetersiz, teşkilatlı ordu ve güvenlik güçleri ile idareci bürokrat sınıfı. Belirlenmiş siyasetçiler ile güdümlü bir meclis. Tüm ülkenin başında tek seçici ve yönetici bir lider

Mustafa Kemal’den sonra tek lider İsmet İnönü, sonrasında Menderes hükümetleri ve 1960 ihtilali. Asılan bir başbakan ile iki bakan. Hangi taraf haklı? Bu soruyu sormak yerine ülkenin kutuplaştırılması neden umursanmadı? Sorusunu sormak gerekmez mi?

71’ muhtırası ve akabinde 80’ darbesi…

Askerler memleketi düzeltmeye(!) alışmışlardı bir kere. Sonra Özal’la beraber liberal ekonomiye geçiş. Köyden şehre kitlesel yoğun göçler olmasa bile, hayatında kasabasından çıkmamışlar çalışmak için büyük şehirlerin yolarına düştüler.

90’la 2000’ler arası faili meçhul suikastlar, şüpheli siyasetçi ölümleri, 28 Şubat post modern darbesi ile geçti.

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana (CHP) dahil tüm partiler kendi zenginlerini yaratma derdine düştüler. Taraflı, yandaş, kısa zamanda köşeyi döndürmeler ve bu zenginler üzerinden siyasetçilerin nemalanmaları.

Kısaca,

Devlet kapanın elinde geleceği garanti alma aracı haline geldi. Bunun için, ekonomik kurumlar dahil, yargı, ordu, emniyet, bürokrasi…Kısaca devleti devlet yapan bütün kurumlar kullanıldı. Ama şu taraf ama bu taraf hiç fark etmedi. Emeni kapan ivedilikle buralara el attı.

Ordu “memleket sevdasından” ülke idaresinde hep baş aktör oldu. Gerekli gördüğünde (işine gelen mazeretlerle) siyasetçilere ayar verdi ve hatta onları hain ilan etti. Amacı için başta yargı dahil her kurumu kullandı. Bir tek ekonomik çevrelere el atmadı. Hatta (28 şubatta olduğu gibi) onlardan nemalandı.

Ben, ordunun (her ne kadar silahlı güç olsa da) ekonomik gücü arkasına almadıkça ülkeye ayar verecek kadar güçlü olabileceği kanaatinde değilim. Bunu not olarak ilave edeyim.

Ekonomik durumumuza gelince;

Cumhuriyet kurulurken burjuvamızın olmadığını söylemiştik. Devlet ekonominin lokomotifliğini ya kendi üzerine alır ya da özel sektöre yani burjuvaya terk eder.

Şöyle zannedilir, devlet ekonomik faaliyetlerinde stratejik davranır. Ama özel sektör (burjuva) kanalıyla yaptığında müdahale etmez. Bu tamamen yanlıştır. Devleti ayakta tutan unsurların başında ekonomi geldiğine göre bu şu anlama gelir, “ben bekamı yani geleceğimi burjuva kanalıyla yönlendirip, yöneteceğim.” Dolayısıyla burjuva ülkenin geleceği için çok önemlidir. Bir anlamda burjuva devletin ekonomi ayağıdır.

Burjuvanın bir başka görevi daha vardır ki… Hep göz ardı edilir. Medeniyetin lokomotifliğini de yapmak. Teknolojinin yanında medeniyet de ekonomi ile gelişir. Bu özet bilgiler ışığında şu soruyu soralım; burjuva üzerine düşen vazifeyi yerine getirdi mi?  Burjuvadan iki örneği araya sıkıştırayım. 50 yıldır otomotiv üreten bir burjuva kendi markasını yaratması gerekmez miydi? Hala montaj işiyle uğraşıyor. Bu nasıl bir ruhtur?

Yine öyle bir ülke ki,

İdeolojik olarak ayrışmış, ayrı dernekleri olan burjuvaları var. (!)

Kısaca, Eskişehir’in doğusundan bihaber bir burjuva!... Anadolu’dan kopuk, Anadolu’ya işi deposu ve tüketici gözüyle bakan bir “burjuva namzedi!”

Devam edelim,

Ülkemizin daha 2000 yılının başlarında %43’ü köylü idi.

Yani köylerde yaşıyordu. Siz dünyada %43 köylüden oluşmuş gelişmiş bir ülke gösterebilir misiniz?

Ama 2000 yılı öncesi siyasetçilerinin hemen tamamı seçim meydanlarında “köylünün” mahsulüne daha fazla fiyat vereceklerini vaat ediyorlardı. Halbuki o yıllarda dünya artık “akıllı tarım” teknolojisine geçiyordu.

Bir ülkenin ekonomisi sermaye sınıfı, eğitimli nüfusu ve akıllı yatırımları ile kalkınır. Ama ondan önce üzerinde mutabakat sağlanmış değerler manzumesine sahip olması gerekir.

Biz değerler dediğimiz zaman ideolojik fikirlerimiz aklıma geliyor. Halbuki ideoloji değer değildir. Gidilen yoldur.

Yüzyıllardır oluşmuş, toplumun zimmi olarak üzerinde mutabık kalmış yaşam felsefesidir. Zaman içerisinde birtakım değişimlere uğrasa bile, toplum kendi hayat tarzına göre şekillendirir.

Bunun örneğini Sovyetler Birliği ve Çin’de gördük. İdeolojik dayatma Sovyetler Birliğini çökertti, Çin’i dönüştürdü.

Başta da belirttiğimiz gibi Cumhuriyet olmayan burjuvasını halkın değerlerine göre oluşturamadı. Ama zengin yarattı, fırsatçılarını ihya etti.

Kısaca,

Tüm kurumlarımız ve sınıflarımız değerler verine politize olmuş kurumlar ve sınıflar haline geldi

Bu durumda olan bir ülke yönetimi 2002 yılında haydi düzelt diye AKP’ye teslim edildi.

AKP’yi kuranlara baktığımızda,

Baştakilerinin çoğunun politize olmuş, çatışmacı düzenden gelmiş… Arızanın sistemden değil, el değiştirmeyle çözülebileceğine inananlar olduğunu…

Köklü değişikler yapabilecek her türlü bilgiden yoksun olduklarını, becerilerinin de buna yetmeyeceğini…

En önemlisi,

Yıllardır hasret kaldıkları iktidar nimetlerinden (öncelikle) faydalanmadan, kısaca doymadan böyle bir işe soyunmayacaklarını bilmemiz gerekir.

Öbürlerinin devranı seksen yıl sürdü… Sabır!..

 

 

 

 






TARİHİN MEZAR KAZICILIĞI

  Bu tür tartışmalar eskiden de vardı gerçi… Ama son on yıldır( özellikle son birkaç yılda) ivmesi giderek arttı. Özellikle iktidar ortaya b...