22 Ekim 2018 Pazartesi

BELEDİYEMİZE MÜFETTİŞLER GELMİŞ...

MÃœFETTÄ°Åž GÖRSEL ile ilgili görsel sonucuBaşkanlık seçimlerine şunun şurasında altı aydan az bir zaman kaldı. Adaylarımız… Daha doğrusu heveslilerimiz birer ikişer sökün etmeye başladılar. Kimisi biraz mahcup, kimisi ise sosyal medyada artistik pozlar verip yandaşları vasıtası ile kendisini pazarlatarak.
Kimileri de daha baştan, orası olmasa da başka şeylere fitim… Yeter ki beni kendinizden bilin kabilinden.
Olacak o kadar. Bunlar er meydanının cilvelerinden.
Lakin… Bir de etraf kokularla da dolmaya, cadı kazanları kaynamaya başladı. Dört küsur yıl pür-ü pak giden belediyeler birden bire pis kokuların kaynağı haline geldi. Bu ne ki… Bir de seçime bir ay kala görünüz.
Kim ne haltlar yemiş de haberimiz yokmuş. İşin tuhaf tarafı bu pis kokuları kamuoyu ile paylaşanların kendilerinin pür-ü pak olup olmadıkları bir tarafa… Hayrola sermayeyi kullanmak yeni mi geldi aklına diyesi geliyor insanın.
Bütün bunlar seçmeni aptal yerine koymanın ve münafıklık üzerinden nemalanmaktır ki…
Sonu kullanan için hiç de hayra alamet değildir.
Dedim ya… Piyasada artık dedikodular dolaşmaya… Olaylar abartılmaya başlandı diye. Geçen gün bir dostum “haberin var mı? Ünye Belediyesine müfettişler gelmiş.” Dedi kendine has gülümseyerek.
Olur dedim. Belediye burası gelir de gider de.
Öyle deme dedi. Bu kez yandı gülüm keten helvası. On biri birden… Hem de Mülkiye Müfettişleri imiş.
(Sanki Müfettişliğin kitabını yazdım) Deme yahu… Mülkiyeliler de fena olurlar hani. Üstelik burunlarını da balta kesmez.
Durup dururken niye ki? Deyiverdim birden.
Bizim ki sanki hazır, nazır bekliyormuş gibi… Bir çırpıda sıralayıverdi. Arada bir Allah-Allah deyip şevke getirdim çok hevesliyi.
Sonunda,
Bak bendeniz garibin bu işlerde tecrübesi var. Eski kulağı kesiklerdenim ya… Seçime çeyrek kala bu külliyatlı Müfettiş meselesi iki şeye delalettir. Birincisi ya bu başkanı yiyecekler mana arıyorlar. İkincisi; Ya da ikinci bir defa seçime sokmak için pür-ü pak edip pis kokuları gül suyuna bulayacaklar.
Sonra ilave ettim. Ağalar, paşalar ve reisler her şeyi bizden iyi bilirler. Ağaların oyununa biz marabaların aklı ermez. Gel büroma gidelim, sana kahve ikram edeyim hem de bir anımı anlatayım.
Efendim sene 1989. Belediye Meclis üyeliğim biteli henüz iki ay olmuştu. Belediyeden telefon geldi. Müfettiş seninle görüşmek istiyor dediler. Ne işi olabilir diye düşünerek Müfettişin odasına girdim.
45-50 yaşlarında biri idi. Ben de 35’de var yok. Tanıştık, hoş, beş faslından sonra sana iki sorum olacak dedi.
Buyur dedim. Birincisi dedi… Belediye Başkanı İsmail Cerrahoğlu –ki ikinci bir defa aday gösterilmemişti- başkanlığı sırasında kaçak yapılara müsaade ederek rüşvet almış. İkincisi ise belediyeye bağış yaptırarak kaçak kat attırıyormuş. Bu konuda ne dersin?
Müfettiş bey Sayın Cerrahoğlu’nun rüşvet aldığına şahit olmadım. Şahit olmadığım bir şeye he diyemem. Zanlı da konuşamam. Ama rahmetli dedemin bir lafı vardı. “ Yattığın yere dikkat et.
Çünkü ya yoku bulaşır ya da kokusu.”
İkinci soruna gelince; Hangi enayi menfaati olmadan durup dururken belediyeye bağış yapar?
Sen onu, bunu bırak da haddimi aşarak sana bir tavsiyede bulunayım. Seni buraya gönderen irade Cerrahoğlu’nun ne yapıp ettiğini senden, benden delilleri ile beraber çok daha iyi biliyor. Aklı sıra sizin müfettişliğiniz ve benim de muhalifliğim üzerinden Cerrahoğlu’nun ümüğünü sıkacak. Bu işe ne beni ne de kendini alet et.
Müfettiş anladım dedi. Peşinden ilave etti… Senin ağzından ifadeni yazarım. Gönderdiğimde korkma altına at imzanı. Sana ziyan gelmez.
Gönderdiğinde tek satırını bile okumadan attım imzamı. Memleket hali bu… Dün de öyle idi bugün de öyle. Çene yormaya değmez.

15 Ekim 2018 Pazartesi

FINDIK HİKAYELERİ (4-Son)

Yaklaşık 2-3 milyar dolarlık ihracat geliri ile Trabzon’dan Samsun’a kadar tüm Karadeniz sahilinin yaşam biçimi haline gelmişse… Ve Karadeniz’in dik yamaçlarının erozyona uğramasını engelliyorsa… Böyle bir önemli ürün yok hükmüne getirilmemeli idi.
Yok, hükmüne getirmek? Bunu iki şekilde anlamalı.
Birincisi ekonomik gelir olarak. İkincisi ise yaşam biçimi olarak… Aslında bu iki unsur birbirine bağlıdır. Birini diğerinden soyutlayamayız.
Gelin görün ki,
Her ikisi de yıllar geçtikçe önemini yitirmekte. Ekonomik anlamda ülke gelirinden daha az pay almakta. Buna bağlı olarak da yaşamımızı daha az etkilemekte.
Artık fındık ayı diye bir şey kalmadı. Hem iş gücü ile yapılan işler makineleşerek zamanı kısalttı ve hem de karlılık azalınca ilgi azaldı. “Bitse de kurtulsak” seviyelerine geriledi. Her ne hikmetse fındık ürününü kaliteleştirmek ve ona katma değer katmak konusunda ne toplum olarak ne de iktidar olarak hiçbir gayretimiz yok. Şaşılacak bir durum.
Bu bize haklı olarak neden sorusunu aklımıza getiriyor. Neden böyle oldu? Hikâyesi uzun. Çok yönlü çalışma ve anlatım gerekli. Zaten yazı tefrikamızın formatı da bu değil. Olsa-olsa yaşı kemale ermiş, doğma büyüme fındığın içinde olan yazarın serzenişlerinden öteye gitmez yazılacaklar.
Ama görmemek, hissetmemek ve yazmamak da mümkün değil. İlla kıyısından, köşesinden dokunacağız.
Sovyetlerin yıkılmasından sonra Dünya yeni bir yola girdi. Gelişmiş Dünya sanayi çağını atladı. İletişim ve teknoloji çağına girdi. Hayatın her alanında teknoloji söz sahibi… Teknolojide duygusallık olmuyor. Her şey karlılık ve olanı daha da geliştirmek üzerine...
Ben havlimin başında oturayım devlet bana baksın mantığı bitti. Zaten Dünya da artık “rahat dursunlar” diye de seni süspanse etmiyor. Ayrıca dünya tarımda bilimi sonuna kadar kullanıp ticari kuralların en acımasızını uyguluyor. Tarım ve hayvancılıkta genetikle dalga geçiyor.
Bırakalım “köylülüğü” artık çiftçilerin esamisi bile okunmuyor. Teknolojiyi ve bilimi sonuna kadar kullanan, genetiğin kitabını yazan bir dünya var karşımızda. Ama biz Ziraat Odalarının, Tarım Müdürlüklerinin duvarlarında “Köylü Milletin Efendisidir” sözünü kocaman harflerle yazmayı marifet sayıyoruz. Hâlbuki bu söz zamanında hangi seçim meydanlarda kimleri gaza getirmek için söylenmiştir kim bilir? Öyle değilse bile Dünyanın gidişatı düşünülmeden söylenmiş öylesine bir sözü şiar yapmam. Hele de bu zamanda.
Çünkü gelişmiş ülkeler o zamanlar sanayi toplumuna son hızla geçerlerken köylülüğü tasfiye ediyorlardı. Komünist ülkeler bile kolhozları geliştirmenin peşinde idi.
Neyse… Zannedilir ki AKP Hükümetinin fındık politikası yok. Bal gibi var. Nedir diye sorarsanız bunun hikâyesi de uzun derim.
Ama şu kadarını söyleyeyim; Hiçbir kaygısız, pervazsız, patavatsız hükümetler bile böyle bir tarım politikası gütmez. Demek ki kendilerinden eminler ve bir bildikleri var herhalde... Zaman gele hayır ola demekten öte bir şey diyemiyoruz.
İşin tuhaf tarafı fındığı bu denli başıboş bırakıp ve –hadi diyelim ki- fındığın yerine başka bir şey ikame etmek istenebilir. O da yok. Bu tekelleşmenin altında neler var… Hüccete gitmeden ahh bir öğrenebilsem. Yoksa gözlerim açık gidecek.
Size kısa bir fındık hikâyesi anlatayım da bu “acıklı” konunun son tefrikasına nokta koyalım. En azından gülümseyerek bitirelim.
Vaktiyle fındık harmanını beklesin diye bir yıl boyunca şehirde baktığımız Arap adlı bir köpeğimiz vardı. Fındık harmanını layıkıyla beklesin diye beslediğimiz Arabımız fındık ayı gelince kızan olmuş dişi köpeklerin peşine gider, harmandan kaçardı.
Tam bir ay sonra fındık harmanı bitip şehre yollanacağımız sırada bir deri bir kemik yılışarak gelirdi. Yine tekrar on bir ay boyunca iti semirtmek için canımız çıkardı…
Biz iyiliksever, yufka yürekli-miydik yoksa avanak-mıydık? Ama emin olduğum bir şey var… O da itimizin bizden uyanık olduğu.

18 Eylül 2018 Salı

FINDIK HİKAYELERİ (3)

İnsanoğlu nedense silahlara çok meraklı… Hele erkekler kendilerini silahları ile ifade ediyor. Bu tarihin her devrinde böyle olmuştur.
Elbette Ünye ahalisi de silahlara oldukça meraklı. Her ne kadar konumuzla yani fındıkla alakalı olmasa bile söz etmeden geçemeyeceğim.
Vaktiyle-ki bu 80’li yıllara dayanır- Ünye’ye bir emniyet müdürü atanır. Geldiğinin ilk günlerinde Ramazan arifesinde akşam ezanına yakın şehrin her yerinden silahlar atılmaya başlanır. Atılma ki ne atılma…
Etraf silah sesinden yıkılır. Emniyet Müdürü neye uğradığını şaşırır. Apar-topar makamından dışarıya fırlar. Yardımcısı ne olduğunu anlatır da müdürümüz derin bir nefes alır.
Neyse,
Ünye’nin malum iki karşılıklı tepesi vardır. Bunlardan denizden bakıldığında Bayramca Tepeleri, diğerleri ise Kiraztepe, Saca ve Saraçlı tepeleri.
Bayramca’da nispeten hane azdı. Çancılar, Debreliler ve Cemal dayılar. Bunlar Bayramca’nın tepesinde meskûn hanelerdi. Yamaçlarında sırasıyla Makaracı Sedatlar, Covaliler, bizler yani Halıcılar ve Kabayeller. Covaliler hariç hepimiz fındık mevsiminde çadır kurardık. Covalilerin at ve eşekleri vardı. Her gün sabah gelip akşam giderlerdi.
Karşımızda yani Kiraztepe ve Saca da ise sahiplerinin adlarını hatırlayamadığım üç-beş tane çadır kurulurdu. Saraçlı yerleşik meskûn yer olduğu için çadır kurulmazdı.
Her akşam ezan okunduktan sonra karşılıklı atışmalar başlardı. Sonra atışmalar yarışa dönerdi. Kim daha fazla atacak diye. Biz Halıcılar üç hane idik. Bizde tabanca yoktu. Olsa da babam ve amcamlar böyle şeylere itibar etmezlerdi. Biz amca uşakları mantarları yere dizerek sanki tabanca atıyormuş gibi kazmanın küpüsüyle patlatırdık. Bizim için fındık gecelerinin vazgeçilmez eğlencelerinden biriydi.
Bir başka eğlencemiz de, İşlerin yavaşladığı zamanlarda gece sinemaya gitmekti. O akşam heyecanla banyomuzu yapar, yemeğimizi yer, temiz elbiselerimizi giyer yola koyulurduk. Gecenin karanlığında fındık bahçelerinin ve mısır tarlalarının cılka yollarında gitmek bizim için ayrı bir heyecandı. Bazen fındık dallarına çarpar bazen de mısır yapraklarının yüzümüzü jilet gibi kesen yapraklarına sürtünerek geçerdik. Bunlar bize hiç de eziyet olmazdı.
En önde giden yolu açar, dalları elleri ile kenara çeker, mısırları kenarlara iterdi. Bazen de munzurluğu tutar dalları kasten yay gibi gerdikten sonra aniden bırakır dallar arkadan gelenin suratında patlardı.
Dönüş yolunda biraz uykulu olsak bile filmin kritiği çadırlara kadar sürerdi. Bu arada yaşça büyükler cigaralarını tüttürürlerken bizler de iç geçirirdik.
Fındık tefrikamı okuyan bir genç dostum o zamanlar fındığı nasıl harman yaptığımızı sordu. Anlattığımda “vay canına fındık harmanlamak ne kadar da zormuş” dedi. “Delikanlı fındık boşuna ucuzlamadı. Reis diyor ki “ne kadar emek o kadar ıskat.” Dediğimde “reise hayranlığım bir kat daha arttı amca” dedi.
Konumuz siyaset olmadığına göre son cümlelerimi lütfen itibara almayınız. Size fındığı nasıl harman yaptığımızı kısaca anlatayım da genç yetmelerin merakını gidermiş olalım.
Daldan toplanan fındık harmana serildiğinde daha henüz “göğ”dür. Harmanda iyice kuruyana kadar bekletilir. Her gün de karıştırılır ki hepsi homojen bir şekilde kurusun. Ayrıca rutubetlenip küflenmesin. Sonra akşamları uzun andallar yapılır. Andal dediğimiz fındık harmanın yettiğince bir metre eninde 50-60 cm yüksekliğinde bir araya toplanmasıdır.
Sonra akşamdan yeterince ıslatılarak sabaha kadar yumuşaması sağlanır. Gün ışıdığında tırmıkla dövülerek fındık kapçuğundan çıkartılır. Bu birkaç defa tekrarlanır. Sonra teklemeye kalanlarla ayıklanmamış olanlar bir araya toplanır. Tırmıklanarak fındığından ayrılmış kapçuklar tek-tek elden geçirilir. Kapçuğundan ayrılan fındıklar da rüzgârda savrularak tozundan, çer çöpünden ayrılır. Sonra kurutulmak için serilir.
Kururken de koruğu, çürüğü, boşu elle seçilir.
Elbette eskiden fındık harmanının nasıl yapıldığını anlatmak üç satırla geçiştirilebilecek ve bu şekilde anlamak da mümkün değil. Burada geçmiş yıllarda fındık harmanı zahmetinin bugünkünden çok daha fazla olduğunu ifade etmeye çalıştım. O kadar.
Gelecek hafta da devam edelim ve sıkmadan sonlandıralım.

12 Eylül 2018 Çarşamba

FINDIK HİKAYELERİ (2)

Çuvalcı mı olsa idim ne? Şimdi bile çift yevmiye alıyorlar. Lakin o bile yavaş-yavaş miadını dolduruyor. Eskiden bir çuvalcılar vardı bir de eşekler. Patpatlar daha dünkü icat.
           Dünkü icat dedim de… Aklıma geldi. Patoz çıkalı şunun şurasında ne oldu ki? Ben diyeyim kırk siz deyiniz kırk beş. Yani bir buçuk nesil… O kadar.
           Patoz yerine kullanılan bir takım “uyduruk” aletler vardı ama patozun ilk rotatifi Karadeniz’e yetmişli yıllarda geldi. Nereden geldi, nasıl geldi bilemiyorum. Patozla olan ilk tanışmam yetmiş beşli yıllarda oldu.
           Hikâyesi uzun… Dernekte para toplamamız icap etti. Dedik ki “fındık zamanı herkes ya yevmiyeye gitsin, ya babasının harmanından bir teneke fındık aşırsın. Fakat şu güne kadar paraları getirsin. Biz de dört arkadaş rahmetli Avukat Cemil Yürür’ün Kiraz Tepedeki harmanında Patoza fındık verdik. Beş saat anamız ağladı. Yüzer lira para aldık. Gittik emaneti yerine teslim ettik.
          Para kazandım ama anamdan da bir ton azar işittim. Üst-baş perişan… Kadın haklı. Kirlileri el ile yıkayacak. İşte benim ilk Patoz hikâyem bu şekilde. Patoz’u öyle herkes kiralayamazdı. Birincisi yol iz yoktu. İkincisi, biraz da tuzluca idi…
          Elbette devran değiştikçe ve yaşam anlayışları farklılaştıkça ayların da önemleri ona göre değişiyor.
           Temmuzun sonu ile Eylül ortaları arasının adı fındık ayı idi. Ondan önceki iki ayda düğün zamanı idi.
           Peki, Eylül ile Ekim sonu arasına ne denirdi? Erkeklik ayı.
           Öyle ya,
            Harmandaki fındıklar tüccara teslim edilip bakiyeden arta kalanlar destelenmiş, delikanlıların kimisinin cebinde yevmiye veya baba kıyağı ya da harman aşırtması, genç kızlar da ise ya yevmiye ya da başak paraları harcanmak için gün sayıyor.
           Ama en önemlisi erkeklik ayı isminin sadece kabaran ceple ve hafta günü sergide harcanacak para ile alakalı olması değildi.
           Eylül ve Ekim ayları aynı zamanda hesap görme, hesaplaşma ayları idi de. Zaten “erkelik ayı”  ismi de asıl buradan gelirdi. Başkaları ile hesabı olanlar bu ayı beklerlerdi. Bir yıl bununla ilgili planlar yaparlardı.
           Düşünsenize,
           Hasmın defterini dürmek için silah, avukat, rüşvet hep para ile dönen şeyler. İçeride adam besleyeceksin o da para. Kiralık tuttun o hep para. Kızıldığında söylenen cümle  “ulan bu yılın fındığını senin kıçında harcamazsam” idi. Niyet erkeklikse illa hasma gerek yok. Mevsimlik pavyonlarda bela çok. Velhasıl özellikle Eylülün son yarısı ile Ekimin ilk yarısı püsür aydı.
           Bu aylarda her Çarşamba yani Ünye’nin Haftası günü Niksar caddesinin Karayolu bağlantısı ile Stadyum arası Teksas’a dönerdi. Her hafta mutlaka vukuat olurdu.
           Dokuz yüz yetmiş beşten sonra Kabadayılar çekildi. Bu iş yavaş-yavaş sağ-sol çatışmasına döndü. Daha doğrusu onlara havale edildi.
           Olaylar, hesaplaşmalar neden çoğunlukla buralarda olurdu da başka yerlerde nadir olurdu?
           İhtimal ki;
            Burası hafta günleri çok kalabalık olurdu. İşini görenler kalabalığa karışırdı. Bir başka neden de şu andaki Telekom’un arkası mısır tarlaları idi. Oradan izini kaybettirmek kolay olurdu. Zaten hasımlar da katilin peşinden gidemezlerdi. Gittikleri takdirde mısır tarlasında pusuya düşmek tehlikesi de vardı.
            80 ihtilalinden sonra hasımlıkla beraber Eylül ayının erkekliğinin bir yönü budanmış oldu. Ama ticaretle olan yönü devam etti.
             Galiba Fındık Hikâyeleri daha birkaç hafta sürecek. Bu yazım yazı dizisi anlayışından çok; aklıma gelenleri yazıya dökmek şeklinde oluyor. Aslında Orta Karadeniz için önemli gelir kaynağı olduğu kadar kültürel yapısının omurgasını da teşkil eden fındığın romanını yazmayı çok isterdim.
             Oma onun için kabiliyet ve zaman gerekli. İşte o bende muamma… Gelecek hafta görüşmek üzere…


           

27 Ağustos 2018 Pazartesi

FINDIK HİKAYELERİ(1)


       fındık hikayeleri ile ilgili görsel sonucu
Gerçi… Artık fındığın kendisi de hikâye oldu ya… Rahmetli Eceanam bazen dellendi mi “ne başı belli ne de kıçı.” Derdi.
         Onun gibi bir şey. Fındığın ne başı belli ne de kıçı. Fındığa ne üretici önem veriyor ne de alıcı. Kökü kurusa da kurtulsak kabilinden… Hani bazen de  bu milletin üzerine  külfetmiş hissi de vermiyor değil.
         Geçen gün Gürcü çalışanımla sohbet ederken Yakup Efendi “bizim bu yıl iki yüz kilo fındığımız oldu.”
         Değince bende merak sardı. Bu iş nasıl oldu dedim.
         Çalışanım; Bundan üç yıl önce kardeşim buradan fındık fidesi götürdü. Yetişti, bu yıl iki yüz kilo fındıkları oldu.
         Desene kardeşin köşeyi döndü…
         “Efendi Türkiye’de kim döndü ki Batum’da da dönecek?”
         Şu “bizim İtalyanlar” var ya… Diyecekken vazgeçtim.                                       
         Çalışanım da artık bu işten iki yakamızın bir araya gelemeyeceğini anlamış dedim kendi kendime.
         Bir ara merakıma mucip oldu sordum; Harmanı ne zaman yaptınız?
         “Biz harman yapmadık.”
         Eee… Fındığı nasıl ayıkladınız deyince gündüz topladığımızı annem gece ayıkladı dedi. Nasıl yani? Dedim. Siz kapçuklu fındığı kurutmadan el ile mi ayıkladınız?
         Efendi bizde patoz mu var? Dedi haklı olarak.
         Vay beee… Dedim kendi kendime. Fındık üretim teknolojisinde ülke olarak epeyi ilerlemişiz de haberimiz yokmuş.
         Osman desene epeyi alacak yolunuz var. Gel sana eskiden yani patoz henüz icat edilmemişken fındık harmanını nasıl yaptığımızı anlatayım da bir daha çile çekmeyin.
         Yazım işte bu yaşanmıştan çıktı.
         Kendimle baş başa kaldığımda hey gidi günler dedim. Bir ton fındık için toplama dâhil bir ay gece gündüz uğraşırdık. Öyle ithal fındık amelesi de yoktu. Hepsi yerli… Hepsi geçen yıldan behlenmiş.
         Ömr-ü hayatım boyunca fındık toplamayı sevemedim. Güneşin alnında fındığı dallardan tek-tek koparmak kadar illetime giden bir şey olmamıştır.
Ne yani siz fındığı daldan tek-tek elle mi topluyordunuz? Diyen yeni yetmeler var aranızda.
Eskiden motorlu tırpan mı vardı yeğenlerim. Kara tırpanla alınan ot da o kadar olurdu hani… Fındığı taneletip kurda-kuşa yem mi edelim yani. Bir de kara yağmurlarda çamura gark edip çürütmek de vardı işin ucunda.
         Şimdi öyle mi? Motorlu tırpan ne güne duruyor? Üstelik o da yetmiyor… Üstüne bas ısırgan ilacını toprak bakır gibi olsun anasını satayım. Sonra dök fındığı yere, topla el ayak dikene, ısırgana bulaşmadan. Öyle fındığı iki büklüm olmuş gocalmış rahmetli Eceanam da toplardı. Zaten fındık toplama yaşı da epeyi düştü.
Hatta kasten düştü. Çünkü fındığı yerden toplamayı çocuklar daha iyi beceriyorlar. Zaten daldan toplayın desen de toplayamazlar.
Geçen gün çalışanımın  hanımına şu fındığı daldan bir topla da göreyim dedim. Kadıncağız Allah ne verdi ise dala asılmıştı da… Dal neye uğradığını şaşırmıştı.
         Dedim ya… Fındık toplamayı hiç sevemedim.Hep kaytardım.Ama on üç-on dört yaşıma kadar ameleye su taşıdım.
         “Hadi evladım ölmüşlerinin canı için bize Çaygara’dan taze su getir.” Her on beş dakikada bir tekrarlanan bu rica/emire öyle gıcık kapardım ki… Sonunda bir gün bizim ölüler cehennemlik mi… Neden durmadan su içiyorlar?” Demiştim. Demiştim ama soluğu da bahçenin öbür başında almıştım. Üç gün babama kırk adımdan fazla yanaşamadım.
         Sonunda haklı çıktım dersem konumun mayhoşluğuna edep dışı kalır gibi geliyor bana.
         Su işinde resti çekmem para etmedi. Bu sefer de tabanca zoru ile getirttiler. Dedim ki “ulan Yakup bu dünyadakilerle bozuşuyorsun. Hiç olmazsa ölülerle iyi geçinse idin… Öbür tarafa gidince bir bardak suyun hatırı olurdu.
          Sonunda çuvalcılığa terfi ederek ben su taşımaktan, ölüler de rahmet okunmaktan kurtuldu.Bana en münasibi çuvalcılıktı. Bundan hiç öykünmedim. Ömrün kendisi hamallık değil mi? İki çuval taşı… Sonra da çuvalların arasında on beş dakika kestir. Arada bir de Bafra cigarasını ortadan ikiye bölüp tüttürmesi yok mu ya ömre bedeldi hani. Sonra da dal mal-u hülyalara…
          O zamanlar cep telefonları yoktu ki içinde olduğum dünyadan bihaber yaşayayım.
            Arkası yarın yapalım mı? Arkası gelecek hafta…


27 Ocak 2018 Cumartesi

ZOR SORU…

       
       
         Ömr-ü hayatım boyunca hep Ulu Büyük Dedemi örnek aldığımı cümle âlem bilir. 
         Bilir bilmesine de…
         Rahmetlinin; “hayatınızı haddinden fazla ciddiye almayın… Yoksa çekerinizin yayları tarumar olur.” Sözüne nedendir hiçbir zaman uyamadığımı da bilmezler.
         Bir gün rahmetli anacığımı çaresizliğine derman olsun diye doktora götürdüğümüzde; “hayatı ciddiye alma” sendromu geçiriyor demişti de… Doktora bıyık altından gülmüştüm.
         Anacığımın yaşı doksanı aşmış olmasına rağmen bu denli hayata pür dikkat kesilmesinin aslında bir araz olabileceğini kim akla getirebilir ki?
        Müstesna güneşli bir kış sabahında; Rahmanın lütfu sayacağımıza… “Güneş bugün 'azacuk' paslı mı ne?” Demenin ne manası vardır.
         Ya da,
         Fırından yeni çıkmış yavluya bakıp “ulan deyyus ucunu da yakmış” diyeceğimize “Şükürler olsun Rabbim… Bana lütfettin… Yiyemeyenler de var…” Demek aklımızın ucundan neden geçmez?
         Bu son yazdığım paragraf hayatı ciddiye almaktan öte; “bencilliğin daniskası” değil de ne... Diyenleriniz çoğunlukta olacaktır.
         Haklılar elbet…
         Her şeyi ciddiye alıp, mükemmeli yakalamak uğruna “ben merkezli” eleştiri oklarını sağa, sola savurmak bir anlamda bencillik değil de ya nedir?
         Her şeye kulp bulmanın amacı mükemmele varmaksa eğer; buna değil bir ömür…Kainatın kendisinin bile yetmeyeceğinin idrakinde değilsek… Heba olacak ya da olmuş ömrün neticede kendine bile faydasının olmadığını, belki son nefesimizde de fark edemeyebiliriz.
         Öyleyse neden yaşadın? Bu sorunun cevabı muallakta mı kalmalı?
         Siz bu sorumun cevabını düşüne dururken… Ben konuya bir başka cenahtan yanaşayım;
         Geleceğe 'iyi ve hayırlı' bir miras bırakmak için yırtınıp durduğumuzda; şunu hiç düşündük mü? “Onca didinmelerimizin sonunda kadir, kıymet bilinecek mi?”
         Öyle ya,
         “Altın ile sözün kıymetini tartısı hassas olanlar anlar…” Derdi rahmetli Eceanam… O misal, mirasyediler acaba bunun kıymetini idrak edebilirler mi?
         Demek ki; “marifet mülk mirasını- çoktan ziyade- kadir, kıymet bilene bırakmaktır…” Diyen Ulularımız ne kadar da haklılarmış.
         Dedim ya… Sözü başka istasyona taşıdım diye… Bununla devam edelim;
         Biz (yaşımız itibarıyla) Yetmişliler Kuşağı, memleketi kurtarmak sevdasına gark olmaktan, kendimize zerre kadar faydamızın olmadığını fark edemedik bile.
         Varsa, yoksa memleket… Varsa, yoksa dava… Varsa, yoksa ideoloji… Ya da mirasyediler.
         “Memleket” için yırtındık, kıçımızı yırttık…” Lakin ne Güneşin sıcaklığını, ne Ayın halesini, ne de mor menekşenin uç vermesini keyifle ne hissettik ne de seyrettik…”
         Yeter ki memleket kurtulsun…
         Bilemedik ki… Hangi mirasyediye miras kalacak? 
         Memleketi kurtardık da… Kendimizi ve en önemlisi Mirasyediyi kurtarabildik mi? 
         Soru zor… Cevabı daha da zor…

  Kalemi kırmışlar bir kere...  Temyiz etmenin ne kârı var.  Hükmünü  erteleme kadı...  Ruhuma zulmün ne kârı  var.