18 Eylül 2018 Salı

FINDIK HİKAYELERİ (3)

İnsanoğlu nedense silahlara çok meraklı… Hele erkekler kendilerini silahları ile ifade ediyor. Bu tarihin her devrinde böyle olmuştur.
Elbette Ünye ahalisi de silahlara oldukça meraklı. Her ne kadar konumuzla yani fındıkla alakalı olmasa bile söz etmeden geçemeyeceğim.
Vaktiyle-ki bu 80’li yıllara dayanır- Ünye’ye bir emniyet müdürü atanır. Geldiğinin ilk günlerinde Ramazan arifesinde akşam ezanına yakın şehrin her yerinden silahlar atılmaya başlanır. Atılma ki ne atılma…
Etraf silah sesinden yıkılır. Emniyet Müdürü neye uğradığını şaşırır. Apar-topar makamından dışarıya fırlar. Yardımcısı ne olduğunu anlatır da müdürümüz derin bir nefes alır.
Neyse,
Ünye’nin malum iki karşılıklı tepesi vardır. Bunlardan denizden bakıldığında Bayramca Tepeleri, diğerleri ise Kiraztepe, Saca ve Saraçlı tepeleri.
Bayramca’da nispeten hane azdı. Çancılar, Debreliler ve Cemal dayılar. Bunlar Bayramca’nın tepesinde meskûn hanelerdi. Yamaçlarında sırasıyla Makaracı Sedatlar, Covaliler, bizler yani Halıcılar ve Kabayeller. Covaliler hariç hepimiz fındık mevsiminde çadır kurardık. Covalilerin at ve eşekleri vardı. Her gün sabah gelip akşam giderlerdi.
Karşımızda yani Kiraztepe ve Saca da ise sahiplerinin adlarını hatırlayamadığım üç-beş tane çadır kurulurdu. Saraçlı yerleşik meskûn yer olduğu için çadır kurulmazdı.
Her akşam ezan okunduktan sonra karşılıklı atışmalar başlardı. Sonra atışmalar yarışa dönerdi. Kim daha fazla atacak diye. Biz Halıcılar üç hane idik. Bizde tabanca yoktu. Olsa da babam ve amcamlar böyle şeylere itibar etmezlerdi. Biz amca uşakları mantarları yere dizerek sanki tabanca atıyormuş gibi kazmanın küpüsüyle patlatırdık. Bizim için fındık gecelerinin vazgeçilmez eğlencelerinden biriydi.
Bir başka eğlencemiz de, İşlerin yavaşladığı zamanlarda gece sinemaya gitmekti. O akşam heyecanla banyomuzu yapar, yemeğimizi yer, temiz elbiselerimizi giyer yola koyulurduk. Gecenin karanlığında fındık bahçelerinin ve mısır tarlalarının cılka yollarında gitmek bizim için ayrı bir heyecandı. Bazen fındık dallarına çarpar bazen de mısır yapraklarının yüzümüzü jilet gibi kesen yapraklarına sürtünerek geçerdik. Bunlar bize hiç de eziyet olmazdı.
En önde giden yolu açar, dalları elleri ile kenara çeker, mısırları kenarlara iterdi. Bazen de munzurluğu tutar dalları kasten yay gibi gerdikten sonra aniden bırakır dallar arkadan gelenin suratında patlardı.
Dönüş yolunda biraz uykulu olsak bile filmin kritiği çadırlara kadar sürerdi. Bu arada yaşça büyükler cigaralarını tüttürürlerken bizler de iç geçirirdik.
Fındık tefrikamı okuyan bir genç dostum o zamanlar fındığı nasıl harman yaptığımızı sordu. Anlattığımda “vay canına fındık harmanlamak ne kadar da zormuş” dedi. “Delikanlı fındık boşuna ucuzlamadı. Reis diyor ki “ne kadar emek o kadar ıskat.” Dediğimde “reise hayranlığım bir kat daha arttı amca” dedi.
Konumuz siyaset olmadığına göre son cümlelerimi lütfen itibara almayınız. Size fındığı nasıl harman yaptığımızı kısaca anlatayım da genç yetmelerin merakını gidermiş olalım.
Daldan toplanan fındık harmana serildiğinde daha henüz “göğ”dür. Harmanda iyice kuruyana kadar bekletilir. Her gün de karıştırılır ki hepsi homojen bir şekilde kurusun. Ayrıca rutubetlenip küflenmesin. Sonra akşamları uzun andallar yapılır. Andal dediğimiz fındık harmanın yettiğince bir metre eninde 50-60 cm yüksekliğinde bir araya toplanmasıdır.
Sonra akşamdan yeterince ıslatılarak sabaha kadar yumuşaması sağlanır. Gün ışıdığında tırmıkla dövülerek fındık kapçuğundan çıkartılır. Bu birkaç defa tekrarlanır. Sonra teklemeye kalanlarla ayıklanmamış olanlar bir araya toplanır. Tırmıklanarak fındığından ayrılmış kapçuklar tek-tek elden geçirilir. Kapçuğundan ayrılan fındıklar da rüzgârda savrularak tozundan, çer çöpünden ayrılır. Sonra kurutulmak için serilir.
Kururken de koruğu, çürüğü, boşu elle seçilir.
Elbette eskiden fındık harmanının nasıl yapıldığını anlatmak üç satırla geçiştirilebilecek ve bu şekilde anlamak da mümkün değil. Burada geçmiş yıllarda fındık harmanı zahmetinin bugünkünden çok daha fazla olduğunu ifade etmeye çalıştım. O kadar.
Gelecek hafta da devam edelim ve sıkmadan sonlandıralım.

12 Eylül 2018 Çarşamba

FINDIK HİKAYELERİ (2)

Çuvalcı mı olsa idim ne? Şimdi bile çift yevmiye alıyorlar. Lakin o bile yavaş-yavaş miadını dolduruyor. Eskiden bir çuvalcılar vardı bir de eşekler. Patpatlar daha dünkü icat.
           Dünkü icat dedim de… Aklıma geldi. Patoz çıkalı şunun şurasında ne oldu ki? Ben diyeyim kırk siz deyiniz kırk beş. Yani bir buçuk nesil… O kadar.
           Patoz yerine kullanılan bir takım “uyduruk” aletler vardı ama patozun ilk rotatifi Karadeniz’e yetmişli yıllarda geldi. Nereden geldi, nasıl geldi bilemiyorum. Patozla olan ilk tanışmam yetmiş beşli yıllarda oldu.
           Hikâyesi uzun… Dernekte para toplamamız icap etti. Dedik ki “fındık zamanı herkes ya yevmiyeye gitsin, ya babasının harmanından bir teneke fındık aşırsın. Fakat şu güne kadar paraları getirsin. Biz de dört arkadaş rahmetli Avukat Cemil Yürür’ün Kiraz Tepedeki harmanında Patoza fındık verdik. Beş saat anamız ağladı. Yüzer lira para aldık. Gittik emaneti yerine teslim ettik.
          Para kazandım ama anamdan da bir ton azar işittim. Üst-baş perişan… Kadın haklı. Kirlileri el ile yıkayacak. İşte benim ilk Patoz hikâyem bu şekilde. Patoz’u öyle herkes kiralayamazdı. Birincisi yol iz yoktu. İkincisi, biraz da tuzluca idi…
          Elbette devran değiştikçe ve yaşam anlayışları farklılaştıkça ayların da önemleri ona göre değişiyor.
           Temmuzun sonu ile Eylül ortaları arasının adı fındık ayı idi. Ondan önceki iki ayda düğün zamanı idi.
           Peki, Eylül ile Ekim sonu arasına ne denirdi? Erkeklik ayı.
           Öyle ya,
            Harmandaki fındıklar tüccara teslim edilip bakiyeden arta kalanlar destelenmiş, delikanlıların kimisinin cebinde yevmiye veya baba kıyağı ya da harman aşırtması, genç kızlar da ise ya yevmiye ya da başak paraları harcanmak için gün sayıyor.
           Ama en önemlisi erkeklik ayı isminin sadece kabaran ceple ve hafta günü sergide harcanacak para ile alakalı olması değildi.
           Eylül ve Ekim ayları aynı zamanda hesap görme, hesaplaşma ayları idi de. Zaten “erkelik ayı”  ismi de asıl buradan gelirdi. Başkaları ile hesabı olanlar bu ayı beklerlerdi. Bir yıl bununla ilgili planlar yaparlardı.
           Düşünsenize,
           Hasmın defterini dürmek için silah, avukat, rüşvet hep para ile dönen şeyler. İçeride adam besleyeceksin o da para. Kiralık tuttun o hep para. Kızıldığında söylenen cümle  “ulan bu yılın fındığını senin kıçında harcamazsam” idi. Niyet erkeklikse illa hasma gerek yok. Mevsimlik pavyonlarda bela çok. Velhasıl özellikle Eylülün son yarısı ile Ekimin ilk yarısı püsür aydı.
           Bu aylarda her Çarşamba yani Ünye’nin Haftası günü Niksar caddesinin Karayolu bağlantısı ile Stadyum arası Teksas’a dönerdi. Her hafta mutlaka vukuat olurdu.
           Dokuz yüz yetmiş beşten sonra Kabadayılar çekildi. Bu iş yavaş-yavaş sağ-sol çatışmasına döndü. Daha doğrusu onlara havale edildi.
           Olaylar, hesaplaşmalar neden çoğunlukla buralarda olurdu da başka yerlerde nadir olurdu?
           İhtimal ki;
            Burası hafta günleri çok kalabalık olurdu. İşini görenler kalabalığa karışırdı. Bir başka neden de şu andaki Telekom’un arkası mısır tarlaları idi. Oradan izini kaybettirmek kolay olurdu. Zaten hasımlar da katilin peşinden gidemezlerdi. Gittikleri takdirde mısır tarlasında pusuya düşmek tehlikesi de vardı.
            80 ihtilalinden sonra hasımlıkla beraber Eylül ayının erkekliğinin bir yönü budanmış oldu. Ama ticaretle olan yönü devam etti.
             Galiba Fındık Hikâyeleri daha birkaç hafta sürecek. Bu yazım yazı dizisi anlayışından çok; aklıma gelenleri yazıya dökmek şeklinde oluyor. Aslında Orta Karadeniz için önemli gelir kaynağı olduğu kadar kültürel yapısının omurgasını da teşkil eden fındığın romanını yazmayı çok isterdim.
             Oma onun için kabiliyet ve zaman gerekli. İşte o bende muamma… Gelecek hafta görüşmek üzere…


           

  Kalemi kırmışlar bir kere...  Temyiz etmenin ne kârı var.  Hükmünü  erteleme kadı...  Ruhuma zulmün ne kârı  var.