21 Temmuz 2015 Salı

Haktır Bana! Şaha Biat Etsem Beni İmam Yapar mı ki?


Meğerse rahmetli anam benden akıllı imiş… Okumuş, mürekkep yalamış biriyim ya… Elbette ümmi anacığımdan daha akıllı olacağımı zannederdim.
       Ama ne var ki, kazın ayağı öyle değilmiş… Akıllı olmanın, tahsille uzaktan yakından alakası yokmuş… Akıl da yetmiyor dostlar… Uzak görüşlü de olacaksın.
       Rahmetli anam,
       Ben ilk mektebe daha yeni gitmeye başladığımda “ben Yakup’umu hoca yapacağım” der başka bir şey demezdi.
       Sözünü ettiği hocalık elbette din hocalığı idi… Yaşım ilerledikçe her hoca değişinde yüzümü buruşturmuş olacağım ki…
        Bu sefer “imam olacak benim oğlum” demeye başladı. Demek ki imamlığın mertebesi hocalıktan daha yüksekti.
        Yoksa cumhurun reisi ikide bir cumaları imamlık yapacağım diye tutturur muydu?
        Lakin…
        Aklım göğe erip, dilim pabuç kadar olmaya başladığında…
        “Hee öbür oğullarınla bu dünyayı garanti edicen… Benimle de öbür dünyayı değil mi…” Demeye başladığımda her defasında topuğu pelit odunu terliğin arkamdan seğirttiğini hatırlarım.
        Aklı, fikri bu dünyada gızma banyolu beton binada yaşamak olan bendenize elbette ki din hocalığı fukaralıktan öte bir şey ifade etmiyordu.
        Nasıl ifade etsin ki?
        Arada bir, birileri mevta olacak… Bütün rakiplerini atlatıp mevtayı pür-ü pak edeceksin… Devir yapıp talkından sonra öyle bir aşk ile hatim indireceksin ki… Eline üç beş kuruş çoluk çocuk nafakası geçsin.
        Ramazanı dört gözle bekle ki… Bir ensesi kalının softasında et yüzü göresin. Uğurlarlarken de cebine “çaktırmadan” bayram harçlığı koyup “ağzına sağlık hocam, çok güzel okudun” desinler.
        Rahmetli anacığım öbür oğullarından alamadığı muradını benimle gideremeyince büyük bir hayal kırıklığı yaşadı.
        Anacığım bu yüzden beni ileriki yıllarında affetmiş midir bilemem ama… Şu anda ben kendimi affedemiyorum.
        Öyle ya,
        Gideydim İmam Hatibe… Olaydım bir kenar-köşe camisine imam… (Sanatkâr ruhlu biriyim ya) Öğreneydim inşaat boyacılığını… İşten arta kalan zamanlarımda camiye şöyle bir uğrayıp usturuplu bir namaz kıldıraydım… Ya da cemaatsizlikten Cumadan Cumaya uğrasaydım…
         Boyacılık yerine fırıncılık yapsam daha mı karlı olur acaba? Yok, fırının tavı bana cehennem zebanilerini hatırlatır arkadaş… En iyisi Büyük cami kapısında kabir tahtası satmak...
         Maaşım bankadaki hesabımda biriksin… Tövbe-billâh onu bozar mıyım? Onlar bana beş mertebeli apartuman için lazım olacak.
         Cuma hutbelerinde de biraz haktan hukuktan bahsetseydim… “Ey millet doğruluktan şaşmayın… Yoksa öbür tarafta kızgın demirler sizi bekliyor…”Deseydim. Giderken de camiye üç-beş lira elektrik parası bırakın…”Diye de ilave etseydim.
         Dedim ya… Anacığım benden akıllı imiş.
         Bir de… Kurdum mu bir kumpanya… Hak vaki gecelerinde ilahilerimle mevtanın cennete gitmesine(!) yardımcı olup sevap da işlemiş olamaz mıydım?
         Merdiven altı kumpanyalarına karşı tedbirli olurduk elbet… Yoksa piyasayı bozdurup boşuna kürek sallamış olurduk.
         Ama böyle bir şey olacak olursa;
         Hiç tenezzül etmez…“Valla mevta sahipleri kendileri bilirler… Biz yılların yol, yordamcısıyız… Rahata erdirmenin geçeklerini herkesten iyi biliriz.”Der dert etmezdim.
         Hatta rahmetli beynamazlar rüyalara girer… “Allah senden razı olsun hocam… Sayende burada çok rahatım…”Derlermiş. Bu işin uzmanı dostlarımın yalancısıyım.
         Hele bir de Allah “yürü ya kulum…” Der de… Bir yerlere baş olursam var ya… Deyme keyfime gitsin.
         Arada bir cakasına imamlık yapardım. O zaman camiler de yetmezdi…
         Şöyle büyücek bir top sahası lazım bana… Ki cümbür cemaati bir solukta, rahat rahat alsın… Dini bütünlerin tebrikine doyum olmasın.
         İşte Ana sözü dinlemeyenin hali… “Öbür tarafı bilmem ama... Gitti bu taraf!”

         Vakit geç sayılır mı acaba? Şaha biat etsem vaziyeti kurtarabilir miyim ki?

1 Temmuz 2015 Çarşamba

Fİ TARİHİ…

           Fi tarihi… Üniversite yılları… Bir Pazar sabahı…
           İştahıma vurdu… Menemen yapıyorum… Sıra yumurtayı kırmaya geldi…
           Hevesle ve iştahla çat… Kırdım.
           Kırmamla birlikte etrafa kötü bir koku yayıldı. Yumurta menemenin üzerinde dağıldı…
           Canım yumurtanın çürüdüğüne mi yanarsın… Menemenin ziyan olmasına mı? Yoksa aç kalıp hevesimin kursağımda kalmasına mı?
           Bu sabah içimden geldi… Bir soğan yahnisi yapayım dediydim… Sonunda umursamadan ve de düşünmeden yumurtayı kırarken aklıma geldi yukarıdaki hatıram.
           Hüzün… Ve kederli bir tebessüm,
           Nereden nereye…
           Anam saman içerisinde yumurta gönderirdi. Ben de o yumurtaları evin en soğuk köşesinde saman içerisinde saklardım.
           İstihkak her gün bir tane… Sonrasında malum… On beşinci günden sonra yumurtalar saman kokmaya başlardı.
           Ben de bir an evvel bitirmenin yollarını arardım. Rafadan olmazdı, çünkü saman kokardı.
           Mutlaka bir şeylerin içine katmam lazım ki kokusu dağılsın.
           Anam günlük yumurta gönderecek değil ya,
           Menemendeki gibi… Arada bir kötü sürprizler de olurdu…
           Bir yumurta… Beş-on gram yağ… Kaşığın burnuyla salça… Bir baş soğan ve iki iri domates…
           Hepsi bunlar… Toplasan değeri yim para…
           Hayat bu kadar mı değerliydi… Yoksa o kadar mı sefildik,
           Ve bugünün göz doymazlığını hangi kefeye koymak gerekir? Sadece çöpe attıklarımız bunların fersahı…
           Karar vermek zor.
           Bu arada gözüm televizyonda… Bir belgesel… Yer Peru’nun ücra bir köşesi ve dağın başı…
           Köhne bir bina… İçerisi ana-baba günü… Dışarıda sırasını bekleyenler hakeza…
           Mütevazı bir doktor… Hastası yetmişlik bir kadın… Belli ki yılların yorgunluğu var yüzünde.
           Kadın on yıldır görmüyor…(Bilimsel adını kaçırdım) Gözünde perde var.
           Derme-çatma ameliyat masasında yaşlı kadının gözündeki perdeyi alıyor ve kendi ürettiği lensi takıyor.
           Bu ameliyatın Batıdaki maliyeti sekiz bin dolar.
           Yirmi dört saat sonunda bandajı çıkardığında yaşlı kadının mutluluğunu hangi usta yazar kâğıda dökebilir?
           Dün akşam gece geç vakitler seyrettiğim programı anımsadım… Uyku kaçtığında seyredilecek bir program…
           Sosyetik hastane yatağında güzel mi güzel genç bir taze… Doktor itina ile sargıları söküyor… Taze ve şaheser yeni burun arz-ı endam ediyor… Doktor şaheserini uzun-uzun inceliyor
           Doktor gururlu…” hastamız bana geldiğinde ruhen o kadar çökmüştü ki onu mutlu etmek benim için zorunluluk oldu…”
           Maliyet… Seksen küsur bin dolarcık…
           Dünya işte,
           Herkesin kantarının ayarı farklı…
           Kimi yim paraya kâinatı satın alır… Kimine kâinatı yedirsen doymaz.
           Neyse,
           Gelin Mazhar Alanson’u dinleyelim… Yazımızla ne alakası varsa?

            http://youtu.be/CNnth74dKBE

MİHENK TAŞI…

         
Dün akşam Ünye’nin hafif ılıkça gecelerinden biriydi. Baharı yaşadık mı? Yoksa Temmuz ayının başında doğrudan yaza mı gireceğiz? Belki de bu gidişle yaz hiç gelemeyecek ya…
            Onun içindir ki “Ünye’nin ılıkça gecelerinden biriydi” diyorum.
            Hep yağmur… Hep serinlik… Gerçi Ramazan günlerinde iyi de olmuyor değil hani…
            Çayımı terasta yudumlayayım dediydim… Bir ara gökyüzünü seyrederken mal-u hülyalara daldım yine…
            Benimkisi tefekkür müydü? Yoksa başka işi kalmayanların kendisine iş araması mı?
            Her ne sebepten olursa olsun konu kâinata geldi. Fi tarihinde yani binlerce yıl önce sımsıkı bir kütle patladı… Gazları kâinata yayıldı. Sonra yine sıkışmaya başladılar ve yıldızlar oluştu, galaksiler teşekkül etti.
            Yıldızlar doğdular… Sonra öldüler… Ve sonra yine doğdular… Bu böyle sürüp geldi.
            Kâinat da ha bire büyüdü… Ha bire genişledi… Genişlemeye devam ediyor.
            Bilim adamları öyle söylüyor… Kuran-ı Kerim de öyle diyormuş. Diyormuş diyorum… Ben de âlimlerin dediğini diyorum. Dedikleri elbette doğrudur. Yalan söyleyecek halleri yok ya…
            Lakin…
            Beni gece serinliğinde buram- buram terleten kâinatımızın hafızamızın alamayacağı kadar muhteşemliği karşısında aciz kalmam değildi.
            Beni terleten… Kâinatın başlangıcından da öte ne vardı? Yani sıfır noktası ne idi? Bütün bunları eminim ki Dünya kurulalı beri bütün insanlar az-çok düşündüler ve düşünmeye de devam ediyorlar.
            Kaç bilim adamı bu yüzden kafayı yedi kim bilir?
            Dolayısıyla artık bu yüzden kafayı yemenin… Modasının geçtiğini düşündüğümden olacak ki… Ben bir adım daha öteye gittim.
            Kâinatın ötesinde devasa bir boşluk var ki… Bu yüzden kâinat ha bire genişliyor, dur durak bilmiyor. Bu boşluk nasıl bir şey?
            Ve bu boşluk ne kadar? Boşluk nerede sona eriyor? Onun ötesinde ne var? Yoksa bu boşluktan sonra bir kâinat daha mı başlıyor?     
            Tüm bu sorular karşısında benim terlememi hamur işini biraz fazla kaçırdığıma da hükmedebilirsiniz… Başka işin mi yok da diyebilirsiniz…
            Ama benim buram-buram terlemem hamur işini biraz fazla kaçırmamdan da..Ya da başka işimin olmadığından da  olsa bile… Kâinatın bu gerçeğini yok etmiyor ki…
            Gerçek!
            İyi de… Gerçek ne? Neye göre ve hangi kurallara göre?
            Geçende bir internet sitesinde kızılötesi, mor ışık vs. gibi çeşitli ışık kaynaklarından baktığımızda Dünyamız çeşitli şekillerde görünüyor. Hiçbir görüntü birbirine benzemiyor.
            Nitekim bazı canlıların bizden farklı gördükleri ve işittikleri biliniyor. O zaman hangi görüntü gerçek?
            Ya da kâinatın bildiğimiz bölümlerinde yaşam yok diyoruz. Acaba öyle mi? Zannediyoruz ki mihenk taşı biziz. Bütün kâinat bize göre kurgulandı?
            Acaba öyle mi? Bence değil…
            Öyle olsa idi yani mihenk taşı sadece bir tane ve biz olsa idik… Kâinatın “cındık” kadar nüvesi olan biz insanoğlu hiç birbirimizle kavga eder-miydik?
            Ya da oruç dâhil kendimizi tımar etmek için çeşitli yollara başvurur-muyduk? 

  Kalemi kırmışlar bir kere...  Temyiz etmenin ne kârı var.  Hükmünü  erteleme kadı...  Ruhuma zulmün ne kârı  var.