Her
memleketin ekabirleri vardır. Bunların her yaptıkları, ettikleri
hikmettir. Bir şeyler uydururlar… Uydurduklarının
kerametine kendileri de inanırlar.
Hükümet
meydanındaki “canım ıhlamur” ağacına kazak örmüşlerdi de… Ihlamur ağacı
utancından bilmem kaç sene kendine gelememişti.
İşin
tuhaf tarafı, ıhlamurun giysileri lime lime dökülene kadar ilgililer (her ne
hikmetse) müdahale edememişlerdi. Belki de taşradan gelmenin çekingenliğinden
olsa gerek. Hatta bu kocalmış halimle gecenin birinde “anarşitlik” mi yapsam
acaba diye düşünmüştüm.
Ya
her an kullanılan merdivenlerin rengarenk boyanmasına ne demeli?
Velhasıl
bizim ilerici sosyeteler her boyaya girerler de… Hangi topurdan çıktıklarını
bilmezler.
Bu
durum zamanımızla alakalı değil. Öteden beri göçlerin yoğun olduğu toplumlarda
her zaman böyle şeyler olur. Yeni gelen her zaman önceki gelenden daha
köylüdür! Tersinden söylersek; Önceki gelen yeni gelenden daha “ekabirdir.” Ama
ikisinin de aslı ayan beyan ortadadır.
Vaktiyle,
Mahalleye
taşındığımızda önceki gelen “ekâbir” mahalleyi köylüler bastı demiş
çaktırmadan… Kankası diğer “ekabire” …
Zamanında-ki
1984 yılıydı- belediye meclisine seçildiğimizde önümüze Yüzüncüyıl meselesi
geldi. Orayı çay bahçesi olarak Kaymakamlıktan ihalesini alan vatandaş,
Kaymakamlığa “buraya sizin onaylayacağınız proje ile daha büyük bir tesis
yapayım. Ona göre kiramı uzatırsınız” der. Kaymakamlık da kabul eder.
Biz
yönetime geldiğimizde mecliste bulunan ANAP ve SODEP üyesi dört meclis üyesi
önerge verip ihalenin iptalini talep ettiler. SODEP’in gerekçesi orası halkın
gidemeyeceği kadar “sosyetik” bir yer yapılmak istendiği üzerine idi.
ANAP’lının gerekçesi ise ihaleyi alan kişinin bira bayisi olduğu orayı meyhane
yapacağı, gençlerin ahlaklarının bozulacağı üzerine idi.
Önergeyi
verenler, verdikleri önergeyi cansiperane savundular. Zannedersiniz ki memleket
elden gidiyor. Münakaşa öğlene kadar sürdü. Öğle arasında bana “onlar da
ihaleye girip kazanamamışlardı.” Dendi.
Öğleden
sonra karşı çıkanlardan birinin yanına oturdum kulağına fısıldadım; “şimdi
ihaleye sizin de girdiğinizi ama kazanamadığınız için bu önergeyi verdiğinizi
söyleyeyim mi?” Dediğimde seslerini kestiler, süklüm püklüm oldular. Önerge ret
edildi.
Birinci
hikâye bu… İkincisi,
Net
senesini hatırlayamıyorum. Zamanın Atatürkçü Düşünce Derneği başkanından Ünye
Mimarlar Odasına bir mektup geldi. Mektupta şu andaki Atatürk Parkının
düzenlenmesi konusunda yardım istiyorlardı. Cevabi yazımda her türlü proje
desteğini yapacağımızı kendilerine bildirdim.
Beni
derneğe davet ettiler. Bana dediler ki “yazdığımız otuz üç kurumdan sadece
Radar Komutanlığı ile siz cevap verdiniz. Diğerleri iki satır yazı bile
yazmadılar.” Eee… İtibar meselesi… Oturup düşünün… Diyemedim. Uzun yıllar
öylece kaldı. Orasının ayyaş, berduş, uyuşturucu yatağı olmasından hiç rahatsız
olmadılar.
Ama belediye oraya müdahale
ettiğinde- projelendirmeye benim de itirazlarım olmuştu- ayağa kalktılar.
“İstemezük”. Memlekette bir dikili çubukları olsa gam yemeyeceğim. Onlar halâ
betonun terkibindeler, börtü böcek derdindeler…
Öbür
taraftan,
Yirmi
küsur yıldır iktidar oldular ama muktedir olamadılar. Muktedir olmak için önce
şehirli olmak gerekir, sonra da ekâbir olma yolunda terleyeceksin. O da çok kolay değil azizlerim.
Baksanıza öbür taraf, on yıllar geçti hala ıhlamurun kazağı, yalının kumu ile oynuyor.
Ben
şüpheci bir adamım. Böyle haddi aşkın salya sümük ağlamalar, ağıtlar,
kutsamalar ayyuka çıkmışsa mutlaka bir menfaat var gibi geliyor bana.
Boşuna
Yüzüncüyıl hikayesini anlatmadım size…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder