28 Aralık 2009 Pazartesi

ARTIK RAHATLAYALIM MI ?...





Geçen hafta “içimiz acıyacak mı?” diye sormuştum,
O günden sonra yazılarımı biraz siyaset kokan konulardan seçsem mi acaba diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Aslında siyasetle uğraşıyor olmamla beraber, bu sütunlarda siyasete bulaşmama gibi bir niyetim vardı. Siyasetin olmadığı hemen- hemen hiçbir yer olmadığına göre ve rahmetli dedemin” oğul siyasetsiz dünya mı olurmuş” veciz sözüne az buçuk itibar ederek bu yazımda siyasete bulaşacağım.
Cumhuriyet Türkiye’sini kuruluşundan bu yana gözümüzün önünden geçirdiğimizde istisnasız her alanda geliştiğimizi göreceğiz.
Rahmetli babamın babası yani dedeme köyün ağası “ Ankara’daki büyüklerimiz devrim yaptı artık pantolon giyip medeni olacaksınız” dediğinde babam daha beş yaşında imiş.
1940’lı yıllarda vatan hudutlarını beklemek için askere gittiğinde kıçındaki pantolon kırk yamalıymış.
Medeni olmanın ölçüsünün pantolonun kalitesi ile ölçüldüğü konusunda bir bilgim yok, fakat olmazsa olmaz şartlarından birinin de pantolon giymek olduğunu babamla birlikte bize de öğretti devrim yasaları. İlk radyoyu taburda görmüş. Canı çekmiş memleket havalarını dinlemek istemiş. Lakin radyo kanalıda medeniyeti aşk edinmiş, devamlı “caz” çalıyormuş. Anlamış ki medeniyetten kaçış yok “önce medeniyet”.
Arada bir birileri çıkmış “sen insansın, seninde kendi kültürün var, bunu yaşamak hakkın” demiş. Demiş ama dediğine pişman edilmiş, meğer vatan-millet haini imişler, iplerde sallandırılmışlar.
Rahmetli babam buna bir mana verememiş ama hep aklının bir köşesinde tutmuş.
Görmüş ki her on yılda bir vatan haini türüyor, yine on yılda bir vatan kurtaran aslanlar onları tarumar ediyor.
Bu aslanlar önce solculuğa, sonra dindarlığa , en sonunda da milliyetçiliğe gaz vermişler.Garip ki önce kahraman yaptıklarını sonra hain ilan edip zindanlara tıkmışlar.
Bu arada biliyorum hani pek merak etmezsiniz ama ben yine de söyleyeyim,
Benim ailemde herkes ömründe birer defa vatan haini, birer defa da terfi edip vatansever oldular.
Yazıma dönersek,
Yukarıda rahmetli babamdan bahsetmiştim, rahmetli bir gün “ha bu işleri bir türlü anlamadım gözlerim açık gidecek” demişti.”Ben çözemedim oku da sen bari çöz” diye vasiyet etmişti.
Mektebe beş yıl gitmişti ama okumayı zor sökmüştü. Çok şükür mısır ekmeği ile de olsa bizi okuttu, yani kafamız “o kadar” çalışıyor işte !. Ama ben çocuklarımı bilgisayarlarla okuttum, pekte avanak büyümediler yani.
Bende rahmetliden akıllı sayılmam ya, ’70 li yıllarda gaza gelip “hain”lere karşı cenk edenlerden biriydim.
Konulardan devamlı sapıyorum, gına geldi size, isterseniz bir anımı anlatayım da sizi rahatlatayım,
Oğlum ortaokul ikide idi, Mustafa Kemal’lin 1919 da İstanbul’dan Samsun’a gelişini anlatan bir belgeseli Kanal D’de izliyorduk. Yanımda oturan oğlum birden bire “vay canına okulda kandırmışlar bizi haa” dedi.
Anladım ki zamane çocukları artık “emme şekeri” ile kanmıyor,
Görüyorsunuz ya siyaset konulu yazmayı beceremiyorum, ağzımda geveleyip duruyorum, iyisi mi baklayı ağzımdan çıkarayım da ben de rahatlayayım sizde!...
Artık yemezler, dört kere ihtilal yapıp sayısız muhtıralar verenlere bundan sonra inanmak mümkün mü?
Yada “hamudu” ile götürmenin adını “vatan-millet sevdası” diyenler daha çağdaş bir kılıf mı bulmalılar?

24 Aralık 2009 Perşembe

HÜZÜNLÜ KİMLİKLER !...


Bayramın bu son gününde hüzünlü olmam lazım, çünkü işte yine güzel bayramlardan birini daha (Azerilerin deyimi ile) yola saldık.

Ve on-yirmi yıl sonra “ne idi o eski bayramlar” deyip bugünleri hasretle yad edeceğiz.

Şimdi diyeceksiniz ki “bu bayramın nesini anacağız, tatsız- tuzsuz, yavan mı yavan bir bayram geçiriyoruz”.

Aslında size, köşe yazılarıma başlayıp bu köşede yer tutuğum gün söylemeliydim.Çiftliğimdeki baba yadigarı kırk yıllık meşe ağacımın altında mal-u hülyalara dalarım.Kafamdaki ne kadar “cins” düşünceler varsa hep burada aklıma gelir,onları burada fikirleşirim.

Bu aktüel bilgiyi verdikten sonra konumuza dönelim,

Siz ne düşünürseniz düşünün, eski bayramların hasreti ile yanıp tutuşun, yirmi yıl sonra – eğer ömrümüz var ise- beğenmediğimiz bugünün bayramlarını yana yakıla arayacağız.

Peki bizi böyle geçmişe hasret uyandırıp günümüzden hoşnutsuz kalacağımız, bir başka ifade ile günümüzden kaçırıp geçmişin hayali ile yanıp tutuşturan ruh-i haliyemiz nereden ileri geliyor?

Bu arada şunu bilesiniz ki bu sorunun cevabını dört-dörtlük verebileceğimi zannediyorsanız yanılıyorsunuz, ben sıradan mal-u hülyalara dalan birisiyim. Sadece sesli düşünüyorum ve bunları sizlerle paylaşıyorum.

İçinizden birisi itiraz edip “sen ne dersen de yanılıyorsun, eski bayramlar daha güzeldi diyecektir ve bir örnek verecektir, mesela” diyecektir,

“Eskiden bir pantolon diktirmek için dahi terziden bir ay öncesinden sıra alırdık. Terziler aldıkları siparişleri yetiştirebilmek için sabahlara kadar çalışırlardı,hatta bir keresinde bayram namazından on dakika önce pantolonu terziden alıp yeni pantolonla bayram namazına gitmenin hazzını yaşardım,şimdi nerede böyle sevinçler,heyecanlar”

Bunu diyen arkadaşım babasının ihtiyaçla bayram sevincini bir araya getirerek bütçeyi denk düşürmeye çalıştığını söylesem içinin burkulacağını biliyorum, ama maalesef gerçek. Çünkü eskiden almayanın kovalandığı her köşe başında sudan ucuz pantolonlar satan dükkanlar yoktu.

Yada başka bir okuyucu arkadaşımın “eskiden dost akraba ziyaretlerimiz olurdu, şimdi alt kat komşumuza dahi gitmeye üşeniyoruz” dediğini duyar gibi oluyorum.

Eskiden insanların sevgiden öte ekonomik olarak bugünden kat-kat fazla birbirilerine bağımlı olduğunu ve bununda insani ilişkilerde çok önemli rol oynadığını söylersek acaba yanlış mı demiş oluruz, yada onun tatlı hayallerine “maydanoz mu” olduk şimdi?

Bizler,özellikle yaşı artık kemale erenler eski bayramları çok özlerler.Çünkü o devrin yaşam tarzı daha toplumcu idi. Teknoloji ve ekonomik şartlar gereği öylede olması gerekirdi.

Bugün, çağın yaşam şartlarından dolayı bireycilik ve buna bağlı olarak “maddiyatçılık” daha ön planda. Hal böyle olunca, kaçınılmaz olarak bugünkü bayramları bu şekilde yaşamak zorundayız.

Peki, geriye dönüp eski bayramlara yanıp tutuşup ah-u zar ediyoruz da, günümüzü analiz edip kendi kimliğimize uygun yaşam şatlarını oluşturmanın, yada bir başka ifade ile günümüzün teknolojine ve ekonomik yaşam tarzına uygun kültürel yapımızı yeniden şekillendirmenin derdinde neden olmuyoruz………..


İMANIMIZ PARA !...


Rahmetli babam benim yabancı dil öğrenmemi çok isterdi.

“Bir dil bir insan demektir, hangisi olursa olsun yabancı dil öğren ki dünyayı daha iyi tanıyasın” gibi arada bir nasihat ederdi.

Lakin daha ortaokulda iken sınıfa geçmek için İngilizce hocama hediyeler sunmak zorunda kaldığımda hayal kırıklığına uğradı.

Aynı hevesle kendi çocuklarıma yabancı dil öğrenme konusunda heveslendirici girişimlerim olmuştur. Bu çabalarımın boşa gittiğini sanmıyorum, yani benden daha kabiliyetli çıktılar.

Yabancı dil bilmenin avantajları bir yana, bilen insanda kendini farklı kılma duygusunu yaşattığı bir gerçek. Eğer yabancı dil bilenlere karşı bir hayranlık oluşuyorsa, bilenin kendisinde de farklı olmanın hazzını yaşatması normaldir.

Bunların yanında birinin sizin dilinizi bilmesi kadar insanı hoş eden başka bir duygu az olsa gerek. Çünkü dilinizi bilenin size olan itibarını ve bir anlamda hayranlığını, ya da kendisini dilinizi öğrenmeye mecbur hissettiğini gösterir. Öyle ya dünyada onca dil varken sizin dilinizi tercih etmesi sıradan bir istek olmasa gerek.

Acaba bizim dilimizi bilenlere olan muhabbetimiz, ya da duyduğumuz hoşnutluk, itibar edilmenin mi yoksa kendimizi diğer toplumlardan farklı kılmanın getirdiği benlik duygusu mu?

İsterseniz burada konuya ara verip bundan on beş yıl önce yaşadığım bir olayı anlatayım.

Bir bakkal arkadaşımın Fransız misafiri vardı. Bizim yaşlarda, hanımı ve çocuğu ile beraber arkadaşıma misafir olmuşlardı. Fransızca bilmediğim için arkadaşımın aracılığı ile konuşuyorduk. Bir ara birden bire sen neden Fransızca bilmiyorsun? Dedi.

Bu hesap sorarcasına sorulan soruya karşılık “peki sen neden Türkçe bilmiyorsun,Adriyatik’ten Çin’e kadar Tükçe konuşarak gidebilirsin, peki Fransızca konuşarak nereden nereye kadar gidebilirsin?”dedim. Beklenmedik bu soru karşısında cevap verecek cesareti kendisinde bulamadı.

Orada anladım ki diline ne kadar çok sahip çıkarsan o kadar çok benliğine, kimliğine sahip çıkarsın. Ve dilin dünyada ne kadar çok konuşulursa o kadar itibarlı ve diğerlerinden birkaç kademe üstünsün demektir.

Fransız kendini bizden üstün ve medeni görüyordu. Dolayısıyla kendi dillerinin öğrenilmesi dünya ölçeğinde olmazsa olamaz şartlardan biriydi ve kendi açısından haklıydı. Bugün yazımı anılarla devam edeceğim galiba;

Vaktiyle bir harita mühendisinin bürosunun açılışına gittim, büronun adı “Anatolia” idi, yani “Anadolu”nun İtalyanca yazılışı.

Sordum, bu adı koymanızdaki sebep ne? Cevap “değişiklik olsun diye, birde akılda kalır, hani birazda modern olsun kabilininden”.

Belli ki modernlik anlayışları farklıydı. Bende şu cevabı vereceklerini zannettim, “en büyük hissedarımız İtalyan olduğu için, yani isim hakkı dolarları en çok koyanındır”.

Yine burada şu soruyu sordum kendi kendime,

Acaba geçmişine sahip çıkmamakla sonradan görme arasında bir bağlantı var mı?

Yâda bu soruyu şöyle mi sormalıydım,

Geçmişinden utanan, birilerinin mankurt’umu olur?

Dedim ya bugün benim hikâye anlatma günüm,

1986 lı yıllar, belediye meclis üyesiyim, Ünye’de sahilde iskele girişinde yeni düzenlenen parka ad koyacağız.

Başkan “ONEY” adı konsun dedi. Gerekçe olarak bu adın Ünye’nin Romalılar dönemindeki adı olduğu ve bu sayede çok turist çekeceğimizi ifade etti.

Hani derler ya “imanımız para”, gerçekten para insanın her şeyini satın alıyor, geriye etle kemik kalıyor. Ne yazık ki oda bir gün toprak oluyor.

Buna karşı çıktım,” eğer mutlaka bir şey pazarlayacak isek kendi malımızı pazarlayalım”. Sonunda parka “Yunus Emre” adını koymaya karar kıldık.

Galiba bu ikilem, kendisi olma becerisini gösteremeyenlerin düştükleri garip bir durum diyorum ben, en iyi niyetli ifademle.


RUHSUZ MADDE


Ağıt yitirilen şeylere yakılır şüphesiz, eğer yitirilmişse mutlaka değerlidir, fakat gerçekte insan burada kaybettiği güzel anılara mı yanar yoksa geçen ömrün, yaşlanan bedenin çaresizliğine mi hüzünlenir?

İsterseniz gelin bunu hep beraber düşünelim, malum benim kırk yıllık meşe ağacım var ve bunları hep onun altında mal-u hülyalara dalarak fikirleşiyorum.

Burada geçmişe ağıtı sadece yaşlanan bedenimizin hüznü olarak göremeyiz şüphesiz, değişen çağın değişen iklimini de hesaba katmak gerekir.

Siz isterseniz ileri sürdüğüm birinci nedeni aklınızın bir köşesinde saklayın, ikinci nedene geçelim. Malum teknoloji ilerledikçe, insan yaşamı kolaylaştıkça kişinin çevreye olan bağımlılığı azalıyor. Zaten ataerkil ailelerin dağılması sürecini çoktan geçip çekirdek ailelerde bile çözülme yaşamıyormuyuz, çocuğun eli ayağı tutar hale gelince “artık kendi başının çaresine bak” demiyormuyuz? Yada toplumun yardımlaşma göstergeleri olan düğünler ve cenazeler artık bir seramoniden öteye bir şey ifade ediyor mu?

Bundan yıllarca önce bir arkadaşım pastane açmıştı, açılış gününe giderken çıkınımda işine yarayacak bir şeyler götürdüm. Bana kızdı ve” bunlara ihtiyacım olacak kadar düşmedim” dedi. Halbuki babamlar bir arkadaşının dükkanının açılış gününde ona hediyeler götürürler ve akabinde ondan alış-veriş yaparlardı. Üstelik ödemeyi aldıkları malın kat-kat fazlasına yaparlardı, amaç dostlarına maddi ve manevi olarak destek çıkmaktı.

Şimdi anlayış değişti, devir rekabet devri, altta kalanın canı çıksın devri,”gücün yetiyorsa yap” devri.

Şimdiki açılışlarda dükkan sahibi rüşvet dağıtıyor, “aman gelin benden alış veriş edin” demeye getiriyor, rüşvetin adı reklam,kanarsan !.. Daldan dala atlıyorum,

İçinde ruhun olmadığı bir çağda yaşamaya başladık, ve bu çağın anlayışı ile gelenekleri sürdürmeye çalışıyoruz, tezat burada.

Bu anlayış her kesime bulaştı, zengini- fakiri, köylüsü – şehirlisi, muhafazakar olanı- olmayanı maddenin o soğuk, ruhsuz yüzü ile haşır neşiriz. Eskiden iftara beş-on dakika kala evin hanımında ve çocuklarda telaşa ve koşuşturma başlardı. Komşular kendi aralarında yemek ikramları yarıştırırlardı, özellikle dolu gelen çanaklar boş gönderilmezdi.

Bu insanların birbirlerine olan yaşam bağımlıklarının sanat haline gelmesiydi, yani yaşamın kendisi sanatsaldı.

Şimdi komşularımızın kimler olduğundan bihaberiz, acaba bu tenezzülsüzlük dünyayı evimizin en mahrem yerine kadar getiren teknolojiler mi?

Geçtiğimiz ramazanda bir tv kanalındaki iftar programında pazardan alınıp eve götürülen erzakın dahi kapalı ambalajlarda götürülmesi gerektiği, çünkü bunları alamayıp iç geçirenlerin olabileceği vaaz ediliyordu. Programın içindeki reklam spotunda ise bir meşrubat reklamı vardı ve insanları almaya özendiriyordu,seyredenler susuz halleri ile iç geçirip bakkallara koşsunlar, Alamayanlar kimin umurunda ”alamıyorsan derdine yan”…….

Üstelik, al ve “farklı” olmaya hak kazan, yani ayrıcalıklı ol, kısaca birey ol fikri işleniyordu,yani başkaları seni ilgilendirmez “kazanmaya bak, kazandığını sorumsuzca harca, başkaları senin neyine?”.

O an anladım ki artık yaşam sanat olmaktan çıkmış, ruhsuz madde sanat haline gelmiş, neyleyim…………..


YORUMSUZ

TIPKI BİZİM GİBİ !....


Büromun karşısında, denizin kıyısında bir yel değirmeni, dönüp duruyor pervaneleri. Ne işe yarar, neden döner bilmiyorum,

Tıpkı benim gibi !...

Karşımda bir deniz, bazen durgun bazen dalgalı, ama üzeri bomboş, ne kayık nede bir gemi, üstelik martısız,

Tıpkı benim gibi !...

Evimin karşısında bir tepe, ne bir ağaç ne bir yeşillik, kıraç mı kıraç toz toprak, çalı kuşunu konduracak bir dalı bile yok,

Tıpkı benim gibi !…

Gökyüzü tarumar boz mu boz, bulut yok, mavi yok, güneş hepten kayıp, fark edilmiyor enginliği,

Tıpkı benim gibi !…

Kitaba bakıyorum düzinelerle kelimeler, yığınla harfler, yan yana gelmişler esas duruştalar, bazıları oku diyor, bazıları okuma, Tıpkı benim gibi !... Sokağın karşısında bir “apartuman” yarısı sıvalı yarısı talan, rengi ise alacadan, bir penceresi tahtadan diğeri naylondan,

Tıpkı benim gibi !...

Karşıda bir okul, okulda evlatlar başlarında gardiyanlar, elleri topuz dilleri horoz, durmadan ötüyorlar,

Tıpkı benim gibi !...

Caddede otomobil uçuyor vınnn, çapraz oturmuş şoför, cakadan ediyor kendini heder, sanırsın ki yolların sahibi,

Tıpkı benim gibi !…

“Lüküs” bir cadde, caddede dört çarpı dörtler, binmiş üzerine “asortikler”,herhalde köyden inme dedeleri, arada bir depreşiyor anıları,

Tıpkı benim gibi !...

Karşımda televizyon içinde bir kanal, kanalın içinde adam, boynunda kravatı üzerinde ütülü pantolon, ayağında son moda İtalyan rogan. Duruşu delikanlı ama başbakan, hoyratça soruyor “ne arıyor burada anan?”. Anladım ki ne köylü ne şehirli,

Tıpkı bizim gibi !…

18 Aralık 2009 Cuma

İÇİMİZ ACIYACAK MI?


İÇİMİZ ACIYACAK MI?

Arkadaşlarla sohbet ediyorduk, bir arkadaşım sordu “özgürlük nedir?”

Orada bulunanlar çeşitli cevaplar verdiler, biri hariç aşağı yukarı hepsi birbirine benziyordu. Farklı cevap veren şöyle demişti “kendini ikinci sınıf vatandaş hissetmemektir”.

Bu cevap çok hoşuma gitmişti, irdelemem lazımdı, enine boyuna fikirleşmem lazımdı,bende meşe ağacımın altında öyle yaptım.

Bu konuda zihnimle cebelleş ederken başka bir şeyi düşündüm “ben özgürmüyüm?”

Galiba özgürüm dedim kendi kendime, ama zaman- zaman da içimi acıtan şeyler var, bu normal mi, acaba özgür insanların da içi acır mı? Bundan yıllarca önce idi, ilçemizdeki Hükümet Binasının önünden geçen yolun kıyısında bir tabela gördüm tabelada “otopark, hakim ve savcılara aittir, park etmek yasaktır” yazıyordu.

Halbuki yollar kamuya aitti kimselere tahsis edilemezdi,o an içimin acıdığını hissettim!......

Yine bir otopark cezasına itiraz ederek mahkemeye başvurdum, benden şahit istediler.Şahitlerden biri işi dolayısı ile iki gün önceden ifade vermek istedi,hakim sormuş ”senin bu davacın tamahkar biri mi?”

Yine içim acıdı !..... Bundan yıllarca önce idi polis karakolunda ifade vermem gerekiyordu. İfadeyi verdikten sonra polise “imzalamadan önce okuyabilirmiyim” dedim. Polis kızdı “devletin polisi yalan mı yazacak” dedi. O an kendimi garip hissettim,içim acıdı !…….

Yıllarca önce bir arkadaşım “senin delikanlılar askeriyeye giremeyebilir, onlar girse bile anneleri kışladan içeri girip ziyaret edemez” dediğinde şaşırdım,”neden”? Çünkü eşin başörtülü dedi,

O an içimin yandığını hissetim, işin tuhaf tarafı oğullarımın adını tarihteki komutanlarımızın adı ile onurlandırmıştım.


Daha geçen gün meslek okulları ile ilgili katsayı kararı verildi, son sınıftaki “potansiyel düşman” öğrenciyi düşününce içim çok yandı,……


Dün akşam bir film seyrettim, olaylar ikinci dünya savaşında geçiyordu. Sahnenin birinde bir zenci şöyle diyordu ”ben savaşa vatanıma döndüğümde özgür yaşama hakkını kazanayım diye geldim”

Yine birkaç gün önce Amerika’da yaşayan bir arkadaşımla sohbet ederken “her ne kadar eskisi gibi olmasa da ve ayırımcılığı ortadan kaldıran kanuni düzenlemeler yapılsa da yinede toplumların birbirleri hakkındaki düşünceleri kolay değişmiyor” demişti.. Koskoca özgürlükler ülkesi Amerika hala bu dertten muzdaripse ben kendi derdime mi yanmam lazım?

Yada başka bir ifade ile hep içimiz acıyacak mı?

15 Aralık 2009 Salı

YAKUP GİBİ


Ben,
Yakub değilim oğul;
sabır taşı hiç...
bir Yusuf kokusudur -gelir uzaktan-
yanar geniz boşluğum...

Ben,
Yakub değilim oğul,
efkarımda dem tutar içtiğim çaylar;
içtiğim çaylarla efkar atarım.
buhar buhar tellenip yanarım oy...
adını vird edinip,
anarım.

Kan değil,
hüznün aysbergidir yüreğimde devinen.
göz yaşların eritirken içimi,
bir hasret ki mil çeker gözlerime -gün be gün-
ben Yakub değilim
sonum olur,
sonum olur libas'ında kan izi...

Ben,
Ebu'l Kasım da değilim...
severken yoruluyorum -inan-.
sevmeden bilmezdim sevildiğimi can,
afa-can
seni seviyorum...

HASAN FAHRİ TAN

GEYŞA



GEYŞA

GEYŞA’M -I- Bilirim Geyşam,Bir bozkır çadırında doğduğunu bilirim senin.Bilirim nefret ettiğini beton yığınlarından;Çekik gözlerinle tanırım seni… Bilirim Geyşam,Umut dolu günlerini bilirim senin/on beş’inde/Sadâkatin Geyşacasını,Japoncasını söz vermenin… Bilirim Geyşam bilirim,Bir dilim ekmek üstüne,Bir sıcak çorba üstüne,Bir eski kilim üstüne kurulan hayatı bilirim/müşterek/… Söyler misin Geyşam söyler misin,Hangi kuyumcu vitrininde satıldığını sevginin;Söyler misin,Hangi şeker kutusunda saklıydı aradığın saadet;Hangi bayramlıkların?Geyşam,Tanır mısın sahibini katledilen vicdanın? Bilir misin Geyşam?Samuray kılıçlarından keskin olduğunu gözlerinin/eskiden…/Bilir misin ihanet türküsü söylediğini/şimdi/Nerede o saflığın?Sağanak yüklü bulutlar taşıyor gözlerim,Seni görünce… Bilir misin Geyşam bilir misin?Hayâlde seninle,Düşte seninle,Çilede seninle kavrulduğumu dört yıl… 1989-ünye GEYŞA’M -II- Karar kıldım Geyşam,Bir daha yanmamaya karar kıldım/senin için…/ Bir yürüyüş,bir endam,Bir kaş,bir göz,bir bakış;Her genç kızın silahıymışAnladım… Karar kıldım Geyşam,Bir daha anmamaya karar kıldım adını… Senin için çektim aşkın,Çilesini senin için /yıllarca…/Bir kalbin atışı/çalar saatler gibi…/Bir yürek sıkıştı mengenelerde;Bir gurur kırıldı /duydum sesini./Geyşam seni,Geyşam seni bilmediğin bir mahzene sakladım… Karar kıldım Geyşam karar kıldım,Bir daha dönmemeye karar kıldım sana ben. Sen artık,Tropikal bir iklimin,Dikdörtgen bir coğrafyanın malısın.Bense,Dört-beş mevsim yaşarımHer gecede… 1990-Arabistan

  Kalemi kırmışlar bir kere...  Temyiz etmenin ne kârı var.  Hükmünü  erteleme kadı...  Ruhuma zulmün ne kârı  var.