25 Kasım 2008 Salı

ARABA SIRTINDA ORMAN YOLLARINDA



Haydi, şu “allı Turna”mı söyle de sabah mahmurluğumuz gitsin” dedi arkadaşı.
“Yok ya durmadan şarkı mı söyleyeceğim size , şarkıcı mıyım ben” diye itiraz etti mühendis.Onun adı mühendisti. Daha doğrusu bu onun takma adı idi, ona arkadaşları mühendis derlerdi. Zira mühendislik okulunda okuyordu. Aslında o mimarlık öğrencisiydi, ama çoğu kişiye mimarlığın ne olduğunu anlatamıyordu. Mimarlık öğrencisiyim dediğinde ,mimar ne iş yapar derlerdi. O da mimarlığın ne olduğunu bıkmadan usanmadan uzun, uzun anlatırdı. Bir keresinde yaşlı, ak sakallı bir ihtiyar “ha anladım mimar cami yapar” demişti. Belli ki bir yerlerden Mimar Sinan’ı öğrenmişti. Bazen de bu uzun uzadıya anlatımlardan bıkar kısaca mühendislik okulunda okuyorum derdi. Ama kendisine “mühendis” denilmesine de çok içerlerdi.
Yaşıtı, çocukluk arkadaşı olan şoför “hadi sende okuyorum diye havalara girme, babam mal çobanlığı yaptırmasaydı bizde okurduk. Küçükken mal çobanlığında süründük, şimdi de araba sırtlarında sürünüyoruz.”
- “Ne yani şarkı söylemekle okumanın ne alakası var şimdi” dedi mühendis kızarak. “Sen de işi nerelere sürüklüyorsun”.
- Araya şoförün abisi girdi. “Mühendis haklı mekteple şarkının ne alakası var.”
- Olmaz olur mu dedi şoför kardeşi. Bu okumuşlar çok havalı olurlar. Seslerini bile ağıra satarlar.
- Bak sen, “biz ne imişiz be abi”, büyük adammışız da haberimiz yokmuş dedi gülerek mühendis.
Kendi sözü bile şoföre komik gelmişti. Hep beraber güldüler. Ufak atışma yerini yarenliğe bırakmıştı.
Yola koyulan BMC markalı kamyon stabilize yolda ağır aksak giderken, araba sesine alışık olmayan yol kenarlarındaki ağaçlarda sabah şarkılarını söyleyen kuşlar kaçışıyorlardı. O sabah, her zamanki alışkanlığı içersinde güneşin doğuşu ile birlikte uyanmaya başlayan, kuşların neşeli şarkıları ile güne başlangıç yapmaya alışmış orman, kamyonun homurtusu ile birlikte bir telaşa içersine girmiş gibiydi. Kuşlar kaçışıyor, ağaçların yola sarkmış dalları kamyonun çarpması ile sallanıyor yaprakları yola dökülüyordu.
Yaz sıcağında iyice kurumuş olan toprak yolda, arkasında toz bulutu bırakarak ilerleyen kamyonun etrafı ile olan uyumsuzluğu karşısında mühendisin canı sıkılmıştı. Yeşilliğin ortasında kirli sarı, hiçbir canlının itibar etmediği, bir tek bitkinin dahi uç vermediği zeminde,insan yapımı hilkat garibesi,demir yığını, homurtularla ilerleyen bu çirkin aracın, huzuru bozan görüntüsü ve gürültüsü karşısında ruhu altüst olmuştu.
“ Ah şu insanoğlu gittiği her yeri tarumar ediyor” dedi içinden. Şu ormana bak her şey düzenli, uyumlu ve herkes haddini biliyor. Her şey birbirinin tamamlayıcısı. Bu ormandakiler bir şeyler alabilmesi için kendinde olanı da paylaşması gerektiğini biliyorlar. Ya insanoğlu ”Rabbena, hep bana ,hep bana, onca peygamberden sonra bile adam olamadılar yine” , her zaman ciddi olan yüzü önce gerildi sonra gülümsedi,ağzından “tövbe rabbim,işine karıştım” sözleri döküldü.
- Ne o yine daldın derine mühendis……
- O dalar,… okumuş ya,…. memleketi kurtarıyordur yine dedi şoför.”Bunlar kendilerinden önce memleketi kurtarmaya kalkarlar”.
- Takılma şuna, zaten yeni sulh oldunuz ,….ama, bak mühendis sabahın köründe derine dalıp memleketi kurtarmak akla ziyandır,…..kafayı çabuk yersin, benden söylemesi.
- Mühendis kafaya alınmaya başlandığını anlamıştı. “Yok ya ne memleket kurtarması, şu insanoğlunu düşünüyorum, Allah onca peygamber gönderdi hala adam olamadı, ona gülüyorum”
- Lan, tövbe de bu nasıl söz.
- Ben sana diyorum da inanmıyorsun, bunlar fakülteye giriyorlar sonra başımıza komünist kesiliyorlar. Adam olsun diye gönderiyoruz yoldan çıkıp geliyorlar, bu da iyice yoldan çıkmış, demek mezun olsa bunu tutabilene aşk olsun.
- Ağabeyi manalı, manalı gülerek şoföre, “sen canını sıkma biz onu adam ederiz, hele bir okulu bitirsin de”
Bu söz mühendisin hoşuna gitmese de yine de kendini gülmekten de alıkoyamadı.
Hep beraber yine gülüştüler,…………

Salman’dan yola koyulalı yarım saati biraz geçiyordu. Mühendis gittikleri yeri, adından başka bir şeyini bilmiyordu. Sabahın köründe böyle yola koyulmalarına bakılırsa gidecekleri pazar uzak olmalıydı.
-Gideceğimiz yer kaç saat sürüyor
- En fazla bir saat sonra oradayız dedi şoförün ağabeyi
- Ne! dedi mühendis hayretle, bu ramazanlık gününde, sabahın köründe ne demeye yollara düşürdün bizi? . Pazar da yer kapmak için mi böyle erken gidiyoruz?
- Yoo! dedi şoförün ağabeyi kayıtsızca
- Mühendis daha da hiddetlendi” oranın pazarı erken başlayıp erken mi bitiyor.”
- Yoo! dedi yine şoförün ağabeyi “biz ne zaman varırsak o zaman başlayacak”
- ”Deli etme lan adamı, ne demek yani biz gidince başlayacak”
- Basbayağı biz gidince başlayacak, aynen Guzköy gibi, biz gidersek pazar olacak
- O zaman ne diye erken gidiyoruz, uykudan ettin bizi
- Sahurdan sonra uyuyacağımıza erken gidip erken döneriz dedim.
**
Salman pazarı kalabalık olurdu. Pazarcı da çok gelirdi. Sabah altıda sergiyi kurmaya başlarlardı. İki üç saatte ancak kurarlardı sergiyi . Sergiyi kurmadan önce itiş kakışlarda olurdu.Yer kavgası yani.Oranın muhtarı veya ileri geleni ile ilişkilerini sıcak tutup hediyesini ihmal etmiyorsa kimse o sergiciye bulaşamazdı.Salman gibi yörelerin kanunu hatırlılardı,zenginlerdi,en önemlisi muhtarlardı.Orada devlet jandarma idi.O da vukuat olunca vardı.
Pazarcı arada bir gelir ve oranın ağalarını da tanımaz ise, o zaman her hafta yer değiştirme ihtimali çok yüksekti , hatta kesindi. Oraya buraya itilip kakılır, sürtülürlerdi.
Onlar hatırlı pazarcılardı. Her pazarda itibar görürlerdi, el üstünde tutulurlardı. O hafta gelmeseler bile yerleri bir başkası tarafından doldurulamazdı. Çünkü Pazar işlerini organize edenler izin vermezlerdi. Onlarda pazara gelirken hediye getirmeyi ihmal etmezlerdi. Onlarla yaptıkları alış verişlerde malları uygun fiata verirlerdi.
Bazı pazarlarda özel dostluklarda kurmuşlardı. Özellikle yazın bazen akşam yemeğine davet edilirler, hatta geceleri kamyonda uyumalarına izin verilmez evlerde misafir olurlardı.
O gecede oranın ileri gelenlerinden Rahmi ağanın evine misafir olmuşlardı.
Rahmi ağa altmış yaşlarında orta boylu, kalın yapılı ,biraz göbekli oturaklı bir adamdı.İlk bakışta kaba saba gibi algılansa da Salmanın en efendi kişilerinden biriydi.Ama ağalığını her yerde ve zamanda hatırlatma ihtiyacını da duyardı. Alçak gönüllü ağa görüntüsü vermeye çalışırdı. Konuşurken karşısındakini incitmemek için olmadık şekillere girerdi. Kelimeleri ağzında eze eze konuşmaya çalışır, kalın sesini olduğunca incelterek konuşmaya çabalardı. Bu onu kimi zaman komik hallere de düşürürdü. Bazen şaşırır, ağzından kelimelerin yarısı kalın yarısı ince çıkardı.
Şoförün ağabeyi Hakkı sergiyi kurduklarında mühendise “haydi Rahmi ağaya gidelim” dedi.
-Memlekette artık ağalığın kalmadığını zannediyordum
-Hakkı “Yahu, öyle zannettiğin ağalık değil bu, zamane ağalarından dedi gülerek”
-Zamane ağalığı da nasıl oluyor dedi mühendis şaşkınlıkla
-Hakkı bunalmıştı ama hissettirmek istemedi, “herkes ağa diyor bizde ağa diyoruz işte” diye kestirip attı.
Mühendis üstelemedi. Bu güne kadar ağa görmemişti. “olur gidelim , ama sergi ne olacak”
- Ahali daha köyden gelmedi, gelmeleri saat onu bulur, alışverişe de onbirden önce başlamazlar.
Kırk elli metre ilerideki dükkanın önüne geldikleri zaman, dükkanın önünün henüz Pazar olmanın emarelerini gösterecek kadar kalabalık olmadığını gördüler. Dükkan iki katlı betonarme binanın zemin katıydı. Zaten betonarme olarak yapılmış üç dört tane binadan birisiydi Rahmi ağanın binası. Son derece kötü bir işçilikle yapılmış kaba saba bir bina idi.Dışı beyaz badana ile boyanmıştı.İkinci katına dışarıdan merdivenle çıkılıyordu. Mühendis dükkana girmeden binayı süzdü, alaycı bir gülümseme belirdi yüzünde. Önde Hakkı arkada kendisi dükkana girdiler.
- Selamın aleyküm Rahmi abi
- Oooo !.. Aleyküm selam.,, buyursunlar
- Hayırlı işler, ramazanın mübarek olsun
- Sizinde,….şöyle buyurun.. diyerek oturduğu tahtadan yapılmış basit masasının yanındaki tabureyi gösterdi,, ..oturun dedi Rahmi ağa
- Yanında bir tabure vardı, sanki mühendis uzun süre ayakta kalmış ta bundan mahcup olmuş gibi, telaşa ile oğluna seslendi” oğlum ayıp değimli ayakta bıraktık misafirimizi şu sandalyeyi getir” diyerek iki üç metre ilerideki sandalyeyi işaret etti.
- Misafirlerini rahat ettirdiğine emin olduktan sonra, patron edası ile, yıllarca kullanılmaktan iyice eskimiş, kenarları lime lime olmuş döner koltuğuna oturdu, arkaya doğru yaslandı, koltuğa iyice yerleştikten sonra, sanki eskiden görmüşte nerede gördüğünü hatırlamaya çalışıyormuş gibi mühendisi süzdü, “ben bu beyi çıkaramadım” dedi.
- Bu mühendis Rahmi abi, daha doğru su mühendislik fakültesinde okutuyoruz, mühendis çıkacak, inşallah dedi Hakkı böbürlenerek. Zaten bu gibi durumlarda hep böyle davranırdı. Sanki kendisi okutuyormuş gibi. Mühendis bu söze bir kez daha içerledi, bir şey demedi ama Hakkı’ya ters ters bakmadan da duramadı. O duygularını hiçbir zaman saklayamazdı. Halbuki Hakkı’yı kırk kere ikaz etmişti.”Ulan bu Hakkı’da sırf hava” dedi içinden.
- Öyle mi?... dedi Rahmi ağa, büyük bir iş başaran birini görmüş gibi hayret ve takdirle baktı Mühendise, “maşallah, çok güzel, Allah hayırlısı ile bitirmek nasip etsin… birdenbire “bu memleketten de mühendisler çıksın tabii”, öğüt vermekle durum tespiti arası bir tavırla, memleketin mühendislere ihtiyacı var, tekrar aferin, çok güzel,…. Sonra önemli bir şeyi unutmuşta aklına yeni gelmiş gibi “ ne mühendisi olacak”
- Hakkı atıldı “ inşaat üzerine”
- İnşaat mühendisi yani, çok iyi, aferin, çok güzel, hımm…takdirden öte hayranlık vardı Rahmi ağanın tavırlarında.
- Mühendis okuduğu fakültenin inşaat mühendisliği ile ilişkilendirilmesine çok kızardı. Rahmi ağanın bu sözüne kayıtsız kalamadı ”yok mimarlık fakültesinde” dedi
- Rahmi ağa hayretle “ o da ne” dedi. Bu fakülteyi de yeni duyuyordu. Ama dediğine pişman olmuştu, cehaleti ortaya çıkmıştı, hemen işi toparlamaya çalıştı “ onlarınki de inşaat üzerine değil mi?” diye hüküm verdi.
- Evet ikisi de inşaat üzerine, ikisi de bina projesi çiziyorlar, ama mimarlar daha çok binaların güzellikleri ile ilgileniyorlar dedi Hakkı bilgiçlikle. Ne kadar engin bilgiye sahip olduğunu ispat etmişti böylelikle
- Haa .. dedi Rahmi ağa, o eski takdir ve yüceltme edaları gitmiş yerine olağan hatta olağandan da aşağıda bir tavırla “binaların dışını güzelleştiriyorlar yani”….. mühendisin bozulduğunu, hiddetinden karardığını görünce işi toparlamaya çalıştı ”memlekete oda lazım canım, binaları çirkin yapmak olur mu?”….sonra gururla geriye yaslandı, öğüneceği bir şey bulmuştu ”bu binamı nasıl buldun mimarım, projesini ben çizdim,?”
Bu Rahmi ağa da çok anasının gözü idi. Aklı sıra hem mimara fikrini sorarak onu adam yerine koyduğunu hissettirecekti hem de bu çirkin binanın “güzelliğini” ve bu konudaki kabiliyetini ona tasdik ettirmiş olacaktı.
- Mühendis gerildiğini, sinirinin doruklara ulaştığını hissetti. “Ulan şu ramazanlık günde ya sabır “dedi içinden. Sırıtarak, alaycı bir tavırla “ güzel Rahmi ağa” dedi. Bunu kelimelerin üzerine bastırarak söyledi. Hakkı bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu, bir çuval inciri berbat etme der gibi Mühendise sert bir bakış attı.
- Rahmi ağa bozulmuştu,hissettirmek istemedi, duymazdan geldi.
- -Yerinden hafifçe doğrularak oğluna seslendi. Sesinde kızgınlık ifadesi vardı. ”Ne dikiliyorsun müşteriye baksana”
- - Hakkı konuyu değiştirmenin yolunu aradı”abi bak sana Ünye’den ne getirdim”
- - Rahmi ağa ne olduğunu bile merak etmeden “ niye zahmet ettin, ne gereği vardı”
- - Olur mu abi ne zahmeti senin bize yaptıkların yanında hiç kalır.
- Rahmi ağanın biraz keyfi yerine gelmişti. Gülümsedi” bak ramazan olmasaydı size sabah çorbası içirirdim”
- - Sağol, biz senin ne kadar eli açık olduğunu biliriz, bundan şüphen olamasın
- -Akşama neredesiniz,erken gitmeyin, iftarda misafirim olun
- - Abi akşam buradayız, sabah erkenden Alan pazarına gideceğiz ama zahmet etme geceyi oğlak bağırttıranda geçirmeyi düşünüyoruz
- - Yahu orası ramazanda çekilmez, “ aslan sütü” olmadan oranın zevkimi olur. Ben sizi eve iftara bekliyorum tamam mı dedi Rahmi ağa ,sesinde otorite vardı.
- - Abi yengeme eziyet olur, bizi iki kişi zannetme beş kişiyiz.
- - Yok, olur mu yengenin hoşuna gider misafir, sonra ne ki kazana iki bardak su fazla koyacak o kadar.
- Rahmi ağa böyle söylemekle kendini sözde küçültüyordu, karşısındakinin kendisinin ne olduğunu hatırlatmasına fırsat vermeden kendi mevkisini kendisi hatırlattı” bizim soframız ne kadar kalabalık olursa biz o kadar hoşnut oluruz” dedi söyleyişinde bir büyüklenme edası vardı.” Hem misafir demek bereket demek”
- ** ****
- - İki de bir ne esneyip duruyorsun mühendis, çocuk mu salladın
- - Yok ya gece uyku tutmadı, bir de sabah güneşi vurdu, mayıştım,….
- - Neden diye atıldı şoför, ne düşünüyordun, memleketi kurtarma planlarımı yapıyordun
- - Memleket kurtarmak bunlara mı kalmış dedi ağabeyi,
- - Niye, memleket sevdasına her gün birbirlerini boğazlıyorlar ya!.... Yok sağcısın yok solcusun, vurun anasını satayım, …. Memleketi kurtaracak bir siz kaldınız,….. daha önünüze konulanı yemekten acizsiniz,…..
- - Hee’ dedi ağabeyi, şoföre gaz verdi, bunları okutmaya gönderiyoruz “anarşist” olup dönüyorlar.
- - “Tahta kurusundan uyuyamadım” dedi mühendis, konuyu değiştirmek istiyordu. Gerçi bunların hakkından gelirdi ama deymezdi bu güzel havada böyle can sıkıcı konulara değinmenin ne faydası vardı.” Ben size kamyonda uyuyalım dedim.”
- - Bize bir şey olmadı dedi Hakkı bizi ısırmadı
- - Beni de ısırmadı dedi Hakkının şoför kardeşi Yusuf “ senin kanın şehir uşağı kanıdır, lezzetlidir de onun için yemişlerdir seni”
- - “Tabii ne zannettin ya” dedi mühendis gülerek“ biz ekabur takımındanız, kanımız asil kanı, tahta kuruları bile anladı” Bunlarla ancak bu şekilde baş edebilirdi.”Ama siz anlamadınız”.
- - Bu söz Yusuf’a dokunmuştu.”Yani, sizin tahtakurusu kadar da aklınız yok mu demek istiyorsun? Ben sana demedim mi ağabey bunlar okuyunca topurundan çıkan kestane gibi asıllarını inkar ederler.”
- - Eee! bu işler böyledir, sefillikten kurtulmak için okurlar, sonra kendilerini bir şey sanıp bizleri beğenmezler, sen fazla takma kafanı. Hele bir okulu bitirsin, gelsin adam olur buralarda. Hakkı bunları gülerek söylemişti.Ama her şakanın altında bir gerçek vardır.
- Tozlu, kasisli yolda ağır aksak ilerleyen kamyon arada bir taş tümseğine çıkıp birdenbire inince sarsılıyor, kasasını kapatan tentenin ağaçları gıcırdıyordu.Kamyon yolun çok bozuk olduğu yerlerde iyice yavaşlıyor,adeta adım- adım ilerliyordu, Yol düzelince Yusuf gaza birdenbire yükleniyordu.Bu yüklenme ile birlikte kamyon şaha kalkmak isteyen atlar gibi burnunu havaya kaldırıp büyük bir homurtuyla ileri atılıyordu. Kamyonun gürültüsü ormanın derinliklerinde kaybolurken, arkasındaki toz bulutu daha artıyordu.
- Bazen ormanın içine dalıp, ağaçlar arasından süzülen ışıklarının oynaştığı, bazen de ekin tarlalarının çiğlerini kuruttuğu güneşle yüz yüze geliyorlardı.
- Hafif bir yokuşu çıkıp virajı döndüklerinde Hakkı Yusuf’a kornayı çal dedi. Yusuf parmağını olanca gücüyle kornaya bastırdı. Korna “can hıraş” bir feryat kopardı.Mühendis yayıldığı koltuktan birdenbire doğruldu” ne oluyor, önümüze “camış” mı çıktı?” Yola baktı bir şey göremedi, ne oluyor der gibi Hakkı’ya baktı.
- Hakkı gülerek bilmiş bir tavırla” geldiğimizi haber veriyorum”
- - Mühendis bir şey anlamadı, Alan’a gelmiş olamazlardı, çünkü görünürde binalar falan yoktu. Nereye geldik ki, korna sesinden geldiğimizi mi anlayacaklar?
- - Nereye olacak Alan’a tabii ki, Yanıklı Ticaret’in geldiğini hatırlatıyorum
- Virajı dönüp elli metre kadar ilerlediklerinde üç yol ağzına geldiler.Burada zemin katı kahvehane olan üç katlı bir ahşap taş dolgu bir evin yanında durdular. Evin önünde büyük bir kiraz ağacı vardı. Yusuf kamyonun kornasına olanca gücü ile bastırmaya devam ediyordu.
- - Hakkı otoriter bir sesle “Yusuf sergiyi kiraz ağacının gölgesine kuralım, kamyonu ona göre park et”
- Yusuf kamyonu park ederken mühendis meraklı gözlerle çevreyi süzüyordu.Burası üç yolun kesiştiği bir yerdi.Hafif meyilliydi, yolun kıyısı mısır tarlası idi. Burada bir evden başka üç tane daha ahşaptan, küçük barakalar halinde , birbirine bitişik dükkanlardan başka bir şey yoktu.Etrafta kimsecikler de gözükmüyordu.
- -Yahu burada kimsecikler yok ya!
- - Merak etme şimdi gelirler dedi Hakkı
- - Emin misin, bana pek sarmadı ya ,her ne ise ,bu işin ağası sensin dedi gülerek mühendis
- - Hakkı mühendisin alaylı konuşmasına kızdı , Mühendisi dürterek “Çok konuşmada in aşağıya”
- Mühendis kamyondan indi, gerindi, kiraz ağacının serin gölgesi onu biraz kendine getirmişti ama hala gözlerinden uyku akıyordu. Gerindi ,elleri ile yüzünü sıvazladı,bacaklarını birkaç defa dizine çekti bıraktı. Yorgundu, çevrede kimseciklerde yoktu. Üzerindeki üşengeçliği üzerinden atamıyordu. Ben neden buradayım diye geçirdi içinden, şimdi evde olup yatakta keyfince uyumak vardı. Aslında onu Akkuş’un ormanlarında “pırtı” satması için zorlayan yoktu. Kendisi istemişti.Hem ağabeyine yardımcı olarak ondan zaman- zaman aldığı ufak cep harçlıklarının karşılığını vermek istiyordu, hem de tabiatın bu güzel diyarında dolanmak onun hoşuna gidiyordu.
- Ne var ki bu yıl dolanma işi ramazana rast gelmişti. Üstelik bu yaz son yılların en sıcak mevsimiydi. Gece bile bu ormanlık alanda sıcaklık kendini hissettiriyordu. Kamyonun içerisinde sıcaktan bunaldıkları geceler oluyordu.
- En çok Salmana giderken Oğlak bağırttıranda konaklamayı seviyordu.”oğlak bağırttıran ulu gürgen ağaçları ile dolu orman yolunun kıyısında bir pınardı. Bir gürgen ağacının ortasından geçirilmiş bilek kalınlığında bir borudan akan bir defada üç yudumdan fazla içemeyeceğimiz kadar soğuk bir pınardı burası.
- Bu adı neden taktıklarını sormuş ama net bir cevap alamamıştı. Zaten oda fazla merak da etmemişti. Böyle şeyleri fazla merak etmezdi. Bilirdi ki çoğu yakıştırma olurdu böyle adların.
- Orayı ilk defa üniversiteye yeni başladığı yıllarda yani bundan üç sene önce tanımıştı.Yine ağabeyi ve Hakkı’larla Guzköy’e Pazar kurmaya giderlerken konaklamışlardı. Akkuş pazarından yiyecek erzakı almışlardı. Erzakın içerisinde etten başka aldıkları beş kilo patates dikkatini çekmişti. Zira patates yemeği yapmak onlara göre değildi.Hem pratik değildi hem de yaz gününde canları çekmezdi.Bu kadar patatesi ne yapacaksınız diye sorduğunda ağabeyi akşam anlarsın demişti.
- Oraya gece 9.30 sıralarında varmışlardı. Yolun 10 metre kadar yukarısında çok az bir düzlüğü olan, ulu gürgen ağaçları arasında gür bir pınardı burası. Ağacın ortasından geçirilen bir demir borudan akan su kalın bir gürgenin içi oyularak yapılmış bir su yalağına akıyordu.Yolun altı hafif meyilli çayırlık arazi idi. Çayırlığın bitiminde taz yaylasının yamaçları başlıyordu.
- Etraftan çalı toplayıp pınarın biraz uzağında ateş yakmışlardı. Ateşin köz olmasını beklerken domatesleri, biberleri, salatalıkları yıkamışlardı. Soğanları soymuşlardı, büyücek bir tepsiye salata yapmışlardı, etleri dövüp baharatlamışlardı.
- Köz olduğunda etleri ızgarada pişirmişlerdi. Karınları çok acıkmıştı.Salata ile birlikte etleri doyasıya yemişler karınlarını doyurmuşlardı.Karın tokluğundan adım atacak mecalleri kalmamıştı.
- Aklına patatesler gelmişti.”Yahu bu patatesleri boşuna aldınız, karnımız doydu ziyan olacak onlar” demişti.Bunun üzerine Hakkı kendisine bir şey hatırlatılmış gibi Yusuf’a dönerek patatesleri köze gömün demişti.
- “ Bu saatten sonra patates mi yiyeceğiz ?”diye itiraz etmişti.Yine her zamanki gibi patron edasıyla “Merak etme bir saat sonra karnın acıkacak” demişti Hakkı.
- Gecenin ilerleyen saatinde gürgen ağaçlarının arasından bütün ihtişamıyla kendini gösteren dolunayı hiç unutamıyordu. Gökyüzü bulutsuzdu, dolunayın gümüş renkli ışıkları ormanı aydınlatmaya başlamıştı.. Taz yaylası tüm güzelliği ile ortaya çıkmıştı. Orman karanlık ,kasvetli korkutuculuğundan huzur verici bir ortama dönüşüvermişti.
- Mühendis tabiata tutkundu. Hele Dolunayı ve dolunaylı geceleri daha çok severdi. Hatta ona tutkundu. İleriki yıllarda bir kızım olursa adını Dolunay koyacağım derdi.
- Dolunay doğmuştu ve Mühendis yine duygusallaşmaya başlamıştı. İçinde fırtınalar esiyordu. Sevdiği aklına geldi. Ülkesi aklına geldi, soydaşları aklına geldi. Kaybedilmiş, terk edilmiş diyarlar aklına geldi. Ülküsü aklına geldi. Bir duygudan öbürüne geçiyor, içi içine sığmıyor,bütün her şey sorunlar yumağı haline geliyor,yumak gittikçe büyüyordu.Büyüdükçe içinden çıkılamaz hale geliyordu.
- Bir ara uzaktan bir ses duyar gibi olmuştu.Kulak kabarttı,dikkat kesildi;bu bir kaval sesiydi, mahalli bir hava çalıyordu.Kavalın sesi bazen yanındakilerin gürültülü konuşmalarına karışıyor duyamıyordu,.Zaten bunlar basmadan ,entariden başka ne anlarlardı.Burası bile onlar için soğuk bir su pınarından başka bir şey değildi. Tabiat ne idi, buralar ne idi, ne ifade ediyordu, kimlerindi, kimlerin olmalıydı,sorunları ne idi,çözümü ne idi?Onların umurunda değildi. Dertleri satışlardı, o gün satışların iyi olması onlar için yeterliydi. Onların sorunları Ünye’den öbür tarafa geçmezdi. Yeter ki satışlar iyi olsundu. Ülke ile ilgileri sadece ülkeye komünizm gelmemesi idi. Gerisi boştu, çünkü varsa yoksa malları idi,kazandıkları paralardı.
- Birde değerleri vardı. Bunlar dindi,kur-andı,camilerdi,namustu.Bunların hepsine komünistler düşmandı. Komünizm bütün kötülüklerin anası idi onlar için.Görüldüğü yerde ezilmeli,yok edilmeliydi.
- Fakat burada komünistler yoktu,dolayısıyla tehlikede yoktu. Komünizm gazetede idi radyoda idi. Onlarda kasabada ve şehirlerde vardı. Bu dağın başında,ormanlık yerde komünizm ne arardı?
- Burada para kazanma vardı,yeme içme vardı.Yiyorlardı,içiyorlardı,kazanıyorlardı.Yani keyifleri yerindeydi.
- Mühendis gürgen ağacına sırtını dayayıp sigarasını tüttürürken bunları düşünüyordu.Ulan dedi içinden şunların haline bak,akılları fikirleri basmayı kaç liraya sattıklarında,memleket elden gidiyor haberleri yok.
- Dolunaya baktı,kaval sesine dikkat kesildi,yanındakilerin abuk sabuk konuşmalarına kulak tıkadı,kendine odaklandı,düşüncelere daldı.Sevdiğini düşündü, ülkesini düşündü,ülküsünü düşündü,kahırlandı,karanlıkta iki damla gözyaşı yanaklardan aşağı süzüldü.Bir türkü yankılandı ormanın derinliklerinde.Bu türkü değil bir ağıttı.Bu hasretliğe,çaresizliğe yakılan ağıttı.
-İnsanlar sustu, kaval sesi yitti,cırcır böcekleri yuvalarına çekildi,ay kederlendi bulutlarda yüzünü gizledi. Karanlık ormana hakim oldu.Orman içine kapandı.
- Sesi güzeldi,davudi bir sesi vardı, ses gittikçe gürleşti,gürleştikçe hüzünleşti,hüzünleştikçe yanıklaştı.
- ******
Devamı var

ARABA SIRTLARIDA ORMAN YOLLARINDA

23 Kasım 2008 Pazar

NAFAYA İLK NASIL BİNDİM




Aşağıdaki anlatacağım öykü benim 5-6 lı yaşlarda eski adı ile Çilader şimdiki adı ile Çaybaşında geçen bir anımdır.
Bu anlatımımı Ünye şivesi ile yapmak istedim.Bunun sebebi tarihe bir not düşmektir.Zira ileride yöremizin şivesi konusunda araştırma yapacak olanlara bir nebze katkım olsun istedim.
Ünye şivesini yazı dilinde anlatmak oldukça zor oldu. Umarım başarabilmiştirim.
-----------------------------
Allah’ım, günlerdir düşüniim bir türlü aklımdan gitmii.Gece başımı yastığa goyduumda hemen aklıma gelii.Hadi uyu uyuyabilirsen.Uykusuzluktan gözlerim gan çanana döndü.
Ben şimdi ne yapıcam. Dostlara, hele bilgin abiye ne dicem. Ama aglıma bir türlü gelmiiki. Galmadı mı yoksa ben mi hafızamı gaybettim.Hatıralarımdan söz edim cancaaazlarım hatıralarımdan.
Bu hafta mutlaka annatmam lazım yoksa gıtır gıtır doraarlar beni.
Napim Ünye hatırası olmadı çilader hatırası olsun barii.
NAFAYA İLK NASIL BİNDİM.
Evet,nafaya ilk nasıl bindimi annatıcam size.Bir çilader hatırası. Olsun çilader de Ünye sayılur.Yaşım daa ya beş yada altı.Tahmini 62- 63 yılları. Aylardan yaz başlangıcı muhtemel haziran ayının başı.
O günün Çiladeri büyücek bir köyden farksız. Ben diyeyim elli siz deyin atmış hane. İki tane gave yedi sekiz baggal dügganı iki dane fırın vardı.Eylül ayından itibaren üç dört ay açılan üç beş zahireci dükkanı ile bir tane de lokantası vardı.Zaten bakkallar yeni yetmelerin zannettii gibi bugünün baggalları gibi deeldi. Köyde yaşayanlar için lazım olan ne varsa ondada olurdu.Bir tarafında basma satılır (gazak gömlek nerde) diğer tarafında biraz bisküü,helva, sabun,gaz, un,şeker gibi ihtiyaçlar başka köşede defter,galem, nal ,çivi gibi şeyler.Hepsinden beşer onar adet.
Yeni yetmeler merak ederler şimdi. Elektrikler kesilir miydi diye.Evet kesilirdi.Hem de yedi gün yirmidört saat. Televizyonda programlar iyi olmadığı için kimse televizyon almazdı.Radyoya da kimse tenezzül etmediğinden evine gomazdı.Ancak gavelerde müşteri memnuniyeti için vardı.Gazeteler haftalıktı çiladerde.Hafta günü (ki Salı günü haftasıydı) birkaç kişi hediye mukabilinden Ünye’den getirir hafta boyu elden ele dolaşırdı.
Biz çocuklar çizgi filmi filan olmadıı için gündüzleri agşama gadar bokuç oynarduk.Bildirbir oynarduk. Yazın tattalu uçururduk.Birde dereye çimmeye giderdük.Agşamda yorgunlukdan zıbarurduk.Ben o tarihlerde garşımda fenerlü olmadu için cimbomlu değildim.Biz maç etmezdük ama bokucu çok iyi oynarduk.Bokuç top ve kiremit kırıkları ile oynanurdu.
En makbul top gayseri basmasından yapılan idi.Çünkü hem dayanıklı hemde çif renklüydü.Öbür toplar ya gadun entarisinden yapulur yada gaput bezinden olurdu.Gadun entarisinden yapılana hoş bagmazduk.Onlarla gızlar oynardı.Onunla oynuyan erkek uşaklarada garu gılıklılar derdük.Gaput bezinden olanlarda dayanuksuz olurdu.Topun hası ağır olanı ve vurdummu büber gibi yakanıydı.
Neyse biz gelelim nafaya.
O gün günlük güneşlikti.Yaz başlangıcı oldu için her taraf yeşildi.Nahiyede(çilader o zaman nahiye idi) in cin yakan top oynidu.(Şimdi yeni yetmeler nahiyede ne dicekler.İnterneti açıp bakın yeni yetmeler onuda ben mi öreticem size.)Büyükler tarlada işleri vardı hadi, çocuklarda nerde idi?Onlarda yoktu.Can sıkıntısından sokakları arşınladım ama bir tane bile agranıma raslamadım.Herhalde yeni yol yapımını seyretmeye gittiler dedim.Yoksa buralarda benim gibi aylak birkaç uşak olması lazımdı diye düşündüm.Bende gidim bakim napiilar dedim düştüm yola.
O yıl bahar başında Ünye Çilader arası yol genişletmesi çalışmaları başlamıştı.Çalışmalar Çiladere iki kilometre gadar yaglaşmıştı.Nafa gamyonları vızır vızır işlidi.O bahar Çiladere bir hareketlilik gelmişti.Günde bir defa Çiladerden Ünyeye araba giderdi.İki günde birde Asagdan araba gelirdi.Oda gamyon olurdu.Onlardan başka araba sesi duyulmazdı Çiladerde.Nafalar geldiinde trafik yoğunlaşmıştı.Çünkü Çiladerin üsbaşındaki taş ocaandan nafa gamyonları yeni açılan yola gırılmış daş(mıcır) daşiilardı.Gocaman gamyonlardı.
Gocaman gamyonlar derken zannetmeyin ki oniki teker otuz tonluk gamyonlar.Altı teker on, oniki tonluk gamyonlardı.O zamanın en büyük gamyonunun en gabadayı beş tonluk oldunu düşünürsek bize nafalar dev gibi gelirdi.Renkleri turuncuya yakın sarı renkteydi.Çocukluk işte yanına yaglaşmaya gorkardık.
Ben, biraz arkadaşlarımı bulma birazda merakdan düşdüm yollara.Yolların genişliği daş çatlasın dört metre gadardı.Bazı yerlere de serilmek üzere mıcır döküldüü için yol daralmıştı.Nafalar yanımdan geçerken ezilme gorgusu ile bayıra sarardım.Ezilme gorgusu merak garmagarışık duygularla iki kilometre gadar sonra grayderlerin çalıştı yere geldim ki bizim uşaklardan eser yok.Bir süre çalışanları seyrettim.Sonra dönmeye karar verdim.Verdim ama dönmek mesele.Gelirken merak vardı arkadaşlarımı bulma umudu vardı.Şimdi onlarda galmadı.Beni aldı bi gorku.Bu dar yolda nafalara ezilmeden nahiyeye nasıl gidicem?
Çaresizlikten beni bi kahır tuttu, başladım alamaya.Nasılsa çalışanların dikkatini çektim.İçlerinden biri yanıma yaglaşdı.”Olum niye alin?” dedi.
---- “Nafalar beni ezer” dedim.
---- “Gelürken gorkmadın da şindi mi gorkin”
---- “????” ses yok
---- “Sen kimin olusun”
----- “Memed Halıcı’nın”
---- “Ha şu bizim Halıcı’nın,adın Yakup’mu senin?”
---- “hee”
Beni hesaba çeken rahmetli Talip Bayrak’tı.Nahiyenin ileri gelenlerinden biriydi.Zaten belediye gurulduunda belediye başkanı ilk o olmuştu.
Orada bir nafa şöförüne seslendi.”Şu delikanlıyı nahiyeye gadar götür” dedi.Peşinden tembih etti”Para falan alma sakın ha , sona gızıyın gaçurur” Gülüştüler birisi gaptıı gibi beni şöför maalline oturttu.Bende ki keyf padişahta yok anasını satiim.Gamyona bi guruldum ki sanki gamyonun sahibi benim.
Şöför nahiyeye gelene gadar ahretlik sualleri sordu.Napin, nedin , yaşın gaç,gardaşın var mı,baban ne iş yapi falan.Arada bir bennen dalga geçii.Bu tür sualler o zaman da hoşuma gidmezdi şimdi de gitmez.Keyifden yol hiç bitmese diye bagtım.
Nihayet nahiyenin ortasına geldük ki birde ne göriim.Nahiyenin bütün uşagları meydanda sanki bizi beklii.Bende şaşurdum , bunlarda nerden çıktı?Ben bi keyf oldum ki sorma gitsin.Goltuklarım gabardı.Bende bi hava bi hava.Boru mu millet düz gamyona binemez ben nafaya binmişim.Hem de şöför maalline.Ölee şöför maalline binmek düz gamyonda yani “emektarın gamyonunda” bile herkezin harcı deel.Zengin olucan,makam sahibi olucan, itibar sahibi olucan ne bilim birinci derece agraba olucan .Yoksa nerde şöför maalline binme.Biz kiim şöför maalline binme kim.
Ben gamyona binmenin ve de arkadaşlarıma zart atmanın duyguları içinde gamyonda yerimde duramiim.Onlara el salliim.Gülücükler yolliim.Sevinceklikden ne yapıcamı bilemiim.Ama bir yandan da gamyondan inecek olmamın üzüntüsünü içimde hissediim..
Birden, galın ürperten bir ses beni çivi etti.”yolda aladuyun söliimmi şindi haa”
Ben gün ortasında yaz sıcanda buz kestim.Bütün neşem ,sevincim gitti.Çakılı galdım , sona yavaş yavaş sesin geldüü tarafa döndüm.Garşımda şöför sırıtii.Anladım ki söför benle dalga geçii.Gorkum geçti ama gülemedim.Gamyondan inene gadar ciddiyetimi muhafaza eddim.
Bütün çocuklar başıma üşüştü.Kimi nasıl bindimi ,kimi de şöförün gamyonu nasıl sürdünü sordu.Ama hepsinin de bana gıpta ve hasetle baktınıın farkında idim.
Benim bu havam bir hafta gadar sürdü.Golay deel nafaya binen ilk çiladerlü çocuk bendim.Boru deel büyük iş başarmıştım.Benden sona da kimsenin bindini de sanmiim.
Ya işte böle.Çiladerlü dersiz benle alay edersiz.Şehir uşaa olduzda noldu.Siz hiç nafaya bindiiz mi?

BOKLU BALIK !..


Ahh.. Tabakhane deresi sen ne durgun akansın!
Seni gören kendine bile faydası yok zanneder.Ama gel gör ki sen kimlerin canını yakmadın ki?.Üç beş senede bir Ünye’nin başına bela kesilirsin.Arada bir kokutursun.
Yine de seni seviyoruz.İlçemizin tarihinde önemli bir yerin var.Sayende eyaletimiz oldu.Yine sayende Ünye’yi doğu, batı diye ayırırız.
Olsun... Ben seni çok seviyorum.Çocukluğumda, gençliğimde ve orta yaşlılığımda senin önemli bir yerin ve hatıraların var.
İlk balık tutmayı sende öğrendim.İlk sende yüzdüm.İlk seli sende gördüm.Suya dair ne varsa önce sende öğrendim.
Birilerine boklu balık yedirdiğine de şahit oldum.
Yok itiraz etme, o balıklar resmen lağımının ürünüydü.
Anlatalım millet şahidimiz olsun;
Sene 1979 aylardan haziran civarı. Ağabeyim,ben ve akrabamız ve yaşıtım Halit(baş kahramanımız olduğu için adını veriyorum) saçma ile balık avına çıktık.
Vakit ikindi üzeri.Yer veterinerliğin karşısında boklu göl.
Yaşıtım da olsanız oraları bilmeyebilirsiniz.Hele yeni yetmeler hiç bilmezler.Tabakhane deresini biraz tarif edeyim.
Sanayinin karşısında ,şimdiki mal pazarına giderken Cuma değirmeni vardı.Onun bend göletine biz büyük ana derdik.Birde Ahmet Kabayel’in fındıklığının dibinde bir bend göleti vardı.(oda Bayramca’daki değirmenin göleti idi.) Ona da küçük ana derdik.Analıkla ne alakası var onu bilemiyorum.Belki Kabayel bilir.Küçük ananın aşağısında bir küçük gölet vardı. Onun adına da Acente derdik.Muhtemel bitişiğindeki fındıklığın ilk sahiplerinin adından olsa gerek. Bir de şimdiki ilçe tarımın karşısına düşen bir gölet mevcuttu. Onun adını da biz boklu göl koymuştuk. İşte senaryomuzun geçtiği yer burasıdır.
Biz, ikindi üzeri, büyük anadan saçma ata ata akşam ezanı vakti boklu göle geldik. Saçmayı Halit atardı.Çok ta güzel atardı hani.Boklu göle gelene kadar yakaladığımız balık üç kilo civarında idi.Boyları da fena sayılmazdı. Halit’e dedik ki “yeter artık, dere buradan sonra kirleniyor.Balıkları yenmez”.Çünkü o gölete Saca ve Çınarlık mahallelerinin kanalizasyonu akıyordu.Yazın çok sıcak havalarda kokudan yanından dahi geçemezdik.Öyle ki derenin rengi orada değişir, grileşiyordu.
Halit gölün endamına öyle mest oldu ki “yok arkadaş buraya saçma atmadan gitmem” diye tutturdu. Akşam vakti olduğu için ne gölün kokusunu hissedebiliyordu nede rengini fark edebiliyordu. “Peki ne yapalım,günah bizden gitti” dedik.
Halit’in üzerinde uzun şortla fanilası vardı. Doğal olarak ıslaktı.
Halit beline kadar suya girdi, saçmayı ya bismillah dedi attı.
- Anoov lan nagadar aar. Zor gelii.
- “Hadi gözün aydın” dedi abim gülerek.
Halit birinci saçmayı kıyıya getirdiğinde hakikaten dediği kadar vardı. Tuttuğu balıklar iki kilo gelirdi . Halit o sevinçle üç dört defa daha attı .Boklu gölde tuttuğu balıklar beş kilo kadar olmuştu. Bir müddet sonra gözü doydu, zaten karanlık ta basmıştı.
- Halit ” hadi bölüşelim” dedi
- Ağabeyim “Halit bu senin hakkın epeyi eziyet çektin biz sadece yanında dolanduk” diyerek boklu gölde tutulan balığı öbürlerine katmadan Halit’e verdi. Halit çokta itiraz etmedi.
Biz balık tutmaya minibüsle gelmiştik. Araba zor da olsa derede gidebiliyordu.Zaten o civarın ulaşımı dereden sağlanıyordu. Halit’e dedik ki “üzerini değiştirmeden seni eve kadar götürelim.Daha rahat edersin.”
Halit’i evine götürüp bıraktık.
Birkaç gün sonra bir akşam üzeri eve giderken Halit’in marangoz dükkanına uğradım. Halit beni görünce sırıtmaya başladı.Ama bir şey söylemedi.Anladım ki bir şeyler oldu.Ben hoş beşten sonra,
- “Balık nasıl lezzetlümüydü?.”
- Ehh fena sayılmazdı” dedi Halit gıyıntırak bir şekilde.
-(anlamamazlığa gelerek) N'oldu,hayırdır, bir şey mi oldu?
- Garı evden atidu beni az daa
- (çok ta safım) “Niye?... Bacım ölee bi gadun deeldür”
-Yav gabaat bende, sizin sözüzü dinlemedim.
- Niye ki?
- Yav... Hanım gapıyı açtı girdim eve , tabii don fanila.Hanım beni böle görünce şaşırdı ama saçmayı görünce annadı. Sona yüzünü buruşturdu ,sen bok gokiin diye çıkıştı.
- Ben de şaşırdım.”Dön bakiim gıçını" dedi .Döndüm bişi yok, "ayanı galdur" dedi orda da bişi göremedi.Ben yemin billah ama nafile. Bi maşraba su getürdü ayaklarımı gapı dibinde sabunladı.Sona hiç bir yere bulaşdumadan beni hamama sokdu.
- Eee sona
- Sonası şu.” Üstümdekileri çıkaddudu bi kaada sardududu hamamın dibine goydudu. Beni de çıkaddı küdmenin üstüne, bi saaat tüneddü.
- Niye, ne yaptın kütmenin üstünde?
- Yav garı huylu saa, sola bok deymicemiş.
- Üzeriyen şey mi sürünmüş.
- Yog yaav dedim ya bizim garı huylu diye
- Allal la, melek o gadar huylu mu yav?
- Üff sen bilmezsin onu ne pirpirükdür.
- Peki kütmene tünedin ne gadar galdın orda
-Dedi ki, bi übrük su ısıdcam, orda bekle, sakın inme aşaa.
- Bi saad tünedim orda.Tüb de bitmek üzereymiş sin sin yanii, gaynamak bilmedi gaybana. Neyse, dedim ki ben çimerken sende balı ayıgla. Yiyelim bari de keyfimiz yerine gelsin.
-Garı balı ayıglamış ama içine pek sinmemiş. Beni gızar diye istemeye istemeye ayıglamış.
- Neden? bayat deel ki oolum.
-Bayat deel ama bog kokimuş
- (yalandan yere) Hadi lan olumu öle...
-Valla billa tıpkı şey gibi gokidu bende hisseddim.
- Siz evhamlanmuştursuz.
-Dayanamadım gızarddudum biraz bi gapım aldum ama acı geneydi, yemeyi bıragduk.
- !!!!!!
- Gerisini garı naptı bilmim. Gorguma soramadım.
- Niye gorkiin.
- Bi keresinde soracak oldum,"önce tavayı yenile de undan soona gonuş." Dedi.  Yeni tava istiii yani...
-Niye ?
-Yav... Olum saa gaç kere söliicem, dedim ya huylu diye. Tavaya bok bulaşmış da ondan.
Halit’i bir daha Tabakhane deresine götüremedik.Başka derelere de biz gidemedik.Yani bu boklu göl avı son avımız oldu.

21 Kasım 2008 Cuma

YÜZ GRAM DAVUL TOZU


Mukallit kelimesini yeni yetmeler bilmez. Onlar bilse bilse işletme kelimesini bilirler ki bana hep şirketleri çağrıştırır.Şirketlerinde mukallitlikle uzaktan yakından hiç alakası yoktur.Zaten günümüzde de her şey metalleşti.Tın tın içi boş.
Mukallit TDK’na göre “taklitçi” demekmiş.Arapçadan gelirmiş. Halk arasında “mugallit” denir.Fazlasına aklım ermez.Bana göre taklit gibi öyle pekte masum bir kelime değildir.
Bazen pencere kenarında dalgın denizi seyrederken şahit olduğum mukallitlikler aklıma gelir.Diyeceksiniz ki sanki yaptığın mukallitlikler aklına gelmiyor.Utanırım yazmaya o zaman dersiniz ki marifetmiş gibi anlatıyorsun. Demek ki yaptığın hınzırlıkları anlatmak mukallitliğin şanından değil.Yani bunu yapacaksan anlatmayacaksın.
Bunun bir faydası da var.Başkaları anlattığında kendi mizansenini ,yorumunu ,kabiliyetini katar ki olaya ayrı bir lezzet verir.
Anlatıla anlatıla fıkra olma ihtimalide kuvvetli.Fakat o tadı almanız mümkün değildir.Zira zaman ve mekan kavramı mukallitlikte çok önemlidir.
Eh bu kadar yalan yanlış ansiklopedik bilgileri okuduktan sonra birkaç hikayeyi hak ettiniz.
--------------------------------------------------
Yıl 971 kışı başlangıcı.Ofisbank’ta çalışıyorum.Ben bu hikayemi yeni yetmelere anlatmadığım için ofisbank’ı tarif etmiyeceğim.Merak eden babasına sorabilir.
İşin olmadığı avaralık bir günümüz.Biz tezgahtarlar sobanın başına üşüşmüşüz lak lak ediyoruz.
Kapıdan içeri arkasında onbeş yaşlarında bir kız çocuğu ile yaşlı bir kadın girdi.Tedirginlikle etrafına bakındı.Belli ki bir muhatap arıyordu.Musa abi
---- Buyur teyze yardımcı olalım.
Musa abi Taflancıktan 35-40 yaşlarında hinlikleri bol tezgahtar ağabeyimizdi.
Kadın rica, minnet ve yalvarma ile karışık
---- Torunum bu.Buraya işe alsanız çalışsa olmaz mı?
Musa abi bir an durakladı sonra hınzırca gülümsedi.
--- Teyze torunun hangi okuldan mezun oldu?
Kadıncağız şaşkın.Tezgahtarlıkla tahsilin ne alakası var der gibi baktı
--- İlk okul mezunu oğlum.(Yani hesabı kitabı biliyor anlamında bir tavır takındı.)Musa abi hınzırca gülümsemesini devam ettirerek
---- İşte bu olmadı teyze burada çalışmak için fakülte mezunu olmak lazım
Kadın şaşkın
---- Nasıl yani?
Musa abi duraklamadan
--- Buradakilerin hepsi fakülte mezunu (beni göstererek ) sadece bu goca gafalu hariç.Gazanamadı okulu.Bu sene gazanacak emme, çok çalıştirim ben onu
Kadın inanmakla inanmamak arasında
---- Ya sen nereyi bitirdin?(demek ki pek ihtimal veremedi yalanını ortaya çıkaracak)
---- ÇED DAV ORMAN FAKÜLTESİNİ TEYZE
Kadın hayret ve takdirle karışık döndü “gel gızım burası hep okumuş” dedi.Torunu ile çıkıp gittiler.
-----------------------------------------------
Bu işte usta olmak lazım. Yoksa yüzüne gözüne bulaştırırsın. Ava giden avlanır misali işin sonunda avlanmakta var.
Sene 71.Yer ofisbank. Baş kahramanımız yine Musa abi. Bu sefer madur Mahmut.
Mahmut mahalleden arkadaşım. Benden bir iki yaş küçük. Ali Doğanerin kayınçısı. Bir ara Karabük’te idi şimdi nerde bilmiyorum. Bana Ali Doğaner de kim demeyin. Dedik ya bu hikaye yeni yetmelere göre değil.
Gelelim sadede. Musa abi kağıda davul tozu, minare gölgesi, göden otu, hamam sefası yazdı Mahmut’a verdi.
------ Mahmut yiğenim al şu beş lirayı bunlardan yüzer gram alda gel.
Mahmut kağıda şöyle bir baktı bir şey anlamamıştı
----- Ne abi bunlar….. Musa abi tersledi
----- Senin ne işin var denileni yapsana… Sözde kızarak
---- Bütün bakkalları dolaş almadan da gelme sakın diye kükredi
Mahmut kağıda tuhaf tuhaf bakarak gitti
Ben sana demedim mi şu yetimle uğraşma diye serzenişte bulundu Nihat abi.Nihat abi patronların en küçüğü idi.Sert bakışlı idi ama iyi yürekliydi.Mahmut’u kollardı.
---- Accuk dur dedi Musa abi hınzırca gülerek ”ben ona hayatı öretim”
Yarım saati biraz geçe elinde bir külahla mağazadan içeri girdi Mahmut. Vazifeyi yerinde getirmenin huzuru vardı yüzünde. Gülerek elindeki külahı Musa abiye uzattı.
------ Aha aldım Musa abi
Biz şaşkın Musa abi bizden şaşkın. Musa abi şaşkın şaşkın
----- Ne lan bu
Mahmut hiddetlendi
---- Listede yazdıkların işte.
Ver bakim şunu dedi Musa abi külahı almasıyla tezgahtaki gazeteye dökmesi bir oldu
---- Ne oğlum bunlar
---- Tahrayla ben anlamam dedi Mahmut “listeye ne yazdınsa o”.
---- Nihat abi imdada yetişti.”Uğraşma çocukla al dedin aldı işte”
--- Musa abi lafı çevirdi” Nerden aldın bunları”
--- Köprü başındaki bi bakkaldan dedi Mahmut .Devam etti “ sora sora gittim herkes bende yeni bitti bitişiğe sor” dedi.
--- Sona dedik hep bir ağızdan
---- Köprü başında bi bakkala girdim listeyi verdim adam baktı oğlum sana bu listeyi kim verdi dedi. Bende ofisbanktaki Musa dedim.
---- Yine hep bir ağızdan ”eee sonra” Nihat abi keyifden “ rahat bırakın uşa devam et mamut”
Mahmut vazifeyi yerine getirmenin keyfi içersinde devam ederek
---- Ha anladım dedi bakkal benden beş lirayı aldı teraziye bir şeyler koydu karıştırdı sonra külaha koydu bana verdi. Dedi ki “ belli ki Musa bunlarla mayasıl ilacı yapacak.O beceremez diye ben terkibini hazırladım.Sadece su katıp macun yapsın sabah akşam mayasılına sürsün” dedi. Ayrıca selamı da var.
Musa abi bu sefer avlanmıştı. Yine huyundan vazgeçmedi ama daha temkinli hareket etti.
Ha külahın içindeki karışım ne mi idi? Toz karabiberle kırmızıbiber kesin vardı. Galiba öbürleri de bir miktar pudra ile leblebi tozuydu.

KIR SAÇLI ORTA YAŞLI ADAM(1)


“Bir daha Dünya’ya gelirsem dedi kendi kendine Orta yaşlı adam; “arasatta” kalmamak için elimden geleni yapacağım” . Bu sözleri söylerken içi buruktu.Biraz anlaşılamamanın biraz da bulunduğu konumdan hoşnut olamamanın küskünlüğü vardı içinde.
- “Ne o” dedi arkadaşı gülerek.”Karadeniz’de gemilerin mi battı?
- Uğraşma yahu benimle gene zılgıtı yedik!
- “Sende dalaşma milletle”
- “Ne bileyim, mayamızdan mıdır nedir, rahat duramıyoruz işte”
- “Hadi gel seni Kamil ustaya götüreyim, böyle olmuyor, ikide bir baykuş gibi düşünüyorsun.Bir gün gideceksin hücceten. Bir şey değil çoluk çocuk perişan olacak.
- Git işine yahu dedi,sonra dayanamadı sordu arkadaşına Kır saçlı orta yaşlı adam "ne yapacağız Kamil ustada?”
- “Güngörmüş ,bilge adamdır.Anlatırsın derdini, sana nasihatte bulunur.İyidir,halden anlar, rahatlarsın kendine gelirsin” dedi arkadaşı kolunu çekiştirerek.

- Emrivakilerden hoşlanmamasına rağmen arkadaşının bu ilgisi hoşuna gitmişti Kır saçlı orta yaşlı adamın ”peki, hadi bakalım ne yapacak görelim”
Kamil ustanın dükkanı küçük , üç kişinin ancak sığabileceği kadar genişlikte bir tamirci dükkanıydı.Ayakkabı tamir ederdi. Orta boylu, boyuna göre biraz kilolu,esmer,kır saçlı yetmiş yaşlarında türünün son örneği denilecek cinsten birisiydi.İlk bakışta sert bakışlarından yanında durma kaç cinsinden biri imiş gibi görünse de, söze başladığında karşısındakine güven hissi verirdi.
-“ Selamünaleyküm Kamil emmi kolay gelsin”
- “Aleykümselam” dedi Kamil usta kısa umursamaz bir tavırla, gözünü elindeki işten ayırmadan tabureleri işaret etti. ”Buyurun”.
-“ Ne var ne yok işler nasıl?”
- Güven veren kalın,Davudi sesiyle ”ne olsun ayaklar eskitiyor eller yeniliyor.”
- “ Bak sen “dedi Kır saçlı orta yaşlı adam içinden “ağzı iyi laf yapıyor.”
- Bir kahkaha patlattı arkadaşı “sen çok yaşa emi.”
- Gururlandı Kamil usta “eee biz bu saçları değirmende ağartmadık”, hani böyle iltifata bir şeyler ısmarlanır der gibi “çay söyleyeyim size”
Cüssesinden umulmayacak bir çabuklukla megafona uzandı Kamil usta ”bana üç çay”
- “Gerek yoktu” dedi Kır saçlı orta yaşlı adamın arkadaşı sana bir şey danışacaktık.”Hem seni nereden tanıyacaklar adını söylemedin ki?”
- “Tanırlar ,tanırlar dedi Kamil usta ; "hele bir tanımasınlar" der gibi manalı bir gülüş attı.
- “ Eee söyleyin bakayım ne var ne yok, hayırdır”.
- Ooo dedi Kır saçlı orta yaşlı adam kendi kendine” adama bak dert babası olduğunu resmen ilan etmiş, bravo valla”
- Arkadaşı “yoo dert sayılmaz “ dedi sırıtarak “sadece evham”
- Bilmişçesine “Evhamda hastalıktır”
- Ehh biraz”
- “Yok, yok birazı yok tamamen hastalıktır”
İçinin daraldığını hissetti Kır saçlı orta yaşlı adam;”ulan bunların maskarası olduk bu yaştan sonra”
Bunaldı,hatta aşağılandığı hissine kapıldı,arkadaşına kızdı, tamirciyle ne muhatap ediyor beni diye geçirdi içinden.Tamirciye kızdı,kendine kızdı, şimdi herkese kızmaya başladı ”ulan ne hallere düştük” dedi kendine.
- “Anlat be çekinme, sen bir garip, ben bir garip, burası dostlar mekanı. Beni tanısan ne olur tanımasan ne olur.Sen ağa ben maraba ne fark eder.Sen zengin, ben fakir ne olur yani. Hepimiz aynıyız,yerimiz-yurdumuz aynı.Aynı Ademin evlatları değilmiyiz? Yüzümüzde gülümseme, yüreğimizde ferahlık olmadıktan sonra...”
-“Peki,bilenle hasbıhal dermandır" dedi Kır saçlı orta yaşlı adam, şaşkınlıkla karışık,birazda utanarak.
- “Şu çayları soğutmadan içelim” dedi Kamil usta itibar edilmenin haklı gururuyla.
- “Çaylarda güzelmiş” dedi Kır saçlı orta yaşlı adam.Neşelenmişti, oldukça rahatlamıştı.Kendini dostlar meclisinde hissetmeye başlamıştı.
- “Kamil ustaya kötü çay gelmez” dedi arkadaşı.
- “Sağ olsunlar çaylarımıza dikkat ederler dedi ayrıcalıklı olmanın keyfi ile “ eee anlat bakalım” dedi Kamil usta.
- Ben "ARASAD"da kaldım Kamil usta dedi birdenbire Kır saçlı orta yaşlı adam.Bu ani çıkış Kamil ustayı da irkiltti.
- “Nasıl yani”!
- “Bas bayağı” diye atıldı arkadaşı.
-Arkadaşının konuşmasına devam etmesine fırsat vermeden “anlatayım” dedi Kır saçlı orta yaşlı adam,rahat bir tavırla.
Daha da rahatlamıştı... Artık çekinme ,şüphe,küçümseme velhasıl olumsuzluğa düşürecek ne varsa atmıştı üzerinden.Ne de olsa ”dost meclisinde idi ya”!
- Ben Ünye’de doğmuşum kamil usta.İki yaşımda babamın işleri dolayısıyla Çiladere gitmişiz.Orada dokuz yaşına kadar kaldık.Köy çocuğu gibi yaşamadım.Çünkü biz şehirli idik.Yani “ekabir” takımındandık. Çiladerin uşakları şehirden gelme,ekabir uşağı diye bana mesafeli davrandılar.
- Sonra şehre indik.Mahalledeki arkadaşlarım bana köyden gelme muamelesi yaptılar.Takım tutmadığımı görünce güldüler,topa vurmasını bilmiyordum. Şehre inene kadar lastik top nedir bilmedim,görmedim. Çünkü ben yamalık topla büyüdüm. Yamalık topla ancak Yakan Top,Bokuç oynardık.Lastik topla maç yapamıyorum diye benimle alay ettiler. Yakan top oynarken de topu çok sert atıyorsun diye de kızarlardı.Oyuna almak istemezlerdi. Yani ne yapsam yaranamazdım.
- “Yani arasadda kalmış Kamil emmi” diye sırıttı arkadaşı...
- Kamil Usta, Kır saçlı orta yaşlı adamın arkadaşını duymazlığa gelerek “Hımm... iş galiba ciddi.” diye söylendi. Tavırlarında bir uzman edası vardı.
- “Anlıyorum seni devam et” der gibi başını salladı Kamil usta.
- Bizim ev Kaledere mahallesinde idi.Konak sinemasının hemen üzerindeki düzlükte.Yani Ünye’nin tam ortasında
- “Olsun! ne var bunda?”
-“Ne varı şu; Bilirsin eskiden Ünye’de her mahallenin bir kimliği vardı.Bu pek dillendirilmezdi ama herkes bilirdi.
- “Mesela”
-“Mesela Yalı kahvesi Burunucu eski Rum, Ermeni mahallesiydi bilirsin.Türkler de yaşardı, yani karışıktı.Dolayısıyla biraz serbestlerdir. Çamurlu Türk mahallesi idi ve tüccar mahallesiydi.Halleri vakitleri yerinde idi.Kasap mahallesi de düğün dernek mahallesi idi.Neşe de boldu kavgada.
- Sonra?
- “Çınarlık ,Fevziçakmak oralarda da köyle birebir ilişkisi olanlar otururdu.”
- “ Doğru”
- İşte bizim mahallede bunların ortasında olduğu için her türden aile yaşardı.Bir tarafımızda okumuşlar,bir tarafımızda tüccarlar diğer tarafımız da bir ayağı köyde olanlar vardı.
- “Bunun seninle ne alakası var.”
- “Olmaz olur mu? Yalı kahvesine gidip onlara uyamayız ,Çınarlığa gidemeyiz,Kasap mahallesine hemen arka tarafımızda olmasına rağmen hele hiç gidemeyiz”
-“Neden”?
- Biz onlar gibi ne oynayabiliriz nede kavga edebiliriz,Yalı kahvesi hep bir alem,kendi başına ayrı bir dünya.
- Kamil usta hırnzırca gülümsedi “Anlıyorum arasadda kaldınız yani”
Kır saçlı orta yaşlı adam Kamil Ustanın gülümsemesine bozulur gibi olmuştu ama renk vermedi. Zaten niye kızacaktı ki... Bazen kendi haline oda kendi haline gülüyordu. Duymamış gibi davrandı. Anlatmasına devam etti.
- Kişilik olarak etliye-sütlüye karışmazdım.Kenarda durup olayları seyrederdim.Kendime göre yorumlar,analizler yapardım.Saf zannederlerdi bir şey sormazlardı aralarına aldıklarında beni esameye almazlardı.Nasıl olsa bir işten anlamıyorum ya...Sonra saf olmadığımı anladıklarında kovmak için ellerinden geleni yaparlardı.
- “Olur böyle şeyler,her yiğidin başına gelir” dedi Kır saçlı orta yaşlı adamın arkadaşı alaycı bir ifadeyle.
- “Lafa karışma” diye söylendi Kamil Usta
-“Ama emmi rahat durmuyor ki, alemin doğrusu bu ya!”
- “Hele birer çay daha içelim” diyerek yine her zaman ki çabukluğu ile megafona sarıldı Kamil usta. Maksadı çay ısmarlamak değildi sinirlerini yatıştırması gerekti.Böyle alaycı hallere katlanamazdı, Kır saçlı orta yaşlı adamın arkadaşına bozulmuştu.
   Arkadaşı  Kır saçlı Orta yaşlı adamın kulağına eğildi,fısıldayarak "herkese iki defa çay ısmarlamaz. Seni sevdi."
- Kır saçlı orta yaşlı adam mahcup bir tavırla “Sağ ol emmi zahmet verdik yeterince zaten sana , birde keseni yormayalım”
İlk defa emmi dedi Kamil ustaya. Kendisi de şaşırmıştı bunu söylediğine.Daha yarım saat önce ona ne gözle bakmıştı.Şimdi ne durumda idi.”Bu işte var bir hikmet” dedi içinden.
Boş konuşma... Devam et der gibi eliyle işaret yaptı Kamil usta.Kamil ustayı kızdırmamak lazımdı .Yoksa sağı solu belli olmazdı bu tip insanların.Bıraktığı yerden devam etti,
-“ Doğruluktan değil emmi göz görüyor akıl eriyor ya!.. Ne bileyim,içimden birileri dürtüklüyor beni durmadan ”.Sonra adımız Doğrucu Davut'a çıkıyor.
Çaylar geldiğinde çay markası kutusuna uzandı kamil usta”ne kadar oğlum”,
- “Altı usta” dedi çaycı çırağı saygıyla.
Kamil ustanın amacı konuyu değiştirerek Kır saçlı orta yaşlı adamı rahatlatmaktı. Çünkü adam anlattıkça rahatlayacağı yerde hüzünleniyordu. Çay markalarını kendisi vermezdi,”geç al” derdi çaycı çırağına,ama göz ucuyla da ne kadar aldığını takip ederdi.
- “Gittiğin yerin bir gözü körse bir gözünü de sen kör edeceksin” diye mırıldandı Kamil Usta.Mesajın alınıp alınmadığını anlamak için göz ucu ile de karşısındakileri süzüyordu.
Birinci bölümün sonu

KIR SAÇLI ORTA YAŞLI ADAM

“Bir daha dünya’ya gelirsem dedi kendi kendine orta yaşlı adam; “arasatta” kalmamak için elimden geleni yapacağım” . Bu sözleri söylerken içi buruktu.Biraz anlaşılamamanın biraz da bulunduğu konumdan hoşnut olamamanın küskünlüğü vardı içinde.
- “Ne o” dedi arkadaşı gülerek.”Karadeniz’de gemilerin mi battı?
- Uğraşma yahu benimle gene zılgıtı yedik!
- “Sende dalaşma milletle”
- “Ne bileyim mayamızdan mıdır nedir, rahat duramıyoruz işte”
- “Hadi gel seni Kamil ustaya götüreyim, böyle olmuyor ikide bir baykuş gibi düşünüyorsun.Bir gün gideceksin stresten. Bir şey değil çoluk çocuk perişan olacak.
- Git işine yahu dedi,sonra dayanamadı sordu arkadaşına kır saçlı orta yaşlı adam”ne yapacağız Kamil ustada”
- “Güngörmüş ,bilge adamdır.Anlatırsın derdini sana nasihatte bulunur.İyidir,halden anlar, rahatlarsın kendine gelirsin” dedi arkadaşı kolunu çekiştirerek

- Emr-i vakilerden hoşlanmamasına rağmen arkadaşının bu ilgisi hoşuna gitmişti kır saçlı orta yaşlı adamın ”peki hadi bakalım ne yapacak görelim”
Kamil ustanın dükkanı küçük , üç kişinin ancak sığabileceği kadar genişlikte bir tamirci dükkanıydı.Ayakkabı tamir ederdi. Orta boylu, boyuna göre biraz kilolu,esmer,kır saçlı yetmiş yaşlarında türünün son örneği denilecek cinsten birisiydi.İlk bakışta sert bakışlarından yanında durma kaç cinsinden biri imiş gibi görünse de, söze başladığında karşısındakine güven hissi verirdi.
-“ Selamünaleyküm kamil emmi kolay gelsin”
- “Aleykümselam” dedi kamil usta kısa umursamaz bir bakışla, gözünü elindeki işten ayırmadan tabureleri işaret etti ”buyurun”
-“ Ne var ne yok işler nasıl”
- Güven veren kalın sesiyle ”ne olsun ayaklar eskitiyor eller yeniliyor”
- “ Bak sen “dedi kır saçlı orta yaşlı adam içinden “ağzı iyi laf yapıyor”
- Bir kahkaha patlattı arkadaşı “sen çok yaşa emi”
- Gururlandı Kamil usta “eee biz bu saçları değirmende ağartmadık”, hani böyle iltifata bir şeyler ısmarlanır der gibi “çay söyleyeyim size”
Cüssesinden umulmayacak bir çabuklukla megafona uzandı Kamil usta ”bana üç çay”
- “Gerek yoktu” dedi kır saçlı orta yaşlı adamın arkadaşı sana bir şey danışacaktık.”Hem seni nereden tanıyacaklar adını söylemedin ki?”
- “Tanırlar ,tanırlar dedi Kamil usta ; benim sesim özel der gibi manalı bir gülüş attı.
- “ Eee söyleyin bakayım ne var ne yok, hayırdır”.
- Ooo dedi kır saçlı orta yaşlı adam kendi kendine” adama bak dert babası olduğunu resmen ilan etmiş, bravo valla”
- Arkadaşı “yoo dert sayılmaz “ dedi sırıtarak “sadece evham”
- Bilmişçesine “Evhamda hastalıktır”
- Ehh biraz”
- “Yok, yok birazı yok tamamen hastalıktır”
İçinin daraldığını hissetti kır saçlı orta yaşlı adam;”ulan bunların maskarası olduk bu yaştan sonra”
Bunaldı,hatta aşağılandığı hissine kapıldı,arkadaşına kızdı, tamirciyle ne muhatap ediyor beni diye geçirdi içinden.Tamirciye kızdı,kendine kızdı, şimdi herkese kızmaya başladı ”ulan ne hallere düştük” dedi kendine.
- “Anlat be çekinme, sen bir garip ben bir garip, burası dostlar mekanı. Beni tanısan ne olur tanımasan ne olur.Sen ağa ben maraba ne fark eder.Sen zengin, ben fakir ne olur yani. Hepimiz aynıyız yüzümüzde gülümseme olmadıktan sonra”
-“ Peki “ dedi kır saçlı orta yaşlı adam şaşkınlıkla karışık,birazda utanarak.
- “Şu çayları soğutmadan içelim” dedi Kamil usta itibar edilmenin haklı guruyla.
- “Çaylarda güzelmiş” dedi kır saçlı orta yaşlı adam.Neşelenmişti, kendini dostlar meclisinde hissetmeye başlamıştı.
- “Kamil ustaya kötü çay gelmez” dedi arkadaşı.
- “Sağ olsunlar çaylarımıza dikkat ederler dedi ayrıcalıklı olmanın keyfi
İle “ eee anlat bakalım” dedi kamil usta
- “Ben ARASATTA” kaldım kamil usta dedi birdenbire kır saçlı orta yaşlı adam.Bu ani çıkış Kamil ustayı da irkiltti.
- “Nasıl yani”!
- “Bas bayağı” diye atıldı arkadaşı.
-Arkadaşının konuşmasına devam etmesine fırsat vermeden “anlatayım” dedi kır saçlı orta yaşlı adam,rahat bir tavırla.
Rahatlamıştı, artık çekinme ,şüphe,küçümseme velhasıl olumsuzluğa düşürecek ne varsa atmıştı üzerinden.Rahattı artık ”dost meclisinde idi ya”!
- Ben Ünye’de doğmuşum kamil usta.İki yaşımda babamın işleri dolayısıyla çiladere gitmişiz.Orada dokuz yaşına kadar kaldık.Köy çocuğu gibi yaşamadım.Çünkü biz şehirli idik.Yani “ekabur” takımındandık.Çiladerin uşakları ekabur uşağı diye bana mesafeli davrandılar
- Sonra şehire indik.Mahalledeki arkadaşlarım bana köyden gelme muamelesi yaptılar.Takım tutmadığımı görünce güldüler,topa vurmasını bilmiyordum çünkü ben yamalık topla büyüdüm.Benimle alay ettiler.Yakan top oynarken de topu çok sert atıyorsun diye de kızarlardı.Oyuna almak istemezlerdi. Ne yapsam yaranamazdım.
- “Yani arasatta kalmış Kamil emmi” diye sırıttı arkadaşı
- Kır saçlı orta yaşlı adamın arkadaşını duymazlığa gelerek “Hımm” dedi kamil usta “iş galiba ciddi.” diye söylendi, tavırlarında bir uzman edası vardı.
- “Anlıyorum seni devam et” der gibi başını salladı Kamil usta.
- Bizim ev Kaledere mahallesinde idi.Konak sinemasının hemen üzerindeki düzlükte.Yani Ünye’nin tam ortasında
- “Olsun! ne var bunda”
-“Ne varı şu; Bilirsin eskiden Ünye’de her mahallenin bir kimliği vardı.Bu pek dillendirilmezdi ama herkes bilirdi.
- “Mesela”
-“Mesela Yalı kahvesi Burunucu eski rum, ermeni mahallesiydi bilirsin.Türkler de yaşardı, yani karışıktı.Dolayısıyla biraz serbestlerdir.Çamurlu Türk mahallesi idi ve tüccar mahallesiydi.Halleri vakitleri yerinde idi.Kasap mahallesi de düğün dernek mahallesi idi.Neşe de boldu kavgada.
- Sonra !
- “Çınarlık ,Fevziçakmak oralar da köyle birebir ilişkisi olanlar otururdu.”
- “ Doğru”
- İşte bizim mahallede bunların ortasında olduğu için her türden aile yaşardı.Bir tarafımız da okumuşlar,bir tarafımız da tüccarlar diğer tarafımız da bir ayağı köyde olanlar vardı.
- “Bunun seninle ne alakası var.”
- “Olmaz olur mu? Yalı kahvesine gidip onlara uyamayız ,çınarlığa gidemeyiz,kasap mahallesine hele hiç gidemeyiz”
-“Neden”?
- Biz onlar gibi ne oynayabiliriz nede kavga edebiliriz,Yalı kahvesi hep bir alem,kendi başına ayrı bir dünya.
- Kamil usta hırnzırca gülümsedi “Anlıyorum arasadda kaldınız yani”
Kır saçlı orta yaşlı adam Kamil Ustanın gülümsemesine bozulur gibi olmuştu ama renk vermedi. Zaten niye kızacaktı ki bazen kendi haline oda gülüyordu.Görmemiş gibi davrandı. Anlatmasına devam etti.
- Kişilik olarak etliye sütlüye karışmazdım.Kenarda durup olayları seyrederdim.Kendime göre yorumlar,analizler yapardım.Saf zannederlerdi bir şey sormazlardı aralarına alırlardı.Nasıl olsa bir işten anlamıyorum ya.Sonra saf olmadığımı anlayınca kovmak için ellerinden geleni yaparlardı.
- “Olur böyle şeyler,her yiğidin başına gelir” dedi kır saçlı orta yaşlı adamın arkadaşı alaycı bir ifadeyle
- “Lafa karışma” diye söylendi kamil usta
-“Ama emmi rahat durmuyor ki, alemin doğrusu bu ya!”
- “Hele birer çay daha içelim” diyerek yine her zaman ki çabukluğu ile megafona sarıldı Kamil usta. Maksadı çay ısmarlamak değildi sinirlerini yatıştırması gerekti.Böyle alaycı hallere katlanamazdı, kır saçlı orta yaşlı adamın arkadaşına bozulmuştu.
- Kır saçlı orta yaşlı adam mahcup bir tavırla “Sağ ol emmi zahmet verdik yeterince zaten sana , birde keseni yormayalım”
İlk defa emmi dedi kamil ustaya.Kendiside şaşırmıştı bunu söylediğine.Daha yarım saat önce ona ne gözle bakmıştı.Şimdi ne durumda idi.”Bu işte var bir hikmet” dedi içinden
Boş konuşma devam et der gibi eliyle işaret yaptı Kamil usta.Kamil ustayı kızdırmamak lazımdı .Yoksa sağı solu belli olmazdı bu tip insanların.Bıraktığı yerden devam etti,
-“ Doğruluktan değil emmi göz görüyor akıl eriyor ya!.. Ne bileyim,içimden birileri dürtüklüyor beni durmadan ”.Sonra adımız doğrucu davuta çıkıyor.
Çaylar geldiğinde çay markası kutusuna uzandı kamil usta”ne kadar oğlum”,
- “Altı usta” dedi çaycı çırağı saygıyla
Kamil ustanın amacı konuyu değiştirerek kır saçlı orta yaşlı adamı rahatlatmaktı. Çünkü adam anlattıkça rahatlayacağı yerde hüzünleniyordu.Çay markalarını kendisi vermezdi,”geç al” derdi çaycı çırağına,ama göz ucuyla da ne kadar aldığını takip ederdi.
- “Gittiğin yerin bir gözü körse bir gözünü de sen kör edeceksin” diye mırıldandı ,Kamil Usta.Mesajın alınıp alınmadığını anlamak için göz ucu ile de karşısındakileri süzüyordu.
Birinci bölümün sonu

19 Kasım 2008 Çarşamba



Şu tavukçuluk işi bana neler öğretmedi ki!..Başıma ne işler açmadı ki!.Sayesin de az tatlı anılarım olmadı.Yani tavukçuluk hayatımı epeyi renklendirdi dostlar.Karakolluk bile oldum sayesinde.Benim tavuklarla bir alıp veremediğim yok.Onlar tavuk ne hakları var ki? Yiyorlar, içiyorlar, mecburen yumurtluyorlar. Aramızda ki anlaşma böyle.Eğer yumurtlamazlarsa sonları kasap bıçağı.Gayet adaletli bir anlaşma.Ben onları doyuracağım onlar da yumurtlayacaklar.İster gönüllü ister gönülsüz yumurtlayacaklar.Ben anlaşmalara sadık kalan bir kişiyim.Ben uyuyorum onlarda uyacaklar anlaşmalara.Neyse bu benim onlarla özel konularım kimseyi ilgilendirmez. Kimsenin de bu işlere bulaşmasını istemem.Yoksa birileri ayartır, grev falan yaparlar.Demiştim ki arada bir karakolluk oluyorum.Bir tanesini anlatayım da öğrenin.Yıl 1987 aralık ayı.Hava soğuk yerde birkaç santim kar var.Bu işe yeni başlamışım.Para kıt ,akıl kıt,imkanlar kıt.Bol olan heves ,gençlik,hayal bir de inat. Bunların sayesin de işler yürüyor elhamdülillah.Çiftlik inşaat halinde.Bu arada civciv aldım inşaatın biten kısmında büyütmeye çalışıyorum.Her şey yerli yerinde olmadığı için sıkıntılar çekiyoruz.Bazı şeyler otomatik değil elle yapıyoruz,ısıtma düzeneğimiz yetersiz.Bina yeterince muntazam değil falan filan.Civcivlerin yaşadığı ortam ilk üç gün 33 dereceden aşağı olmayacak.Daha sonra ki haftalar da haftada üçer derece ineceğiz.Şartı bu.Yoksa civcivler ya ölüyor yada sağlıksız büyüyor.Dedik ya bizde de imkanlar kıt.Bu zorluklar içinde akşam saat 17 den gece yarısı 02 -03 e kadar civcivlerle ben ilgileniyorum sabah altıdan sonra nöbeti bakıcı devralıyor..Yine 87 aralığının herhangi bir günü akşamı nöbetteyim.Dedik ya hava soğuk.O gece civcivleri ısıtmak için şimendifer kazancısı gibi ha bire sobayı “kürküşlemekten” canım çıktı.02 sularında yorgun , bitkin üst baş perişan bir vaziyette evin yolunu tuttum.Çiftliğim Bayramca ‘da , oturduğum ev ise Kaledere mahallesindedir.Arasındaki mesafe iki kilometreden aşağı değil.O yorgunluğa o kadar yolu yayan giderdim.Araba nerede , dedik ya bütün sermayeyi çiftliğe gömdük.İlçe tarımın oraya geldim.Etraf sakin, niksar caddesi tenha.Fakat Akkuş tarafında tahmini yetmişbeş metre ileride minibüs olduğunu tahmin ettiğim bir araba, uzun farlarını yakmış yavaş,yavaş geliyor.Bir anlam veremedim,ne olabilirdi ki gecenin bu saatinde bom boş caddede.Biraz çekingenlik biraz da merak sardı beni.Caddenin ilçe tarım binasına göre karşı tarafında kamyonlar park etmişti.Kaldırımla cadde arasında bir duvar oluşturuyorlardı.Kendimi onlara siper ederek kaldırımda şehir merkezine doğru yürümeye başladım.Bu arada minibüs bana yetişmiş aynı hizaya gelmiştik.Ben minibüsün önüme geçmesi için iyice yavaşladım.Hayret minibüste yavaşladı.Ben hangi tempoda gidiyorsam minibüste aynı hızla gidiyordu.Sonunda kamyonlar bitti karşı karşıya geldik.Anladım ki tedirginliğim yersiz. Benim gördüğüm polis minibüsü idi.Polis minibüsü durdu, ben hiç istifimi bozmadan yoluma devam etmek istedim.Fakat şöfor camı indirdi bana seslendi---- “Hemşerim bi dakka bakar mısın”---- Ben sakince yolun karşısına yani arabanın yanına gittim, şöfore yanaşarak kısa ve kesin”buyurun”---- Benim öylesine” vurdum duymaz” halime polis şaşırdı ama belli etmemeye çalışarak ”kimliğinize bakabilir miyiz”---- Ben yine sakin ve kibar bir şekilde ”kimliğim yanım da değil”---- Polis bu sefer daha da ciddileşti ”adın ne?”--- “Yakup Halıcı”---- “Mesleğin ne”?----- “Mimarım”-----Polis şaşırmıştı.Böyle bir şey beklemiyordu ”peki nereden geliyorsun”----Ben yine robot gibi ”tavuk çiftliğinden”Polis daha da şaşırdı, ne diyeceğini bilemedi. Arkadaşına baktı ondan yardım bekledi.Arkadaşının kendine yardım edecek hali yoktu ki ona yardım etsin. Öyle ya gecenin bu saatinde sırtında eski , leke içersinde kabanı,ayağında çamurlu çizmesi ve suratında ki bir karış sakalıyla “üstü başı” is kokan perişan birisiydi bu abuk sabuk lafları eden.Ben de onları tanımaya çalışıyordum.Yahu bunların beni tanımaları lazım ama niye tanıyamadılar diye şaşırmış bir vaziyetteyim.Her ne kadar karakolluk gibi bir duruma düşmedi isem de göz aşinalığım vardı.”Ayda mayısta” da olsa bana bazı çizimler yaptırmaya gelirlerdi.----- Polis son bir hamle ve kızgın bir edayla ”orada ne yapıyordun?”----- “Nöbette idim”---- Her iki polis de ya benim akl-ı evvel olduğumu düşündüler , yada ben saf ayana yatıp onları kandırmaya çalışıyordum. Bu kararsızlıkları onları sinirlendirmişti ama belli etmemeye çalıştılar. Sinirlerini yatıştırmak için gülerek bizimle merkeze kadar gelir misin dediler.Bende ”elbette” dedim minibüsün arka koltuğuna oturdum.Yol boyu her iki poliste gözlerini benden ayırmadılar.Bunu hissettirmeden yapmaya çalışsalar da şöför kısa aralıklarla kaçamak dikiz aynasına bakıyor ,yanında oturanda yan dönerek çaprazdan beni takip ediyordu.Eminim ne olduğumdan çok, benim nasıl olup ta böyle cevaplar verdiğimi düşünüyorlardı.Ben bir yandan onları süzerken bir yandan da “bunlar beni alıkoyarlarsa acaba kime telefon etsem diye düşünüyordum. İlk önce kaymakamı mı arasam diye düşündüm.Yok diyordum kendi kendime “koskoca mülkiye amirine gel beni kurtar” mı diyeceğim.Samimi olsak da gecenin bu saatinde bu kadarcık iş için aramak ayıp olmaz mıydı?.Sen iyisi mi Cemil(Yürür) ağabeyi ara diyordum kendime. Ama bu adamın işine karar olmaz “ulan ne işin var bu saatte orada, ne demeye kimliksiz dolaşırsın ,karakolda sabahla da aklın başına gelsin der mi derdi”.Cemil abi bu, saati saatine uymazdı.Hem “siyasetçi” geçiniyoruz ya “borçlu niye kalasın ki” diyordu aklımın öbür yarısı da.Böyle fikirleşmelerle merkeze vardık.Merkeze vardığımızda polis oturmam için giriş koridorundaki bankı işaret etti.Banka oturduğumda birkaç polis beni getirenlerin etrafını çevirdiler.Sorular sordular cevaplar aldılar.Sonra teşhir edilen bir şeye bakar gibi(haydi buna mahlukat diyelim) bakıp beni süzdüler tepeden tırnağa incelediler.Sonra herkes vazifesinin başına döndü.Diğer polis amirini aradı, bulamayınca telsizle ona ulaştı.---- “Amirim iyi geceler,burada mimar olduğunu, Bayramca’daki tavuk çiftliğindeki nöbetinden döndüğünü söyleyen bir şahıs var efendim”-……..”kimliği yok edendim…….tamam efendim…..başüstüne efendim.--- Bana dönerek ”Amirim şimdi geliyor ,sen burada otur”Aradan on dakika geçti geçmedi dış kapıdan sarışın mavi gözlü,orta boylu,kalın yapılı biri girdi.Polisler beni gösterdi.Anladım ki amir bu şahıstı.Ben otururken polislerin hiç biri bana tanıdık gelmedi.Hepsini ilk defa görüyordum.Ama amiri tanıdım.Fakat ne adını biliyordum ,nede konuşmuşluğum vardı.Ayağa kalktım, bana yaklaşınca---- “Beyefendi sizler gibi okumuş insanlar kimliksiz dolaşırlarsa kör cahiller ne yapmaz” beni tanımıştı rahatladım-----“Haklısınız amirim”---- Sazı bir kere ele aldı ya” sizler bu topluma örnek olmanız gerekir”---- “Doğru söylüyorsunuz”Uzatmayalım kibar ama otoriter bir ses tonuyla beni hem fırçaladı, hem nasihat etti, hem de tavsiyelerde bulundu.---- “Bururun gidebilirsiniz, iyi geceler”Kaçar gibi karakoldan çıkıp eve gittimErtesi gün yanıma kimliğimi aldım.Gece aynı saatlerde yine Bayramca tarafından ilçe tarım ile dere arasında kalan yolda ilerlerken, bu sefer otomobille devriye gezen polisler Niksar caddesinden içeriye saptılar.Ben onları görünce cebimden kimlik cüzdanımı çıkardım elimde hazır ettim.Bana sekiz on metre kala futbol hakeminin oyuncuya kart göstermesi gibi kimliğimi ileri doğru uzatarak “uygun adım” onlara doğru yürüdüm.Bu arada polis otosu yanıma yanaşmıştı.Otomobilden bir baş uzandı,gülerek;----- “İyi nöbetler mimarım iyi nöbetler”Sonradan öğrendim ki olaydan bir hafta önce aynı anda elli polis tayin olmuş,yerine yeni genç polisler gelmiş.Siz ,siz olunuz gece nöbetine giderken kimliğinizi yanınıza almayı unutmayınız……..

İYİ NÖBETLER MİMARIM !...




Şu tavukçuluk işi bana neler öğretmedi...
Başıma ne işler açmadı ki!..
Sayesinde az tatlı anılarım olmadı  hani...
Yani tavukçuluk hayatımı epeyi renklendirdi dostlar.
Karakolluk bile oldum sayesinde.Benim tavuklarla bir alıp veremediğim yok.Onlar tavuk,üzerimde  ne hakları olabilir ki... Yiyorlar, içiyorlar, mecburen yumurtluyorlar. Aramızdaki anlaşma böyle.Eğer yumurtlamazlarsa sonları kasap bıçağı.Gayet adaletli bir anlaşma.Ben onları doyuracağım onlar da bana yumurtalarını takdim edecekler. İster gönüllü isterse gönülsüz... Mecburlar.
Anlaşmalara sadık kalan bir kişiyim.Ben uyuyorum onlarda uyacaklar...İşlerine gelirse...Dedim ya...Kasap hazır ve nazır bekliyor.
Neyse, bu benim onlarla özel konularım kimseyi ilgilendirmez. Kimsenin de bu işlere bulaşmasını istemem.Yoksa birileri ayartır, grev falan yaparlar.Halbuki onlar için ben karakollara bile düştüm. Kadir,kıymet bilmezlerse ona da nankörlük derim.
Demiştim ki arada bir karakolluk oluyorum.
Yıl 1987 aralık ayı.Hava soğuk yerde birkaç santim kar var.Bu işe, yani tavukçuluğa yeni başlamışım.
Para kıt ,akıl kıt,imkanlar kıt.Bol olan heves ,gençlik,hayal bir de inat. Bunların sayesinde işler yürüyor elhamdülillah.
Çiftlik inşaat halinde.Bu arada civciv aldım inşaatın biten kısmında büyütmeye çalışıyorum.Her şey yerli yerinde olmadığı için sıkıntılar çekiyoruz.Bazı şeyler otomatik değil elle yapıyoruz,ısıtma düzeneğimiz yetersiz.Bina yeterince muntazam değil,gereği gibi ısıtamıyorum...Falan, filan.
Civcivlerin yaşadığı ortam ilk üç gün 33 dereceden aşağı olmayacak.Daha sonra ki haftalar da haftada üçer derece ineceğiz.Şartı bu.Yoksa civcivler ya ölüyor ya da sağlıksız büyüyor.Dedik ya bizde de imkanlar kıt.
Bu zorluklar içinde akşam saat 17 den gece yarısı 02 -03 e kadar civcivlerle ben ilgileniyorum sabah altıdan sonra nöbeti bakıcı devralıyor..
Yine 87 aralığının herhangi bir günü akşamı nöbetteyim.Dedim ya... Hava soğuk.O gece civcivleri ısıtmak için şimendifer kazancısı gibi ha bire sobayı “kürküşlemekten” canım çıktı.
02 sularında yorgun , bitkin üst baş perişan bir vaziyette evin yolunu tuttum.
Çiftliğim Bayramca‘da , oturduğum ev ise Kaledere mahallesinde...Arasındaki mesafe iki kilometreden aşağı değil. Hey gidi günler...Gençlik gibisi var mı? O yorgunluğa o kadar yolu yayan giderdim.Araba nerede? Dedik ya bütün sermayeyi çiftliğe gömdük.
İlçe tarımın oraya geldim.Etraf sakin, Niksar caddesi tenha.Fakat Akkuş tarafında tahmini yetmiş beş metre ileride minibüs olduğunu tahmin ettiğim bir araba, uzun farlarını yakmış yavaş,yavaş geliyor.Bir anlam veremedim,ne olabilirdi ki gecenin bu saatinde bom boş caddede.
Biraz çekingenlik biraz da merak sardı beni.Caddenin ilçe tarım binasına göre karşı tarafında kamyonlar park etmişti.Kaldırımla cadde arasında bir duvar oluşturuyorlardı.Kendimi onlara siper ederek kaldırımda şehir merkezine doğru yürümeye başladım.
Bu arada minibüs bana yetişmiş aynı hizaya gelmiştik.Ben minibüsün önüme geçmesi için iyice yavaşladım.Hayret minibüste yavaşladı.Ben hangi tempoda gidiyorsam minibüste aynı hızla gidiyordu.Sonunda kamyonlar bitti karşı karşıya geldik.Anladım ki tedirginliğim yersiz. Benim gördüğüm polis teşkilatının müstamel minibüsü.
Polis minibüsü durdu, ben hiç istifimi bozmadan yoluma devam etmek istedim.Fakat şoför camı indirdi bana seslendi
---- “Hemşerim bi dakka bakar mısın!”
---- Ben sakince yolun karşısına yani minibüsün yanına gittim, şoföre yanaşarak kısa,kesin,kendimden emin ifade ile”buyurun”
---- Benim öylesine” vurdum duymaz” kendimden emin halime polis şaşırdı ama belli etmemeye çalışarak ”kimliğinize bakabilir miyiz”
---- Ben yine sakin ve kibar bir şekilde ”kimliğim yanım da değil”
---- Polis bu sefer daha da ciddileşti ”adın ne?”
--- “Yakup Halıcı”
---- “Mesleğin ne”?
---- “Mimarım”
-----Polis şaşırmıştı.Böyle bir şey beklemiyordu ”peki nereden geliyorsun”
----Ben yine robot gibi hazır cevap ”tavuk çiftliğinden.”
Polis daha da şaşırdı, dalga mı geçiyorsun der gibi dik-dik baktı,ne diyeceğini bilemedi. Arkadaşına baktı ondan yardım bekledi.Arkadaşının kendine yardım edecek hali yoktu ki ona yardım etsin. Öyle ya gecenin bu saatinde sırtında eski , leke içerisinde,lime-lime olmuş kabanı,ayağında çamurlu çizmesi ve suratındaki bir karış sakalıyla “üstü, başı” is kokan perişan birisiydi bu abuk, sabuk lafları edip kendileri ile kafa bulan.
     Ben de onları tanımaya çalışıyordum.
     Yahu bunların beni tanımaları lazım ama niye tanıyamadılar diye şaşırmış bir vaziyetteyim.Her ne kadar karakolluk gibi bir duruma düşmedi isem de göz aşinalığım vardı.”Ayda-mayısta” da olsa bana karakolla alakalı çizimler yaptırmaya gelirlerdi.
----- Polis son bir hamle ve kızgın bir edayla ”orada ne yapıyordun?”
----- “Nöbette idim”
---- Her iki polis de ya benim akl-ı evvel olduğumu düşündüler , ya da ben saf ayağına yatıp onları kandırmaya çalışıyordum. Bu kararsızlıkları onları sinirlendirmişti ama belli etmemeye çalıştılar. Sinirlerini yatıştırmak için gülerek bizimle merkeze kadar gelir misin dediler. Bende ”elbette” dedim minibüsün arka koltuğuna yerleştim. 
      Bir yandan da..."Ulan bunlar ne biçim polis? Üst araması yapmadan beni arka koltuğa yerleştirdiler."
     Yol boyu her iki poliste gözlerini benden ayırmadılar.Bunu hissettirmeden yapmaya çalışsalar da şoför kısa aralıklarla kaçamak dikiz aynasına bakıyor, yanında oturan da yan dönerek çaprazdan beni takip ediyordu.
      Eminim ne olduğumdan çok, benim nasıl olup ta böyle cevaplar verdiğimi düşünüyorlardı.
      Ben bir yandan onları süzerken bir yandan da “bunlar beni alıkoyarlarsa acaba kime telefon etsem diye düşünüyordum. İlk önce kaymakamı mı arasam diye düşündüm.Yok diyordum kendi kendime “koskoca mülkiye amirine gel beni kurtar” mı diyeceğim.Samimi olsak da gecenin bu saatinde bu kadarcık iş için aramak ayıp olmaz mıydı?.Sen iyisi mi Cemil(Yürür) ağabeyi ara diyordum kendime. Ama bu adamın işine karar olmaz “ulan ne işin var bu saatte orada, ne demeye kimliksiz dolaşırsın ,karakolda sabahla da aklın başına gelsin der mi derdi”.Cemil abi bu, saati saatine uymazdı.Hem “siyasetçi” geçiniyoruz ya “borçlu niye kalasın ki” diyordu aklımın öbür yarısı da.Böyle fikirleşmelerle merkeze vardık.
Merkeze vardığımızda polis oturmam için giriş koridorundaki bankı işaret etti.Banka oturduğumda birkaç polis beni getirenlerin etrafını çevirdiler.Sorular sordular, cevaplar aldılar.Sonra teşhir edilen bir şeye bakar gibi(haydi buna mahlukat diyelim) bakıp beni süzdüler, tepeden tırnağa incelediler.Sonra herkes vazifesinin başına döndü.
      Beni getiren polislerden biri karakolda amirini aradı, bulamayınca telsizle ona ulaştı.
---- “Amirim iyi geceler...Yolda bir şahsı çevirdik.Kimliği yoktu efendim.Merkeze getirdik. Mimar olduğunu, Bayramca’daki tavuk çiftliğindeki nöbetinden döndüğünü beyan etti”...” ....Yok, hayır...Kimliği yok efendim…….tamam efendim…..başüstüne efendim.
--- Bana dönerek ”Amirim şimdi geliyor ,sen burada otur”
Aradan on dakika geçti, geçmedi dış kapıdan sivil giyimli, sarışın, mavi gözlü,orta boylu,kalın yapılı biri girdi.Polisler beni gösterdi.Anladım ki amir bu şahıstı.
Ben otururken polislerin hiç biri bana tanıdık gelmedi.Hepsini ilk defa görüyordum.Ama amiri tanıdım.Fakat ne adını biliyordum ,nede konuşmuşluğum vardı.Ayağa kalktım, bana yaklaşınca
---- “Beyefendi sizler gibi okumuş insanlar kimliksiz dolaşırlarsa kör cahiller ne yapmaz.” Beni tanımıştı rahatladım.
---- Ben işi uyarına götürmek için “Haklısınız amirim”
---- Sazı eline bir kere ele aldı ya...” Sizler bu topluma örnek olmanız gerekir.”
---- “Doğru söylüyorsunuz”
       Uzatmayalım kibar ama otoriter bir ses tonuyla beni hem fırçaladı, hem nasihat etti, hem de tavsiyelerde bulundu. Kısaca,bir güzel benimle üstünü kuruttu.
---- Sonunda... “Buyurun gidebilirsiniz, iyi geceler”
Kaçar gibi karakoldan çıkıp eve gittim.
Ertesi gün yanıma kimliğimi aldım.Gece aynı saatlerde yine Bayramca tarafından ilçe tarım ile Tabakhane deresi arasında kalan yolda ilerlerken, bu sefer müstamel Reno otomobille devriye gezen polisler Niksar caddesinden içeriye saptılar.Ben onları görünce cebimden kimlik cüzdanımı çıkardım, elimde hazır ettim.Bana sekiz on metre kala futbol hakeminin oyuncuya kart göstermesi gibi kimliğimi ileri doğru uzatarak “uygun adım” onlara doğru yürüdüm.
Bu arada polis otosu yanıma yanaşmıştı.Otomobilden bir baş uzandı,gülerek;
----- “İyi nöbetler mimarım, iyi nöbetler.”
----- "Eyvallah, bir mukabele,size de iyi nöbetler."
Sonradan öğrendim ki olaydan bir hafta önce aynı anda elli polis tayin olmuş,yerlerine genç,yeniyetme polisler gelmiş.
        Benden size bir nasihat,
        Siz ,siz olunuz ağa,paşa çocuğu da olsanız gece nöbetine giderken kimliğinizi yanınıza almayı unutmayınız...

13 Kasım 2008 Perşembe

HANIMİNGEMİN LAMBASI


HANIMİNGENİN LAMBASI

Yahu nedir benim bu ecinnilerden çektiğim. Akşamları karanlık bastığında, ıssız yerlerde özellikle mezarlık kenarlarında dolaşmak bana korku verir.
Küçüklüğümden beri evde yalnız kalmamaya , gece ıssız yerlerde dolaşmamaya ya da mezarlıktan geçmemeye özen gösteririm.
Bu korkunun bilimsel adını bilmesem de, benim gibi bu tür şeylerden korkanların çok olduğunu bilmem beni biraz olsun rahatlatır ,teselli bulurum. Ecinni korkuları yüzünden, bu yaşıma kadar başıma gelmedik işler kalmadı desem abartmış olmam.
Hele bir tanesi var ki; gece yarısı sokağın ortasında, kışın soğuğunda beni buram, buram terletti.
Hey gidi günler; bir tarihler Ünye’de Ofisbank diye bir mağaza vardı.Bu mağazada giyim, kuşam alanında yok yoktu.Basmaların enva-i çeşidi,giyimin her türlüsü vardı Ofisbank’ta...
Mağaza 1964’de açıldı.İlk ismini mağaza sahipleri Sümerbak koymuşlardı.Ama Sümerbank mağazası taklitçilikten mağaza sahiplerini mahkemeye verince onlarda mağazanın adını Ofisbank yaptılar.
Bu mağazanın ilk sahipleri üç kişi idi.Nedim ve Nihat Şahin kardeşler ile Hacı gazinin oğlu Yaşar Gazioğlu idi.Daha sonra onlara Bedri Hasdemir de katıldı. Nihat hariç diğerleri rahmetli oldular.
Mağazada tezgahtar olarak yedi sekiz kişi çalışırdı.Mevsimine göre bir iki tane de çırakları olurdu.Orada çıraklık yapmış olanlardan biri de benim.1972 yılında üniversiteyi kazanamayınca 4-5 ay burada çalıştım.100 lira maaş alıyordum.Öbür tezgahtarlar bunu öğrenince sana çok veriyorlar diye sitem ettiklerini gayet iyi hatırlıyorum.
Çarşamba günleri, özellikle fındık mevsiminden sonraki aylarda müşteri ve hasılatı çok olurdu. Her bir reyonda satış fişleri vardı.Her bir fişin hasılat yekunu dört- beş bin lirayı bulurdu.Bir işçinin maaşının 200 lira civarında olduğu düşünülürse her bir fiş bir işçi maaşının yirmi katı hasılat yapıyor demektir ki, bugünün değeriyle(bir işçi maaşı 500 ytl civarında olduğunu kabul edersek) 10.000 ytl hasılat yapıyorduk demektir...Ve mağazada dört fişle çalışırdık.Yani hasılat toplam 40.000 ytl civarında olurdu.
Bu günlerde öğle tatilimiz olmazdı. Akşam eve ancak normal mesaiden 2-3 saat sonra gidebilirdik.Öğlenleri karın doyurma işini,mevsimine göre şu anda Yapı Kredi bankasının yanında, bodrumu olan iki katlı(üst katı depo olarak kullandığımız) mağazamızın bitişiğindeki Enver(Gündüz) amcadan gelen limonata veya sıcak saleplerin yanında şekerci Niyazi amcadan alınan pastalarla geçiştirirdik.
Her ne kadar mağaza sahiplerinin “mıkırlığı”ndan şikayetçi olsak da ben bunları yemekten ayrı bir zevk alırdım.
Bunun nedeni her halde çarşı imalatlarının ev imalatlarından bugünkülerden daha farklı ve profesyonelce olmasından kaynaklanıyordu gibi geliyor bana.Ya da bizim evde böyle şeyler yapılmazdı. Kim bilir?
Yıl başından bir hafta önce sayım işine başlardık.Yani mağazada terekte ve depoda ne kadar mal varsa teker, teker ölçer, sayar kayıtlarını çıkarırdık.
1972 yıl sonu sayımının son akşamı denildi ki; saat kaçta biterse bitsin bu akşam sayım işini bitirelim.
Gece saat iki sularında işi bitirdik. Bayan çalışanları patronlar taksilerle eve gönderdiler,biz erkekler yayan evlerimizin yolunu tuttuk.
Evimiz kadılar yokuşunun başındaki düzlükte idi.
Kadılar yokuşu adından da anlaşıldığı üzere Osmanlı zamanında ülkenin çeşitli yerlerinde kadılık ve kaptanlık yapmış kişilerin oturdukları bir cadde idi.
Oldukça dik ve dar bir caddeydi. Şimdi de öyledir. Eskiden granit parke taşlarla döşeli ve taşıtların çıkamadığı yarı belinden sonra basamaklı Arnavut kaldırımı şeklinde yapılmıştı. Değil kışın karlı havalarda oradan inmek, yazın bile dikkat ederek inerdik.
Şimdi o taşlar tamamen söküldü yerine daha çağdaş(!) beton parkeler döşendi.
Kadılar yokuşunun sağında ve solundaki evler klasik Türk konakları idi. Her birisi Türk mimarisinin nadide örneklerindendi ve hala öyledir.Bugün tek farkları endamlarından bir şey kaybetmemelerine karşılık biraz daha eskimiş ve etraflarını çirkin betonarme binaların çevrelemiş olmasıdır.
Yokuşun alt başında Konak sineması vardı.Vardı diyorum, zira şimdikini Konak sineması olarak kabul etmiyorum.Hem cismiyle hem de işlevi ile eskisinin yerini alması mümkün değildir.Yeni yetmelere büyüklüğünü anlatmak açısından, şimdi otopark olarak kullanılan yer tamamen Konak sinemasına aitti.
Şüphesiz Ünye’nin tek sineması değildi.Ama daha modern sayılan Belediye sineması ve yazları açılan Paşabahçe’deki yazlık sinemaların en eskisi ve en büyüğü idi.
Akşamları iki film oynardı.Cumartesi günleri saat 13.30 da talebe matinası, Pazar günleri de bayanlar matinası vardı.O matinalarda da iki film oynardı.Bazen çok nadir olarak üç film oynatılırdı.
Makinistimiz (Allah uzun ömür versin) Ömer ağabeydi. O hem makinistti,hem biletçi hem de asayiş işlerinden sorumlu idi.
Konak sinemasında her mahallenin veya caddenin bir yeri vardı. Bu kendiliğinden oluşmuş bir durumdu.Bizim mahallenin yeri girişin solundaki kapının hemen yanındaki sıralardı.
Talebe matinasında o hafta iyi bir film oynayacaksa önceden yer tutmaları için bir iki arkadaşımızı görevlendirir ,onlar sinemaya önceden girerlerdi.Ben ilk kuyruğu Konak sinemasında gördüm.Bazen bu kuyrukların uzunluğu elli metreyi bulurdu.
Konak sinemasının localarında film seyretmek ayrıcalıktı.Her ne kadar talebe matinalarında bu göz ardı edilip ilk kapan grupların elinde kalsa da, akşam matinalarında locaları aileler kiralar, dostlar buralarda ağırlanırdı.
--- Hatice hanım Ayfer hanımlara sabahın köründe telefon eder”Ayfer hanım bu akşam için bizim bey loca kiralayacak akşam bizim misafirimiz siniz,… sakın bir şey hazırlama, her şeyi biz hazırlayacağız” derdi.
Bu localarda dostlarla film seyredilir,hem de onlara ikramlarda bulunulurdu.
O yokuştan her çıkışımda Muammer Tekin’lerin evini gördükçe nadir olarak gördüğüm Muammer Bey gözlerimin önüne gelir, Demokrat Partililerin onun Asak’ta köylüye olan davranışları ile ilgili dedikoduları aklıma gelirdi.Ben bir şekilde siyasete onun sayesinde bulaştım diyebilirim.Zaten Ülkemizde siyaset hep hırs üzerine yapılmaz mıydı?
Muammer Tekin’in konağının cümle kapısına bahçe kapısından yedi sekiz metre sonra dik bir taş merdivenden çıkılırdı.Cumbayı iki ahşap şutun taşırdı. Bu ona diğer konaklardan farklı, daha heybetli bir hava verirdi.
Her ne kadar bahçeyi şöyle böyle görsek de , içeride neler olup bittiğini merak etmeden duramazdım.Belki de ulaşamadıklarımıza duyduğumuz meraktan başka bir şey değildi.Bu bahçesi duvarlarla çevrili diğer konaklar içinde geçerliydi.
Kadılar yokuşunda sıralanan, bir zamanlar toplumun “ekabir” kesiminin oturduğu, sosyal hayatı yönlendirdiği, kenar köşe mahallelerinin gıpta ile seyrettiği, eskimeye yüz tutmuş, devrini tamamlamaya ramak kalmış bu konaklar, eski görkemlerinden çok şeyler kaybetmelerine rağmen; “mihrabı yerinde hanımlar” misali biz daha devrimizi tamamlamadık der gibiydiler.
Ama bu halleri beni hiç etkilemez onlara eskimiş, içinde oturmak artık zulüm haline gelmiş, çağ dışı binalar olarak bakmakta idim. Özellikle geceleri; perdelerini sıkıca kapatmış, içerinin düşük yoğunluklu ışığını dışarıya çok az sızdıran, küçük pencerelerinin koyu gölgeleri ile kasvetli, metruk bir hal alan, hatta bazen bana çağ öncesi yaratıklarmış gibi gelen bu binalar gündüzleri nispeten sevimli görünseler dahi, bana korku ve ürperti verirlerdi.
Kim bilir eski bir konakta doğup, gençlik yıllarını bu tür bir konakta geçiren, beton binalarda yaşama özlemi içersinde olan, beklide bunun hırsı ile okuyan ben; daha sonraları mimar olup, bu yapılara hayranlık duyacağımı nereden bilebilirdim!
Bu caddenin çocukları ne kadardı, kimlerdi ? Konaklarının bahçesinde mi oynarlardı, ya da caddede oynarlardı da biz mi göremezdik, bilemiyorum. Bildiğim bir şey varsa bu caddenin, konakları gibi sessiz,hüzünlü ve mağrur oluşu idi. Kadılar yokuşuna ses veren ne konakları ne de çocukları idi. Oraya canlılık getiren Konak sineması idi. Oda olmasa terkedilmiş duygusu veriyordu.
Bu caddede oturan bir ilkokul arkadaşım vardı.Adı Filiz’di. Lakapları “Ekmekçiler”di. İlkokulda sınıfta önümdeki sırada otururdu.Caddesi gibi sessiz ve sakindi.Çok iyi ezberi vardı.Bir gün tarih dersinde Kemal Çınar onu ders anlatması için tahtaya kaldırdığında sayfayı aynen tekrarlamıştı.Hatta öyle ki noktalarda duraklamış, sayfa geçişlerinde başı ile sayfa çevirmişti.
Kadılar yokuşunun en dik yeri Selahattin(Memiş) kaptanların evinin yanı idi.Orası öyle diktir ki bugün bile otomobiller çiseli havalarda çıkamazlar. Selahattin amcaların bahçe kapısının kaidesi çok güzeldir.Kaidesi yıllar içersinde bazı tahribatlara maruz kalsa da yinede taş işçiliğinin nadide örneklerinden biridir. Bahçe kapısı yoldan yüksektedir ve birkaç basamakla çıkılır.Yaşlılar buraya geldiklerinde basamaklara otururlar,birkaç dakika nefeslenirlerdi.
Ben bu yokuşu Ofisbank’tan evimizin olduğu düzlüğe kadar kaç saniyede çıkabileceğimi ölçmek için ,bir koşucu gibi Ofisbank çıkışından koşar adım yürür düzlüğe kadar hiç duraksamazdım. Selahattin kaptanların evinin yanına geldiğimde ayaklarımdaki derman kesilir, nefesim daralır, yorgun düşerdim.Geriye kalan yirmi metreyi can havli ile aşardım.
Bazen okula geç kalmamak için Kadılar Yokuşundan koşarak inmek isterdim.Yokuşu inerken kendimi zapt edemem,viraja hızlı giren arabalar gibi Eski Hamama çarpmamak için kendimi zor frenlerdim. Beklide bunu bir oyun olarak algılardım. Kim bilir bizim çocukluğumuz hep beden gücüne dayalı oyunlarla geçtiği için olsa gerek bu tür davranışlar bana haz verirdi.
Eski Hamam benim yaşamımda işlev olarak hiç yer etmedi desem yeridir.Çünkü yıkanmaya ancak bir elin parmakları kadar gitmişimdir. Hiçte heves etmedim.Ama bir anım var ki Eski Hamamı gördükçe hatırlar, yüzümde hüzünlü bir tebessüm belirir.Yediğim çubuk darbelerin acısını hisseder gibi olurum
Çocukluk yıllarımızdı. Senesini hatırlamıyorum ama ilkokul sonu gibiydi.Çünkü bu tür oyunları ancak bu yıllara kadar oynardık Oyunumuz kılıç oyunu idi. Mahallede kılıç takımı kurar,mahalleler arası maç yapardık.Herhalde bu oyuna pek rağbet etmezdik ki kuralları nasıldı,galibiyet nasıl olurdu tam olarak hatırlayamıyorum.
Bir gün bir ağabeyimiz Eski Hamamın orada Bekir (Şimşek) lerle yarın öğleden sonra kılıç maçımız var, herkes kılıç ve kalkanlarını alsın gelsin antreman yapacağız dedi. O gün birkaç saat antreman yaptık.
Her takım nasıl kılıç kullanacağına kendisi karar verebilirdi. Serbest olmasına rağmen yinede birtakım kuralları ve standartları vardı.En önemli kural kılıçlar aslına uygun büyüklüğü geçmeyecekti Mesela, eğer o takım roma kılıcı kullanıyorsa ebatları o kılıçların standardına uygun yapılacaktı.Bizim takım Fransız şovalyelerinin kullandığı ince uzun kılıçları seçmişti.
Ertesi gün öğleden sonra eski hamamın oraya gittiğimizde bizim gibi beş çocuğun kendi aralarında son hazırlıklarını yapar bulduk. Kullandıkları kılıçlar roma kılıcı idi. Tahtadan yapmışlardı.Yağ tenekelerinin kapaklarından kalkanları vardı.Kılıçlarını ve kalkanlarını siyaha ve beyaza boyamışlardı.Anlaşılan hepsi Beşiktaşlı idi. Maçı Hükümet binasının arkasında yaptığımızı sonuçta biraz yara bere birazda hırlaşmış bir vaziyette mahallemizin yolunu tuttuğumuzu hatırlıyorum.
Mal sayımı yaptığımız gün hava kapalıydı ve aralıklarla yağmur yağmıştı. Gece saat iki sularında Ofisbank’tan dışarı çıktığımda hava kasvetli ve oldukça soğuktu. Dışarıda in cin top oynuyordu. Ne bir araba ne de bir insan vardı.Köpekler dahi kendilerine sıcak bir in bulmak için ortalıktan kaybolmuşlardı.
Enver amcanın dükkanını dönüp Taşkınsu’yun tuhafiye dükkanını geçip Taslıların Ünye’nin ilk beş katlı betonarme binalarından olan apartmanlarının yanına geldiğimde, Kadılar yokuşu bütün gizemi ile karşıma çıkıverdi.
Ben o ana kadar bir an evvel eve gidip yatma düşüncesi ile zaman ve mekandan soyutlanmıştım. Bütün düşüncem bu soğuk ve ıslak gecede sıcak yatağıma bir an evvel girmekti.
Şimdi karşımda hantal Konak Sineması ve onun arkasında bir iki tane fersiz sokak lambalarının aydınlatmaya çalıştığı yokuşun sağına soluna dizilmiş; cephesindeki koyu gölgelerle garabet bir görünüm almış konaklar sıralanmıştı. Akşam üzeri yağan yağmurdan ıslanan dalları hala kurumayan konakların bahçelerindeki ağaçlar bu garabet görüntüye ortak oluyorlardı.
Ah , şimdi şu apartmanın bir dairesi bizim olsaydı, duvarlarından rüzgar üfürmeyen,damı akmayan yatak odamda ne güzel uyurdum diye geçirdim içimden.Bu düşüncelerle Konak sinemasına vardığımda fırıncı Mahmut(Arın) amcanın konağının birinci kat çıkmalarını taşıyan ahşap direkleri görünce aydım, “Yakup oğlum işte şimdi hapı yuttun ecinnilerin kol gezdiği saatler şimdi” dedim.
Ecinniler ıssız, metruk yerleri severlermiş. Akşam ezanından sonra insanların sokaktan çekildiği saatlerde ortaya çıkarlarmış. Büyüklerimiz öyle derlerdi bizlere. Akşam ezanından sonra sokakta bulunmamızı, oynamamızı istemezler hele bina köşelerine çiş yapmamızı kesinlikle yasaklarlardı.Cin çarpar, ağzınız eğrilir, kötürüm olursunuz derlerdi.
Büyüklerimizden çeşitli ecinni hikayeleri dinlerdik. Bunları arkadaşlarımıza abartarak anlatmaya bayılırdık. Her konağın bir ecinni sahibi olduğunu da öğrenmiştik büyüklerimizden. Bu ecinniler bazı geceler herhangi bir hayvanın şekline girer insanlara kötülük ederlermiş. Annem gece konak içerisinde veya kenarlarında terk edilmiş kedi veya köpek yavrusu görürseniz sakın ilişmeyin, hele sesinizle onu yanınıza çağırmayın derdi. Çünkü seslendiğimizde sesimizi alır sesimiz ömür boyu kısık kalırmış. Ayrıca eğer gece vakti peşinizden bir köpek veya kedi gelirse dönüp bakmayın ,çağırmayın,onu kovmayın derlerdi büyüklerimiz.
Konakların sahipleri olan ecinniler insanlara nadir olarak ve özel günlerinde kendilerini gösterirlermiş. Mesela Pakize hanım teyzenin evlerinin sahibi olan ecinni köpek şeklinde insanlara kendini gösterirmiş. Komşumuzun oğlu Sezai bazı geceler Pakize hanım teyzelerin evinin sahanlığından kıçık sesleri geldiğini, hatta bir keresinde merak edip duvar deliğinden baktığında beyaz iki tane köpek eniği gördüğünü yeminlerle anlatmıştı.
Bizim evin sahibi olan ecinni beyaz bir kıratmış. Amcanın Oğlu Mustafa görmüş. O bardabaştı gençliğinde. Bir gece yarısı eve geldiğinde zemin kattaki odunlukta bir tıkırtı duymuş. Merakla kapı aralığından baktığında beyaz bir küheylan görmüş. Küheylan arada bir kafasını sallayıp uzun yelelerini havalandırıyormuş. Bunu bize defalarca ballandıra, ballandıra anlatır, ecinniyi evde sadece kendisi görebildiği içinde böbürlenirdi. O daracık odunluğa kocaman küheylanın nasıl olup ta sığabildiğini sormayı akıl edemezdik.
Fırıncı Mahmut amcanın evinin önüne geldiğimde bu güne kadar ne kadar dinlediğim ecinni hikayeleri varsa aklıma geldi. Birden içimi bir korku sardı. Gecenin kaçı olduğunu, nerede olduğumu iyice idrakine vardım. Etrafım artık ecinnilerle çevrili idi.Yüzlerce, binlerce varlıklarını iliklerime kadar  hissettiğim ama kendilerini göremediğim ecinniler konaklardan, sokak içlerinden ,ağaç dalları aralarından çıkıp etrafımı yavaş yavaş çevirmeye başladılar. Arkamdan yaklaşıp ensemden yakalamak, omzumdan kavramak için yarışıyorlardı. Ben artık gemi azıya almış atlar gibi kontrolsüz, muhakemeden yoksun bir şekilde koşmaya başladım.
Yol yokuşmuş, düzmüş benim için fark etmiyordu. O yokuşta hayatımın en hızlı koşusunu yapıyordum. Önde ben, arkada ecinniler yakalamalarına ramak kala ellerinden kurtuluyordum, ama az sonra başkaları musallat oluyordu.Balıkçı Selahattin amcanın evini nasıl geçtiğimi hatırlamıyorum.Çünkü orada değil duraklamak, yorulma emareleri dahi hissetmedim.

Kadılar yokuşunun başında mahallemizin ilk evi olan Sucu Tahsin amcanın evinin yanına vardığımda biraz rahatladım. Evler tanıdıktı. Ecinnileri de nasıl olsa beni tanırlardı. Rahat bırakırlardı beni.”Yok oğlum ne rahat bırakması bunlar ecinni lan sağı solu belli olmaz bunların,emi dayı hatırı dinlemez bunlar “ dedim içimden. Beni bir korku dalgası daha sardı.Yavaşlattığım hızımı yeniden artırmıştım ki birden olduğum yerde çakılı kaldım. Karşımda parlak, iri tek gözlü bir mahlukat bana doğru bakıyordu. İşte şimdi hapı yutmuştum.
Hipnoz olmuş gibiydim. Gözlerimi parlak iri gözden alamıyordum. Bende parmağımı dahi kımıldatacak hal kalmamıştı. Yolun ortasında kala kalmıştım. Şimdi birbirimizi süzüyorduk. Eminim ki birbirimizi kolluyorduk. Ben savunmadaydım ve onun hamlelerini savuşturmak için pür dikkatle onu takip ediyordum. O da herhalde benim zayıf anımı kolluyordu.
Birkaç dakika sonra kendimi biraz toparlamaya başlayınca yolun ortasında savunmasız olduğumu arkamı sağlama almam gerektiğini düşündüm.Yavaş yavaş, yan yan giderek Yusuf dayının bahçesinin tahta darabasına yaslandım. Bu bana biraz güven verdi ama arkadan yaklaşan ecinnileri ne yapacaktım. Enseme yapışmaları uzun sürmezdi. Soğuk terler dökmeye başladım. Allahım ne idi bu başıma gelenler.
Bizim mahalle Kadılar Yokuşu ile Kaledere okulu yanından çıkan Tatar Osman yokuşunun Ekmekçioğlu sokağı ile birleştikleri yerdi. Burası mahallemizin orta noktası idi. Mahallemizin bütünü ise bu sokakların birleşme noktasından itibaren tahmini yetmiş – seksen metre çapında alandan ibaretti.
Kadılar yokuşundan çıkıp düze vardığımızda bizi ilk karşılayan Sucu Tahsin amcaların çıkışa göre soldaki evi olurdu. Onun karşısında Ahmet Solmaz’ların evi vardı. Tahsin amcanın evinin yanında Fiskobirlik müdürü Remzi Sanioğlu’nun evi onun karşısında ise Yusuf dayıların evi vardı. Evlerin hepsi bahçeli idi. Bahçeleri yoldan tahta darabalar ayırırdı.
Mahallemiz tıpkı Kadılar yokuşu gibi eski bir Türk mahallesi idi. Hemen hepsi ahşap konaklardı.Yalnız sadece Remzi Sanioğlu konağını yıkarak yerine biri bodrum olmak üzere dört katlı betonarme bina yapmıştı. Bayılmıştık binaya, mutfağı , odaları hele “gızma hamamı”na diyecek yoktu. Ünye’yi ayaklarımızın altına alan balkonuna hayran kalıyorduk. Zengin olmak, okumuş olmak hele de “ekabir” takımından olmak bir başkaydı doğrusu o zamanlar. Onlar her şeyin en iyisine layıklardı.
Herhalde paraları yetmemiş olacak ki son katı yapıp içine yerleşmişlerdi. Zemin ve birinci katların tuğlaları dahi örülmemişti. Belki de kim bilir yapmaya ihtiyaç duymamışlardı. Ama betonarme binaların böylesi de hiç hoş görünmez hani. Dişsiz ağızlar gibi “ govuk” görünürlerdi. Hele geceleri konaklardan daha korkunç olurlardı. Hiç olmazsa konakların bir şekli şemali vardı. Bunların böyle bir durumları da söz konusu değildi. Karşıdan bakıldığında karanlık dehlizlerden başka bir şey görünmezdi.Ne “idiğü” belirsiz yaratıklardı sanki.
Ben, arkada Yusuf dayının tahta darabası önümde Remzi amcanın “govuk” binası arasında sıkışıp kalmıştım. Parlak iri göz bu “govuk” binanın içinden bakıyordu bana. Parlak iri gözün etrafında haleler vardı. Bunlar bazen genişliyor bazen de küçülüyordu. Arada bir öne arkaya , sağa sola ufak hareketler yapıyordu. “Garanti seni deniyor Yakup” dedim.Hani saldıracakmış gibi yapıyor ama saldırmıyor,çünkü senin arkanı dönüp kaçmanı bekliyor. Sonrada arkandan yetişip ensene yapışacak.
Planını çözmüştüm ama çaresizdim. Kaçsam enseme yapışacak, kaçmasam zaten öldüm. Ben bu korku ile yavaş yavaş, ufak adımlarla tahta darabaya sürünerek ama gözlerimi de parlak iri gözden ayırmayarak ilerlemeye başladım. Birkaç metre gitmiştim ki arkamdan birisi paltomdan yakaladı.
“Sonun geldi Yakup” dedim. Dizlerimiz bağı çözüldü, çökmemek için darabaya dayandım. Öyle maharetli bir ecinni idi ki beni sadece bir balık oltası kancası ile tutuyordu sanki. Ben kurtulmak için çektikçe sırtımdaki geniş yakalı ekose palto sırtımdan kaymaya başladı. Korkumdan arkama dönüp bakamıyordum. Gözlerimi parlak iri gözden ayırmadan arkamdaki ecinniden kurtulmaya çalışıyordum.
Sonunda geniş yakalı ekose paltom öyle bir gerildi ki cart diye bir sesten sonra birden bire yularından boşanmış atlar gibi ileri fırladım. Ben o şaşkınlık, arkadan yakalayanın tahta darabaki çividen başkası olmadığını anlamanın rahatlığı ve hızlanmanın verdiği cesaretle koşmaya başladım.
Elli metre ötedeki evimizin kapısına nasıl vardığımı, kapıyı açıp iki katın merdivenlerini nasıl çıktığımı, yatağıma paltomla beraber girip yorganı kafama nasıl “bürüklediğimi” anlayamadım.
Uzun süre yorgan altında ecinnilerin gelip üzerime çullanmalarını korku ve ürpertiyle bekledim.Sanki başımı yorgandan çıkardığımda dev gibi kapkara bir yaratık boğazımı sıkacaktı.
Koridordan gelen yüksek seslerle uyandığımda gün öğleye yaklaşıyordu. Vediye ablam anneme bir şeyler söylüyordu.
Evimiz yaklaşık yüz yıl önce orta halli bir aile tarafından yapılmış.Sokağa adını veren “Ekmekçioğulları” tarafından yapıldığını, daha sonra kırklı yıllarda dedeme satarak İstanbul’a göç ettiklerini biliyorum.Tipik bir Türk konağı idi.Sanatsal özellikleri olmamasına karşılık 19 yüzyıl Türk konaklarının bütün özelliklerini taşıyordu.
Bizim konak üç katlı idi. Zemin katta cümle kapısından içeri girdiğimizde geniş bir taş sahanlık vardı.Bu sahanlığın tavanı ikinci kata kadar çıkardı.Sahanlık haricinde kalan yerler müştemilat olarak yapılmıştı.Burası alçaktı.Yüksekliği iki metre kadardı.Eskiden sahanlığın kıyısında yağmur sularının toplandığı bir sarnıç varmış.Babamlar şehir suyu geldiğinde yer açmak için sökmüşler.
Birinci katta amcamlar oturuyorlardı.Son kat olan ikinci katta da biz oturuyorduk.Eskiden konaklarda her katta bir kardeş otururdu. Hatta bazen katlar bölünmeye müsait değilse katlar oda oda paylaştırılırdı. Zamanla imkanı olan kardeş diğerine hakkını devrederek başka bir eve taşınırdı.
Hararetli konuşmalara kulak kabarttığımda benden bahsettiklerini fark ettim.
- Zela abla Yakup’un neydi o geceki gürültüsü,ev yıkılacak zanneddük.
- Hagget Vediye gürültüye bizde uyanduk Memetle. Çok gızdık, hem de saşırduk.
- Merdivenleri yıkacak zanneddük zela abla, neydi o öyle basamakları üçer beşer çıktı sanki.
- Vediye,he gız gapıları da bi çarpması vardı ki evi yıkacak zanneddük,zaten ayakda zor duri.Yalnuz bişiden gorkmuş galiba,yoksa öyle yapmazdı.Hem yatada paltasuyla girmiş.
- Niye zela abla soyunmamış mı, üstüyle,başıyla mı yadmış.
- He gız gorkmuş belli, sakın hanimingenin lambasından gorkmasın
- İyide zela abla Remzi Beyin anasının ödlünü biliya
- Bili ama, teneşürün üzerine akşam goydukları lambayı bilmezdür.
- Desene gız lambayı görünce ecinni zanneddi. Zaten ecinniden çok gorkar
- Vediye Görele’de de var-mıydı böyle aded.Benim kızlığım Vakfıkebir’de geçti biliin
- Ne bilim zela abla bizde ilk gece mezarlığa goyarlardı. Burada da teneşüre goyılar. Her yerin gendüne gere bir adedi var.Ruhlar ilk gece geri dönüp bakarlarmış bedenim orada mı diye
- Öle şey olurmu gız, ruh muh galdı mı dünyada ki geri gelsin
- Bi umut işte zela abla, sosyetede olsak sonunda ha böyle şeylere inaniyuk
SON

  Kalemi kırmışlar bir kere...  Temyiz etmenin ne kârı var.  Hükmünü  erteleme kadı...  Ruhuma zulmün ne kârı  var.