22 Ekim 2018 Pazartesi

BELEDİYEMİZE MÜFETTİŞLER GELMİŞ...

MÃœFETTÄ°Åž GÖRSEL ile ilgili görsel sonucuBaşkanlık seçimlerine şunun şurasında altı aydan az bir zaman kaldı. Adaylarımız… Daha doğrusu heveslilerimiz birer ikişer sökün etmeye başladılar. Kimisi biraz mahcup, kimisi ise sosyal medyada artistik pozlar verip yandaşları vasıtası ile kendisini pazarlatarak.
Kimileri de daha baştan, orası olmasa da başka şeylere fitim… Yeter ki beni kendinizden bilin kabilinden.
Olacak o kadar. Bunlar er meydanının cilvelerinden.
Lakin… Bir de etraf kokularla da dolmaya, cadı kazanları kaynamaya başladı. Dört küsur yıl pür-ü pak giden belediyeler birden bire pis kokuların kaynağı haline geldi. Bu ne ki… Bir de seçime bir ay kala görünüz.
Kim ne haltlar yemiş de haberimiz yokmuş. İşin tuhaf tarafı bu pis kokuları kamuoyu ile paylaşanların kendilerinin pür-ü pak olup olmadıkları bir tarafa… Hayrola sermayeyi kullanmak yeni mi geldi aklına diyesi geliyor insanın.
Bütün bunlar seçmeni aptal yerine koymanın ve münafıklık üzerinden nemalanmaktır ki…
Sonu kullanan için hiç de hayra alamet değildir.
Dedim ya… Piyasada artık dedikodular dolaşmaya… Olaylar abartılmaya başlandı diye. Geçen gün bir dostum “haberin var mı? Ünye Belediyesine müfettişler gelmiş.” Dedi kendine has gülümseyerek.
Olur dedim. Belediye burası gelir de gider de.
Öyle deme dedi. Bu kez yandı gülüm keten helvası. On biri birden… Hem de Mülkiye Müfettişleri imiş.
(Sanki Müfettişliğin kitabını yazdım) Deme yahu… Mülkiyeliler de fena olurlar hani. Üstelik burunlarını da balta kesmez.
Durup dururken niye ki? Deyiverdim birden.
Bizim ki sanki hazır, nazır bekliyormuş gibi… Bir çırpıda sıralayıverdi. Arada bir Allah-Allah deyip şevke getirdim çok hevesliyi.
Sonunda,
Bak bendeniz garibin bu işlerde tecrübesi var. Eski kulağı kesiklerdenim ya… Seçime çeyrek kala bu külliyatlı Müfettiş meselesi iki şeye delalettir. Birincisi ya bu başkanı yiyecekler mana arıyorlar. İkincisi; Ya da ikinci bir defa seçime sokmak için pür-ü pak edip pis kokuları gül suyuna bulayacaklar.
Sonra ilave ettim. Ağalar, paşalar ve reisler her şeyi bizden iyi bilirler. Ağaların oyununa biz marabaların aklı ermez. Gel büroma gidelim, sana kahve ikram edeyim hem de bir anımı anlatayım.
Efendim sene 1989. Belediye Meclis üyeliğim biteli henüz iki ay olmuştu. Belediyeden telefon geldi. Müfettiş seninle görüşmek istiyor dediler. Ne işi olabilir diye düşünerek Müfettişin odasına girdim.
45-50 yaşlarında biri idi. Ben de 35’de var yok. Tanıştık, hoş, beş faslından sonra sana iki sorum olacak dedi.
Buyur dedim. Birincisi dedi… Belediye Başkanı İsmail Cerrahoğlu –ki ikinci bir defa aday gösterilmemişti- başkanlığı sırasında kaçak yapılara müsaade ederek rüşvet almış. İkincisi ise belediyeye bağış yaptırarak kaçak kat attırıyormuş. Bu konuda ne dersin?
Müfettiş bey Sayın Cerrahoğlu’nun rüşvet aldığına şahit olmadım. Şahit olmadığım bir şeye he diyemem. Zanlı da konuşamam. Ama rahmetli dedemin bir lafı vardı. “ Yattığın yere dikkat et.
Çünkü ya yoku bulaşır ya da kokusu.”
İkinci soruna gelince; Hangi enayi menfaati olmadan durup dururken belediyeye bağış yapar?
Sen onu, bunu bırak da haddimi aşarak sana bir tavsiyede bulunayım. Seni buraya gönderen irade Cerrahoğlu’nun ne yapıp ettiğini senden, benden delilleri ile beraber çok daha iyi biliyor. Aklı sıra sizin müfettişliğiniz ve benim de muhalifliğim üzerinden Cerrahoğlu’nun ümüğünü sıkacak. Bu işe ne beni ne de kendini alet et.
Müfettiş anladım dedi. Peşinden ilave etti… Senin ağzından ifadeni yazarım. Gönderdiğimde korkma altına at imzanı. Sana ziyan gelmez.
Gönderdiğinde tek satırını bile okumadan attım imzamı. Memleket hali bu… Dün de öyle idi bugün de öyle. Çene yormaya değmez.

15 Ekim 2018 Pazartesi

FINDIK HİKAYELERİ (4-Son)

Yaklaşık 2-3 milyar dolarlık ihracat geliri ile Trabzon’dan Samsun’a kadar tüm Karadeniz sahilinin yaşam biçimi haline gelmişse… Ve Karadeniz’in dik yamaçlarının erozyona uğramasını engelliyorsa… Böyle bir önemli ürün yok hükmüne getirilmemeli idi.
Yok, hükmüne getirmek? Bunu iki şekilde anlamalı.
Birincisi ekonomik gelir olarak. İkincisi ise yaşam biçimi olarak… Aslında bu iki unsur birbirine bağlıdır. Birini diğerinden soyutlayamayız.
Gelin görün ki,
Her ikisi de yıllar geçtikçe önemini yitirmekte. Ekonomik anlamda ülke gelirinden daha az pay almakta. Buna bağlı olarak da yaşamımızı daha az etkilemekte.
Artık fındık ayı diye bir şey kalmadı. Hem iş gücü ile yapılan işler makineleşerek zamanı kısalttı ve hem de karlılık azalınca ilgi azaldı. “Bitse de kurtulsak” seviyelerine geriledi. Her ne hikmetse fındık ürününü kaliteleştirmek ve ona katma değer katmak konusunda ne toplum olarak ne de iktidar olarak hiçbir gayretimiz yok. Şaşılacak bir durum.
Bu bize haklı olarak neden sorusunu aklımıza getiriyor. Neden böyle oldu? Hikâyesi uzun. Çok yönlü çalışma ve anlatım gerekli. Zaten yazı tefrikamızın formatı da bu değil. Olsa-olsa yaşı kemale ermiş, doğma büyüme fındığın içinde olan yazarın serzenişlerinden öteye gitmez yazılacaklar.
Ama görmemek, hissetmemek ve yazmamak da mümkün değil. İlla kıyısından, köşesinden dokunacağız.
Sovyetlerin yıkılmasından sonra Dünya yeni bir yola girdi. Gelişmiş Dünya sanayi çağını atladı. İletişim ve teknoloji çağına girdi. Hayatın her alanında teknoloji söz sahibi… Teknolojide duygusallık olmuyor. Her şey karlılık ve olanı daha da geliştirmek üzerine...
Ben havlimin başında oturayım devlet bana baksın mantığı bitti. Zaten Dünya da artık “rahat dursunlar” diye de seni süspanse etmiyor. Ayrıca dünya tarımda bilimi sonuna kadar kullanıp ticari kuralların en acımasızını uyguluyor. Tarım ve hayvancılıkta genetikle dalga geçiyor.
Bırakalım “köylülüğü” artık çiftçilerin esamisi bile okunmuyor. Teknolojiyi ve bilimi sonuna kadar kullanan, genetiğin kitabını yazan bir dünya var karşımızda. Ama biz Ziraat Odalarının, Tarım Müdürlüklerinin duvarlarında “Köylü Milletin Efendisidir” sözünü kocaman harflerle yazmayı marifet sayıyoruz. Hâlbuki bu söz zamanında hangi seçim meydanlarda kimleri gaza getirmek için söylenmiştir kim bilir? Öyle değilse bile Dünyanın gidişatı düşünülmeden söylenmiş öylesine bir sözü şiar yapmam. Hele de bu zamanda.
Çünkü gelişmiş ülkeler o zamanlar sanayi toplumuna son hızla geçerlerken köylülüğü tasfiye ediyorlardı. Komünist ülkeler bile kolhozları geliştirmenin peşinde idi.
Neyse… Zannedilir ki AKP Hükümetinin fındık politikası yok. Bal gibi var. Nedir diye sorarsanız bunun hikâyesi de uzun derim.
Ama şu kadarını söyleyeyim; Hiçbir kaygısız, pervazsız, patavatsız hükümetler bile böyle bir tarım politikası gütmez. Demek ki kendilerinden eminler ve bir bildikleri var herhalde... Zaman gele hayır ola demekten öte bir şey diyemiyoruz.
İşin tuhaf tarafı fındığı bu denli başıboş bırakıp ve –hadi diyelim ki- fındığın yerine başka bir şey ikame etmek istenebilir. O da yok. Bu tekelleşmenin altında neler var… Hüccete gitmeden ahh bir öğrenebilsem. Yoksa gözlerim açık gidecek.
Size kısa bir fındık hikâyesi anlatayım da bu “acıklı” konunun son tefrikasına nokta koyalım. En azından gülümseyerek bitirelim.
Vaktiyle fındık harmanını beklesin diye bir yıl boyunca şehirde baktığımız Arap adlı bir köpeğimiz vardı. Fındık harmanını layıkıyla beklesin diye beslediğimiz Arabımız fındık ayı gelince kızan olmuş dişi köpeklerin peşine gider, harmandan kaçardı.
Tam bir ay sonra fındık harmanı bitip şehre yollanacağımız sırada bir deri bir kemik yılışarak gelirdi. Yine tekrar on bir ay boyunca iti semirtmek için canımız çıkardı…
Biz iyiliksever, yufka yürekli-miydik yoksa avanak-mıydık? Ama emin olduğum bir şey var… O da itimizin bizden uyanık olduğu.

  Kalemi kırmışlar bir kere...  Temyiz etmenin ne kârı var.  Hükmünü  erteleme kadı...  Ruhuma zulmün ne kârı  var.