29 Mayıs 2013 Çarşamba

BENİ BEKLEME KAPTAN


          "Beni bekleme kaptan,
          Seyir defterini başkası yazsın
          Çınarlı, kubbeli mavi bir liman
          Beni o limana çıkaramazsın,"
          Kim derdi Cem Karaca’yı bu denli seveceğim,
          Ya da kim derdi Cem Karaca bu denli değişecek…
          Gençliğimde sesini içten içe sevsem bile; “Gomonis” Cem Karaca’yı sevmedim/sevemedim…
          "Ben ceviz ağacıyım Gülhane parkında
          Ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında,"
          Cem Karaca bana çok şey öğretmiştir… Fark ettirmiştir…
          İnsanların çok yönlü olduğu,
          Ve geleceğin neler getireceğini kimler bilebilir ki!…
          "Düştüm mahpus damlarına
          Öğüt veren çok olur,"
          Kendi kozasını örerek,
          Kendi kendinin mahpusu olduğunu…
         " Unut beni unut arama
          Sakla bu mendili sakla,"
          İhtiyacı yokmuş gibi görünürken,
          Aslında “dur gitme” denmesini isteyecek kadar da mahzunlaştığını…
         " Bir çiviyi çakar gibi
          Vura-vura güne.
          Dörtnala gidiyoruz,
          Bizi bekleyen yere."
           ……..
          "Bir ayvayı dişler gibi
          Isır-ısır ömrümüzü
          Bir girdapta dönüyoruz
          Yaşamadan günümüzü."
          ……
          "İşte geldik gidiyorduk
          Bilinmez bir diyara.
          Eskiden karpuz idik
          Şimdi döndük biz hıyara"
          Rabbım;
          Bu muhteşem kainatta varlıkların en muhteşemliğini bana nasip ettiğin halde, kıymetini bilemeyip kendini ağız ile anüs arasına hapsedenlerden eyleme…
          Ve;
          Sana itibar etmemeyi meziyet sayıp,dünyalıkları putlaştırarak, onlar üzerinden insanları kullaştıranlardan eyleme
          Ve dahi;
          (Aklı sıra) Seni hakim kılmak istermiş gibi gözüküp, aslında kendi hükümlerini tesis edenlerden eyleme…
          Beni,
          Saçları “gıraldığı” halde hala iki arada bir derede kalmanın sıkıntısını yaşayanlardan eyleme…














28 Mayıs 2013 Salı

BALIK AVI


          Babam… Paşa Babam… Rahmetli çok iyi balık avlardı.
          Ama oltayla değil… Saçma ile idi onun ustalığı…
          Saçmanın her türlüsünü, her şekilde atardı. Bir keresinde derede aha iki “sümüç” balığı öyle bir yerden çekip çıkardı ki…
          Kimsenin aklı, sırrı ermedi.
          O günden sonra rahmetli anam, babam balığa giderken “Halıcı bismillah-la at şu saçmayı, sana nazar değer sonra” dedi.
          Babacığım da  “can almanın besmelesi mi olurmuş hanım”  diye karşılık verdiydi anacığıma.
          Anladım ki, avlanırken rahmetlinin “üreciğinin kuytularında”  merhamet duyguları dolaşıyordu.
          Ama ben babama çekmemişim…
          Hem olta ile balık avlamayı severim hem de yakalayınca garip bir zevk alırım. O ıslak saçmayı omuzlamak kadar beni ürperten bir şey yoktur.
          Üstelik bir de derenin ne kadar çör-çöpü varsa silip-süpürmek hiç de akıl karı gelmez bana. Yılan yakalamak da çabası…  Bir keresinde bir kulaçtan büyük yakalamıştık da… Dolam-dolam dolanmıştı saçmaya. Çil yavrusu gibi kaçıştıydık… Hala gözlerim önünde köftehorun dolanmaları.
          Babam da zorlamadı beni… Derdi ki, “Kabiliyet Allah vergisi, istek ise yürek işidir. Zorla güzellik olmaz”.
         Onun içindir ki Paşa Babama Ulu Büyük Dedemden daha bir sevecen bakarım.
         Neyse, bu son söz Ulunun hışmından kurtulmak için anmak istediğimdendir. Hepsi o kadar… Sohbetimizle yakından-uzaktan alakası yok.
         Bir gün babama neden olta ile balık avlamaya heves etmediğini sorduğum da “olta benim işim değil” …
         “Tek bir balık için onca dakika kazık gibi dikilip, beklemek hiç işime gelmez” demişti. Sonra gönlümü hoş etmek için “olta ile balık avlamak da ayrı bir sanat” diye de eklemişti sözlerine.
         Ama ondan öte ne o, ne de ben söz ettik olta balıkçılığından.
         Ta ki, bir gün bir çubuğa dizili “cindik” kadar balıklarla eve gelene kadar…
         “Ne” dedi gülerek, alaycı bir edayla… “Yakalıya-yakalıya bunlarımı yakaladın?”
         “Ne yapayım nasibime bunlar düştü” dedim… Yarı hiddetli… Kızarıp, bozararak…
         (Aslında biliyordu) “Oltaya nasıl yem takıyorsun anlat bakalım?”
         Cahil yerine konmak ağrıma gitmişti… Hem de hesaba çekilircesine… Kızarak ve tahrayla… Öylesine, sırf cevap vermiş olmak için  “Kancanın ucuna takıyorum ekmek yemi, sallıyorum gidiyor.”
         Güldü, evin kapısındaki kütmene çökerken “git bana ahırın oradaki gübreden iri bir solucan getir”.
         İsteksiz gittiğim ahır kapısından bir çubuğa kıstırarak iri bir solucan getirdim. Yüzüme baktı… Otoriter bir ifadeyle “ başarılı olmak istiyorsan mesleğinden tiksinmeyeceksin”.
         Galiba benim tavuk gübresinden tiksinmemem oradan gelir. Notumu düşeyim bu arada…
         Paşa Babam solucanı eline aldı bilgiççe inceledi… Biraz önceki ezilmişliğimin rövanşını almanın tam fırsatıydı, ” Neyine bakıyorsun baba?”
         Bıyık altından güldü... Umursamazca ”Dişi mi, erkek mi diye”…Kafa yaptı… İlave etti “Bir işte başarılı olmak istiyorsan her ayrıntıya önem vereceksin. En önemlisi işini ciddiye alacaksın”… Yine dersini vermişti…
         Bu arada kancayı inceliyordu… Yaptığım işe illa bir kulp bulacaktı ”Biraz küçük ama neyse”…
         Solucanı tiksinmeden başından itibaren kancaya geçirdi. Kancayı solucanın içinde sakladı… Solucanın az bir kısmı, sallanacak şekilde kancanın dışında kaldı.
         Tüm bunları yaparken nasihatlerine devam ediyordu… “Güneşin önünde değil, gölgede duracaksın. Ki gölgen dereye yansımayacak. Oltayı attığın yeri çok iyi seçeceksin. Yoksa boşa kürek çekmiş olursun. Hiç ses çıkarmayacaksın. En önemlisi sabırlı olacaksın”. Konuşurken sanki olağan şeyler söylüyormuş gibiydi.”Balığa rakibinmiş gibi bakacaksın. Onun hangi saatte nasıl hareket edeceğini ve nelerden hoşlandığını, nelerden ürktüğünü bileceksin”.
         Sonra solucanın içinde kaybolmuş kancayı yukarıya, gözünün hizasına getirdi. Evirdi, çevirdi, elleri yetmedi, gözleriyle kontrol etti… Önemsediği bir işi yerine getirmiş olmanın huzuru ve gururu ile oltayı bana uzatırken;
         “Hah işte şimdi oldu… Bununla değil üç sümüç sazan, derede ki camışları bile yakalarsın”…
         



  Kalemi kırmışlar bir kere...  Temyiz etmenin ne kârı var.  Hükmünü  erteleme kadı...  Ruhuma zulmün ne kârı  var.