24 Ekim 2023 Salı

EL CHAPO ve FİLİSTİN

 

Joaguin Guzman – namı diğer El CHAPO – Meksikalı, dünyanın en büyük eroin kaçakçısı.

Çocukluğu fukaralıkla geçmiş, babadan şefkat görmemiş, bu işe haşhaş tarlalarında çalışarak başlamış. 1980’den son kez yakalanıp ve ABD’de ömür boyu hapse mahkûm edildiği 2016 yılına kadar işinin zirvesine çıkmış her tarafı kana bulanmış, acıma bilmez birisi.

NetFlix’de ilgimi çeken dizisini seyretmeye başlayana kadar sadece duymuşluğum vardı. Dizinin beni cezbeden tarafı adamın yaptıkları ya da kişiliğinden çok – büyük bir kısmı gerçek olaylardan esinlenerek yazılan senaryonun – Meksika Hükümeti ile olan ilişkileriydi.

Dolayısıyla,

Diziyi hep bir yerlerden bildik geliyormuşçasına, tebessümle izliyorum.

Burada uzun-uzun bu konuyu anlatacak değilim. Konum da bu değil zaten...

Bana ilginç gelen El CHAPO’nun kişiliğinin ana damarı...

Elbette zatın örnek alınacak bir tarafı yok. Adamda her melanet var. Dünya için zararlı da birisi.

Öyleyse yazıma konu olacak kadar ilgimi neden çekti bu zat?

Daha henüz çocuk yaşta ve haşhaş tarlalarında çalışırken babasına “senin gibi marabalık yapıp buralarda sürünmeyeceğim, bir gün Meksika’nın en büyüğü olacağım” diyor.

Hedefi belli, gideceği yol belli… Bütün planlarını bunun üzerine kuruyor. Bazen altta kalıyor, bazen de üste çıkıyor. Ama hedef tek ve kararlı adımlarla ilerliyor.

Sonunda başarıyor da…

Yine adamları ile bir toplantıda “ şimdi dünyanın en büyüğü olacağım” diyor.

…Ve bunu da başarıyor.

İki ileri bir geri, bazen altta kalıyor bazen üste çıkıyor ama hedef yine tek ve kararlı. Bu da yetmiyor, Meksika’yı ben idare edeceğim diyor. İşte o zaman güme gidiyor. Demek ki,haddini bileceksin.

Dizinin yazıma konu olan kısmı burası…

Kendine hedef koyuyor ve hiç sapmadan kararlılıkla ilerliyor.

Dedim ya,

Geri kalan aksiyon ve beni gülümseten, bir yerlerden tanıdık gelen olaylar.

Geçenlerde Taha Akyol’un Karar’daki yazısında okumuştum. Almanya’da roman ödülü kazanan Filistinli yazar Adanya Şibli’nin yüksek öğrenimini 1918 yılında Kudüs’de Yahudiler tarafından kurulan İbrani Üniversitesinde(Hebrew Üniversity) gördüğünü yazdı.

Yani İsrail devleti kurulmadan yaklaşık otuz yıl önce kurulmuş bu üniversite.

Sonrası malum,

Kuruluş aşaması ve savaşlar… Adım-adım genişleyen ve teknolojisiyle, ekonomisiyle, siyasal gücü ile ağırlığını artıran bir İsrail.

Hedef belli, gidilecek, izlenecek yol belli… Geri kalan emin adımlarla, sabırla yol almak. Farklı usuller ve politikalar uygulanabilir. İdeoloji temelli de olabilir. Ama hedef yine aynı…

Özellikle,

Devletlerin kuruluş aşamasında oluşturulan manifestolar ideolojik temelli ise; Gün gelip bu ideolojilerin hükmü bilimsel olarak ortadan katlığında devletin kuruluş amacı da sorgulanır hale gelir.

Hele de,

İdeolojilerin yanı sıra bir de idoller yaratılmışsa ve bu idoller “sebep” haline getirilmişse… Devletin temelinde bir sıkıntı var demektir.

Bu iki yönden tehlikelidir. Birincisi idoller üzerinden toplum baskı altında tutulur. Toplumun refahı ve gelişmişliği yerine devletin devamlılığı esas alınır. Bununla her yönü ile gelişmişlik sağlanamaz. Zaten gelişmişliğin sağlanması da istenmez. İstenir ki idare edilebilir, güdülebilir, muhtaç bir toplum olarak idoller üzerinden yönetilen ve böyle yaşatılmaya çalışılan bir devlet olsun.

İkincisi, her yönü ile- özellikle ekonomide- geri kalmış devletlerin içerisinde gayrı memnunlar çoğunlukta olacaktır. Huzurlu olamayan bir toplumda muhalefet hareketleri karşı idoller üzerinden olur.

Devletin yanlış tutumları ve başarısızlığı devletin kutsadığı idollere yıkılır. Dolayısıyla karşıt idoller yaratılır ve bunlar üzerinden iktidar ele geçirilmeye çalışılır.

Bundan dolayıdır ki; bizde her parti lideri kurtarıcıdır. İdeolojiler ve kurtarıcılar bilimselliğin ve gerçek sorunların önüne geçer. Sorunlar ve çözüm yolları tartışılacağına ideolojiler ve kurtarıcılar tartışılır.

Ha sahi… Filistin bu yazının neresinde? Onu da siz bulun. İster ideolojinize, isterseniz kurtarıcınıza sorun. Bu da benim bilmecem olsun!..

16 Temmuz 2023 Pazar

RUHANGİZ HANIM BU YIL AD GÜNÜMÜZ HÜZÜNLÜ GEÇTİ!

   Onunla ilk kez 2008 yılında telefonda tanıştım. Bir Azeri tv kanalında ses yarışmasında jüri üyesiydi. Biz de ailece her hafta merakla izlerdik.

Ağırbaşlı bir programın ağırbaşlı üyesiydi. Şakaları bile ciddi idi. Mektup yazdım. Kendimi tanıttım. Aradan bir ay kadar geçtikten sonra bir akşamüzeri ev telefonum çaldı. Böylece uzun soluklu dostluğumuz başlamış oldu.

   Azerbaycan televizyon kanallarında sanat ve magazin programlarında sık görünürdü. Genelde programdan önce bana mail gönderir haber verirdi. Ben de programdan sonra tebrik eder ve eğer varsa ufak eleştirilerde bulunurdum. Bu onu memnun ederdi.

Programın birinde “men 12 iyulda anadan doğmuşum” dedi. Telefon ettim, “Ruhangiz Hanım men de 12 İyul’da doğmuşum.” Deyince “neçe saatte doğdun?” Diye sordu. Seher dört buçuk saatlerinde deyince “men senden küçüğüm. Men saat on barelerinde doğmuşum” diye latife yaptı.

Latife yapmayı severdi. İnce nükteleri vardı.

Genelde ayda bir iki kere telefonlaşırdık. Dini bayramlarımızda arar, kutlardı. Ülke içindeki önemli olaylardan sonra geçmiş olsun telefonu ederdi. Galibiyetimizle sonuçlanan önemli bir milli maçımızdan hemen sonra gecenin bir vaktinde eşi ile beraber araması beni ziyadesi ile beni memnun etmişti.

Onunla iki kez karşılaştık. Birincisi sanat jübilesine davet etmişti. O gece ile alakalı sahnede konuşma fırsatı verdi. Salonun dolu olması beni hem şaşırtmış ve hem de gururlandırmıştı. Devlet televizyonu naklen yayın yapmıştı. İkinci görüşmemiz ise bir arkadaşımın cenazesine gittiğimde kendisini ziyaret etmiştim.

Bir 12 Temmuz sabahı telefon etti. Sabah saat dokuz suları idi. “Hayırdır Ruhangiz Hanım vaziyet pis değildir inşallah” dedim. Gülerek, “ad günümüz mübarek, Allah can sağlığı, uzun ömür versin.” Dedi.

Ama benim aramam lazımdı, siz benim büyüğümsünüz dediğim de kim demiş? Men senden beş saat daha küçüğüm dedi.

 O yıldan sonra her 12 Temmuz sabahı beni arar beraberce yaş günümüzü kutlardık.

Yine bir sabah telefon etti. 12 Temmuz falan değil ama hayırdır dedim. “Sen dünyaya kaç kere geldin? Diye sordu. O gün 23 Kasım’dı. Face’de yaş günümü kutlayanları görmüş. Rahmetli babam beni nüfusa o tarihte yazdırmıştı. Eskiden olurdu böyle şeyler. Şakalaştık.

9 Ekim 2022,

O gün acı haberini aldığımda duyduğum hüznü tarif etmem mümkün değil.

Eşinin vefatından sonra eski neşesi kalmamıştı. Hayat dolu bir yaşamdan durgun, hüzünlü bir yaşama geçmişti.

Ben çoğunlukla yaş günlerimi hatırlamam. Bana mutlaka birileri hatırlatır. Bu yıla kadar Ruhangiz Hanım bu işi üstlenmişti.

Bu yıl öksüz kaldım. Daha doğrusu 12 Temmuz günümüz öksüz kaldı.

Sabah telefonum çalmadı. Ben de ad günümü hatırlamadım.

Öğleden sonra eşim aradı. Mumu pastaya mı dikeyim yoksa pilava mı? Ben de şaşırdım. Yaş günüm olduğunu hatırlamamıştım.

Ya… Ruhangiz Hanım yaşasa idi sana sabahın seher vaktinde hatırlatırdı. Dedi.

Hanım mumu pastaya dik, ama bir mum fazla olsun. Ruhangiz Hanımı unutmayalım. İkimizde hüzünlendik.

“Ad günümüz mübareq Ruhangiz Hanım… Ad günümüz mübareq.

 

7 Temmuz 2023 Cuma

ÜNYE ve İL OLMAK!

 

 Otuz, kırk yılda bir tekrarlanır bu heves. Siyasetçinin biri il olmakla alakalı bir şeyler atar ortaya…

 Hurra bütün millet günlerce bunu konuşur. Olunacaksa biz olmalıyız kabilinden yetkiyi ve etkiyi kimseciklere bırakmazlar. Kimisi aşkla sarılır bu işe, kimisi ise menfaat tezgâhı kurar.

 Hakkıdırlar da… Memlekette konuşma özgürlüğünün yanında, talep etmek de haktır.

Yazımın başlığını “Ünye İl olmak ister mi?” koyayım dedim bir ara.

Sonra dedim ki kim kendisine ikramiye çıkmasını istemez ki! Tabii haram-helal durumunda olanlar hariç.

Haram-helal konusunu açıp bu konuda da Allah’ı işin içine katacak halimiz yok.

Ancak,

Sorsak-sorsak “Ünye İl olmayı hak ediyor mu?” Sorusunu sorabiliriz. “Önemli olan Nas’dır.” Diye gaipten bir ses duyarsak şaşırmam.

Yazımın başlığı bu soru olsa ne olurdu? Cümle alem beni kınar, insan içine çıkamazdım. Bu da işime gelmezdi. Evde hanımla papaz olmamın bir âlemi de yok.

Hiç kimse kendisini padişahın kızından aşağı görmez. Böyle bir iddiayı aklımın ucundan dahi geçirmem demek aklımı peynir ekmekle yemek demektir.

Lakin…

Kıyısından, köşesinden avanak yerine konulup desteksiz atmaları dinlemek zorunda kalınca, insanın zoruna gitmiyor da değil hani… At martini Debreli Hasan dağlar inlesin. Diyesi geliyor bazen insanın.

Bir şehir il neden yapılır? Ya da il olmanın şartları nelerdir? Önce bu sorudan başlayalım isterseniz.

Vaktiyle,

ANAP zamanında Özal beldeleri ilçe olmak konusunda yarıştırmıştı. Özelde yani Ünye özelinde Milletvekili Şükrü Yürür Tekkiraz, Çaybaşı ve İkizce-ye seçim meydanlarında “verin oyları alın ilçeliği” dedi.

Nitekim Çaybaşı ve İkizce oyların çoğunu ANAP’a verdi. İlçeliği kaptı. Tekkiraz ise “vermem de almam da” dedi. Bu konuda yayan kaldı. Malum şimdi mahalleden öte bir yer değil.

Oylarını neden vermediler? Elbette cevabını çok net olarak biz Ünyeliler ve dolayısıyla Tekkirazlılar biliyorlar. Ben işin felsefesinde olduğum için siyasete girmeyeceğim.

Çaybaşı asıllı olduğumdan gayet iyi biliyorum. O zamanlar Çaybaşı belediye başkanlığı Sol partinin elinde idi. Belediye başkanı ilçe olmak uğruna ANAP’a herkesten fazla çalıştı. Aklın yolu bir dedi. İkizce de muhtemelen öyle yaptı.

Çaybaşılılar neden böyle davrandılar? Bu al gülüm ver gülüm işi basit bir alışveriş gibi görünse de… Aslında Çaybaşı’nın sosyal yapısından kaynaklanmakta idi…

Bu arada,

Eğer hak merkezli bir tercih olması gerekseydi öncelikle Tekkirazın hakkı idi. Çünkü Çaybaşı’nın mazisi taş çatlasın 40’lı yıllara dayanır. Ama Tekkiraz öyle mi?

Şimdi meraktan çatlıyorsunuzdur. Öyleyse Tekkiraz neden ilçe yapılmadı? Azacık kıyısından dokundurayım. “Tekkiraz iki paralık nefise meze yapıldı.” Ne demek istediğimi arif olan anlar deyip geçelim. Ama şunu söylemeden de edemeyeceğim “mezelik hali vardı.”

Konuyu geçelim geçmesine de bundan bir netice çıkaralım. “Bir yerleşke şehir ve çekim alanı olacaksa her yönüyle gelişmiş olmalı.” Kaldı ki, hele il olacaksa bunun katmerlisi olmalı.

Her yön nedir? Bunu uzun-uzun anlatacak değilim. Zamanında Sancak olmuş olmamızın il olmak konusunda hiçbir kıymeti har-biyesi yok. Sancak olmamız bize ne kazandırmıştı sorusunu sormak ve günümüze kalan tortuları nelerdir diye bakmak gerekir?

Bize neler bıraktı?

Mesela öteden beri eğitime olan alaka… Sosyal hayattaki çeşitlilik… Ticarette, sosyal faaliyette, insani ilişkilerde hep çekim alanıydık. Bunlar vaktiyle Ünye’nin canlı ve yaşanılabilir bir şehir olduğunu gösterir. Belki de… Öyle olduğu için Sancak yapılmıştı. Kim bilir?

Buna canlı örneklemelerde yapabilirim. Ama bunları zaten herkes görüyor. Tekrarlamanın gereği yok.

 Daha (galiba) 1933 yılında Ünye’yi anlatmak için yayınlanan bir kitabın arka kapağındaki reklâmda (bağışlasın yazarın adını unuttum) dükkânın kapısında poz vermiş bir berber- ki fotoğraf Hükümet caddesinde Yapı Kredinin karşısını gösteriyor- “bayanlara itina ile manikür ve pedikür yapılır” yazıyordu. Gerisini varın siz düşünün.

Geçen günlerde Face’de paylaştığım duvar yazısına “mahallemin delikanlısı” cevap vermiş.

Ben de buradan cevabına cevap yetiştirip noktamı koyayım.

Demiştim ki “tarihi belediye sineması ile kültür merkezini yıkıp AVM yapan zihniyetin il olmaya hakkı yoktur.”

Cevap vermiş “Bir kişinin hatasını topluma yükleyemezsin”

Buradan muhtereme sorum şu “biz toplum-muyuz topluluk mu? Şehir miyiz yoksa kasaba mı?

Hadi kıyamadım kopya vereyim; Şehirler kültürleri ve yaşam anlayışları ile kendi kendilerini yönetirler. Çobanların hükmü sınırlıdır. Hele dışarıdan “hemşeri” kurtarıcılar hiç aramazlar. Bir şehir ne kadar her yönü ile canlı ise o şehir çekim alanıdır. İl ise bunun siyasi getirisidir.

İl olmanın şatları nelerdir? Demiştik değil mi? Ha sahi il olmanın şartları nelerdir?

Kaymakamın gidip valinin gelmesi-midir?         

 

 

28 Mayıs 2023 Pazar

BANA HAYATIMIN DERSİNİ VEREN BİR ANIM

 


              Yıl galiba 1974 Haziran başları... Fakülte ikinci sınıftayım. Okulun Ülkü Ocakları başkanı Süleyman abi ile fakültenin kapısında karşılaştım.

             Kendisi Elazığlı idi… Yaşıyorsa Allah uzun ömür versin. Rahmetli olmuşsa…Mekânı Cennet olsun.

          …Selamlaştık.

-      Yakup nihayet mezun oldum. Allah sizi de kurtarsın.

Biz o yıllarda güle oynaya okuyamazdık. Bir yanda geçim sıkıntısı diğer yanda anarşi almış başını gidiyor. Onun sıkıntısı diğer yanda. Onun içindir ki okulu bitirmeyi hep bir sıkıntıdan kurtulmak olarak algılardık.

-      Tebrik ederim abi…Darısı bizim başımıza.

Birkaç dakika sıradan sohbetten sonra…

-      Abi bana ne tavsiye edersin. (Kişiliğine değer verdiklerimden, mesleği konusunda uzmanlığından emin olduklarımdan nasihat/tavsiye almayı kendime vazife bilirdim…Hala daha öyleyimdir.)

-      Yakup… Anneniz, babanız sizi okuyasınız, ekmeğinizi kazanısınız ve bu vatana daha iyi hizmet edesiniz diye canla-başla çalışıp size para gönderiyor. Öncelikle bunu hak edip, emeklerini boşa çıkarmayın. Okulu bir an önce bitirmeye bak.

Bu vatana cahil bir Ülkücüden okumuş bir Ülkücü… Ölü bir Ülkücüden sağ bir Ülkücü daha çok hizmet eder. Okumuş, sağ bir ülkücü olarak okulunu bitir memleketine git. Orada memleketine ve ülkene hizmet ederek davana daha çok hizmet etmiş olursun. Merak etme…Bu ülkeyi kimse bölemez. Bu ülke çoraklaşıp cahil kalırsa o zaman bölünür.

Burada sonuç deyip vaaz etmeyeceğim…

Bu sadece bir anı paylaşımı… Almak istedikleriniz varsa onu da siz bilirsiniz!

 

               

27 Mayıs 2023 Cumartesi

MERAKLISINA KOMPLO TEORİLERİ

 

Bu göz neler gördü… Derdi rahmetli Atam.

İnsan çok şey görüyor da… Anlamak için epeyce bir zaman geçmesi gerekiyor.

Hala anlam veremediğim olayların başında SSCB’nin küt diye gitmesi gelir. Koskoca imparatorluk “hümanist” bir muhteremin gayretleri ile tarihe karıştı. Lenin’i bilmem ama Stalin eminim mezarında ters dönmüştür.

 …Ve biz de yuttuk. Dünya bağrına bastı hümanist muhteremi. Halbuki sormadı ki koskoca Komünist Partisini ve Kızıl orduyu nasıl ikna etti? Ondan önce bu kurumlara “doğuştan” komünist diye nasıl yutturdular da POLİT Büro üyesi yaptılar? Moskova’da kızıl meydana kaçak inen pırpırın ardından Savunma Bakanı dahil 21 kişinin gafletten mahpusa tıkılmasından hele hepsinin de bu işe muhalif olduğundan haberimiz yoktur.

Binlerin Berlin Duvarını parça pürçek etmesini hayranlıkla seyrettik. Halk istedi biz de yerine getirdik. Yok ya…Dersek adımız komplocuya çıkar.

 Ya Azerbaycan’da Azatlık Meydanında toplanan yüzbinlere ne demeli? Birdenbire halk galeyana geldi… Özgürlük aşkıyla yanıp tutuştu. Elçibey denilen bir kahraman milyonları örgütledi. Ama ne hikmetse devlet başkanlığında iki yıl bile kalamadı. Baba Haydar Aliyev kurtarıcı olarak imdada yetişti. 21 yıllık KGB başkanı kadroları ile tam tekmil hazırdı. Elçibey Aliyev ile danışıklı mı idi? Benim komploculuğum ortada bir şeylerin döndüğünü sezecek derecede… Lakin gel de ispatla! 

Gorbaçov’un son demleri… Sovyet anneleri mitingler düzenler. “Oğullarımız askerliği kendi ülkelerinde yapsınlar.”  Masum bir istek. Analar istiyorlar ki oğullar binlerce km uzakta askerlik yapmasınlar. Politbüro hemen kabul etti. “Her cumhuriyetin evladı kendi ülkelerinde askerlik yapacaklar.” Hümanist bir istek gibi görünen bu durum aslında Kızıl Ordunun tasfiyesi anlamına geliyordu. Kızıl Ordu devletlerin milli ordusu haline getiriliyordu.

Daha başka şeyler… Nasıl oldu da koskoca Komünist rejim yağdan kıl çeker gibi tasfiye edildi? Az bir şey değil. İdeoloji, menfaat, makam, alışkanlıklar tekmili birden hepsi bir arada…Bir de dış dünyası var bu işin. Öyle ya… SSCB üzerinden pozisyon belirleyen, menfaat temin eden devletlerin tekere çomak sokmaları işten bile değilken.

Geçenlerde Netflix’te 5 bölümlük bir dizi seyrettim. Hikâye uzun… Gerçek olaylardan esinlenerek çekilmiş. Olaylar 1987 yılında Doğu Almanya’da geçiyor. Sosyalizme inanmış, canını oraya koyan ajan dizinin sonunda ABD’nin Doğu Almanya’ya parasal yardım yaptığını öğreniyor. Amaç Doğu Almanya’nın Batı Almanya karşısında güçlü olması ve Batı Almanya’nın ABD’ye mecbur bırakılması. Dizi bu… Hayalleri kim engelleyebilir?

2002 yılında AKP’nin kazanması bana çok manidar gelir. Dokuz ay önce kurulan kırkambar bir partinin %34 oy almasından öte… Kurtarıcı olarak iktidara taşınması! Sanki millet onlarca yıl inim inim inliyordu. Gel de komplo teorilerine itibar etme!

 Ayrıca onlarca yılın merkez sağ partilerini tasfiye et. Sanki buhar oldular. Gülen Cemaatine ne demeli?

Birdenbire yurt içinde ve dışında yüzlerce okullar, dershaneler… Hadi parayı buldular diyelim. Kadrolar nereden karşılandı? İşin tuhaf tarafı herkes saf ayağına yattı/yatıyor. Altta kalanın canı çıksın. Benim asıl meraklandığım buna neden ihtiyaç duyuldu. Tıpkı AKP gibi?

Giderayak,

Türkiye neden yol geçen hanına döndü? Ensar falan… Geçin efendim. Suriye’yi boşaltmak hangi aklın ürünü?

Ulu dedem “evlat, efili kırk ayda öğrenenler bile bu hatayı yapmaz.” Derdi rahmetli.

İsrail’e bilmeden kıyak yapıldığı ortada. Nasıl yani? Suriye’de su var ova da var. Oranın bekçiliğini yapacak maraba da var. Gaflet ve delalet de biz de var…  

 Aklıma gelmişken; “Kasım 2018’de ABD

 Murat Karayılan için (5 milyon dolar), Cemil Bayık için (4 milyon dolar) ve Duran Kalkan için (3 milyon dolar) ödül verileceğini açıklamıştı. Yani ABD pkk’yı Kandile hapsetmiş de haberimiz yokmuş.

    Siz-siz olun komplo teorilerine inanmayın ama komplo teorisiz de kalmayın…Her bıyıklıyı da “emmi” zannetmeyin. Benden söylemesi.

          

             

 

4 Temmuz 2022 Pazartesi

YALUGAVESİNİN OTLARI

 

Aslında bu konunun beni ilgilendirmemesi lazım…

Ben ne Yalugaveliyim ne de Bayramcalu... Ama gelin görün ki, her sabah, akşam Yalugavesinden geçerken gözüm takılıyor.

“Hay gidi çayır çimenler, ne de güzeller.”

Sizler çayır, çimen gördüğünüzde şöyle yatıp yuvarlanasınız gelir. Ama benimkisi farklı…

Ben onları görünce “hay maşallah, mallarım ne de güzel yayılırlar” diyorum.

Çocuk yaşımdan itibaren gençliğimin her yazı Bayramcanın tepelerinde mal çobanlığı ile geçti.

Zaten Bayramca ile alakam buradan gelir.

Yoksa… Bayramcanın nesine meftun olayım!

Geçen gün okuduğum bir yazıdan sonra öğrendim ki Yalugavesinin otları sahipleri gibi “bulunmaz nadirattanmış.”

Otların öyle bir özelliği varmış ki; Denizden esen ılık meltemin savurduğu kumların kaldırıma çıkmalarını engelleyip, Dünyaca ünlü “manyetik kumumuzun” helak olmasını önlüyormuş.

Allahın işine bak,

“Ağzı dualı” olan Bayramcalular ama kıyak geçilen Yalugavelüler. Allahın hikmetinden sual sorulmaz deyip o taraflara fazla bulaşmayalım. Belki de tebdil-i kıyafetliler Yalugavesinde cirit atıyorlardır. Kim bilir?

Ama…

Hikmetli otlar menfezden gelen hacet kokularını neden engelleyemediler?

Bir arkadaşıma konuyu açacak oldum, “ne zannediyorsun onların her şeyi misk-i amberdir” dedi. Cehaletimden utandım.

Neyse,

Ot işleri bir tarafa, bu kumsalın tapusu kime ait? 

Soruyu pat diye sormuş olmam yazım kabiliyetsizliğimden ileri gelmiyor. Bu konuyu son aylarda gece gündüz fikirleşmemden ileri geliyor. Gına geldi, beni huzursuz eden bu soruyu pat diye ortaya döküverdim.

“Yalu gavesinin kumları kimin?”

Vaktiyle,

Ünye bir avuçken ve Bayramca diye bir yer henüz çok uzaklarda iken “elbette” Yalugavesi yalugavelilerindi.

Ne Yalugaveliler Bayramcaluları tanırdı, ne de Bayramcalular Yalugavelüleri…

Yalugavelüler sadece “hafta günleri” köylü pazarında önünde bakraçla duran bürüklü teyzemi gördüklerinde selamlaşırlardı. O kadar.

Ya şimdi?

Fazla felsefi gamet yapmayayım. Bugünü varın siz düşünün.

Bu gidişle…

Yok edilen Belediye Sinemasını, üç kuruşluk menfaate meze edilen Pazar yerini, alelacele yıkılıp yerine sosyete inşaat yapılan Yunus Emre parkındaki lokantayı, Yunus Emre’nin kapitalizme yenik düşmesini, Tabakhane Deresine set çeken Atatürk Pakını ve daha nicelerini görmezden gelirsen…

“AHA ÖLE KUMSALA MAHKÛM OLUR ÇER-ÇOMAK OYNAR, OYUNCAĞI ELİNDEN ALINMIŞ UŞAKLAR GİBİ AĞLAR… BUGÜNLERİ MUMLA ARARSIN.”

Not: Bir şehirde KÜLTÜR MERKEZİ yapalım mı diye toplantı düzenleyen zihniyete bu yaşıma geldim ilk defa şahit oluyorum.


30 Mayıs 2022 Pazartesi

BEN GİDİCİYİM GALİBA!

 

       Uzun zamandır yazmıyorum,

       Çok şükür (yaş itibarıyla) ufak tefek şikâyetlerim olsa bile, elim ayağım tutuyor.

       Lakin…

       Hevesim kaçtı. Olur, böyle şeyler… Yaş dönümü dedi hanım.

       Yaş dönümümü yoksa başka şeyden mi? Kestiremiyorum. Var bir şeyler.

       Belki de memleket ahvali. Bu da geçer derdi rahmetli babam. Bunu diyecek mecal de kalmadı dersem abartmış mı olurum?

       Bu satırları yazarken dudaklarımda pelesenk oldu “paslanmışım yahu.”

       Aslında,

       Gaza geldiğim, hasretle kaleme sarıldığım anlarım olmadı değil. Çaptan düşmüş “gocamanlar” gibi üç satır sonra nefesimin kesildiğini, hevesimin kaçtığını hissettim.

       Yoksa…

        Bu hayattan elini ayağını çekmek mi? Belki de… Biraz da memleket ahvali mi sürükledi beni buralara? Ağaların kavgalarını ümitsizce seyreden maraba gibi hissediyorum kendimi. Kim kazanırsa kazansın benim kaderim yine aynı olacak… Gibi geliyor bana.

        Ya da,

        Her yönüyle hızla değişen dünyamıza ayak uyduramamak mı? Çevremde birer, ikişer terk-i dünya eden yaşıtlarımın hüznü olabilir mi? İsterseniz, hepsi birden diyelim.

        Nihayetinde insanız. Her ne kadar gerçeği kabullenmek gibi bir huyumuz olsa bile…

        Beni çaresizlik içerisinde kıvrandıran,

        Yaşımın kemale ermesi değil. Dünyamızın bu denli gemi azıya alıp hızla girdaba sürüklenmesi…

         Belki de yeni bir dünya kuruluyor, bizim gibi miadı dolmuşların son kullanım tarihleri doluyor.

         Geçen akşam,

         Küçük mahdumum anası ile beni “sohbet programına”- İngilizcesi talk Show’muş- davet etti.

         Huyumuz ya,

         Kendi kendimle “fikirleştim.”

         Yıllar sonra 150 binlik Ünye’de bir okulun -kendine yeter- salonunda böyle bir gösteriye ancak gidebiliyoruz. Kendime haksızlık etmeyeyim, var mı ki gideceğim. Gel de hüzünlenme. Bu konuda sayfalar dolusu yazabilirim.

         Dedim ya,

         Ağır-aksak olmaya başladık, meramımı anlatırken satırların ortasında vazgeçebilirim, nefesim kesilebilir. Emeklerimin boşa çıkmasına yanarım. Meramımı, neyi işaret etmek istediğimi anlayan birileri bulunur zahir.

         Ondan öte,

         Beni asıl dala budağa sardıran dünyamızın nerelere doğru evirildiği.

         Programın formatı gereği eşlerin sırlarını ifşa etmeleri bölümü vardı. Sanki şu günümüz dünyasında gizli kalan bir şeyler varmış gibi… Hele de on yıl önce yazılan iki satırın bedelinin ödettirildiği bir devirde. “Gogıl amaca” ne güne duruyor.

         Eş ( kadın ya da erkek)diyor ki,

         “Kocam( veya karım) uyuduğunda gizlice telefonlarını kontrol ediyorum. Kime ne yazmış, kimden ne mesaj almış vs.” Daha başka şeyler… Kıkırdayarak, gayet rahat… Ballandıra ballandıra. Belli ki tıklatma rekorlarının müptelası. Vaka-i adi-yedenmiş gibi… Hem de üstelik eşi yanında iken anlatıyor.

         Belki de,

         Bu “Talk Show’un” bir parçasıdır. Kim bilir? Devir “caz” devri… Okus-pokus devri de diyebilirsiniz…

         Bunları gördükten sonra,

         Şah ne ki!.. Ona katlanmak tansiyonumu bir milim bile kıpırdatmaz. Onunla karşılıklı beştaş bile oynarım.

         Anlaşılan o ki,

         Galiba ne bu dünya ne de ben artık birbirimizin kahrını çekemeyiz gibi geliyor bana…

         Ne yapalım yani... Her şeye rağmen yaşamak yine de güzel.

         Rahmetli atamın yaşıtı Sucu Tahsin’e söylediği gibi “Öyle deme Lan Tahsin daha ne günler göreceyük.”

25 Ocak 2021 Pazartesi

Bisikletimin Yolları (Başkan Güler’e hürmetlerimle)

 

             Ünye’m… Ünye’m… Güzel Ünye’m…

             Söyle bana bisiklet yolun ne zaman bitecek? Sabırsızlıkla bekliyorum. Bisikletimle yollarında kuşlar gibi uçacağım.

              Önce denizi doldurup, pejmürde Atatürk parkını ihya edip, Bayramcalıların hizmetine açtılar.

              Öyle ya,

              “Bayramcalular” da insandı. Onların da deniz kıyısında bir bardak çay içip keyif çatmaya hakları vardı.

              Bundan istifade araya lokanta sıkıştırıverildi. Yanına çakma camii ile Laz takasından balıkhaneyi de…

              Sonra Ünyesporumuzu ikinci lige uçurmak için heyula stadyumu konduruverdik. Dua tersine işledi Ünyespor şimdi bilmem kaçıncı amatör ligde zor tutunuyor. Ortalık yerde kaldı, sahip çıkanı yok…  Gerçi, Orduspor’un da ondan aşağı kalır tarafı yok ya…

              Stadı satsan satılmıyor, yıksan yıkılmıyor. Hele karşısındaki 15 Temmuz meydanına ne demeli?

              Ne meydan ama… Bir de afili ad takıldı ki dikkat çeksin. Üstelik onunla da yetinmediler, kutsadılar. Ama bir nebze işe yaradı gibi… Sosyetik mekânlar biraz daha avama yaklaşmış oldu. Avam da zaten paracıklarını harcamaya yer arıyorlardı!

              Bu arada Üniport’u atlarsak ayıp olur. Hem de tarihi belediye sinemasını yıkarak. Yapılırken ne şaşaalı reklâmlar yapılmıştı… Böyle bir mekân Ordu’da bile yoktu. Ünye medenileşiyordu.

              Konulan ad ne anlama geliyorsa… Muhafazakârlığın simgelerinden biri mi acaba? Şimdi o da başa bela… Satsak alan olur mu? Hiç unutmam “bilmem kaç tane cep sineması varmış diye böbürlenmekten karınları şişmişti.” Ama ben böbürlenmekten olduğunu zannetmiyorum. Yedikleri dokunmuş olabilir mi? O sıralarda gençlerin kültür faaliyetlerinde bulunacağı el kadar bir odaları dahi yoktu. Şimdi de yok ya…

             Bütün bunlar Ünye’yi arş-ı alaya hoplatmak adına yapıldılar, inşa edildiler. Her nedense yaptıranlardan başkasına hayır getirmedi, “Ünyelü” umduğunu bulamadı. Kandırıldığı ile kaldı. Ünye mi ihya oldu yoksa yaptıranlar mı? Tartışılır.

             Ama yaptıranlar ile sebep olanların alayı ya sırra kadem bastı ya da sümsükleşti. Sokaklarda onları mumla arıyoruz. Sanki köşe bucak kuşları… Deydi mi?

             Bu arada,

             Çamlık ellerinden zor kurtuldu. Orası da “Ünyelü için ihya edilecekti!” Çamlık (gecenin birinde)ufak, tefek hasarla ucuz kurtuldu.

             Şimdi de sıra “Maşallah” bisiklet yolunda. “İnşallah”  tez zamanda bitirilip Ünye’nin değerine değer katacak. “Ünyelülerin kaldur, kuldur yollarda bisiklet sürmekten kıçları acımıştı zaten.”

              Bir zamanlar Bakû’ye gittiğimde şaşırmıştım. Ana caddeler öyle afililerdi ki… Ayrıca bal dök yala…  Lakin ara sokaklara daldığında pejmürdelikten neredeyim diye şaşırıyorsun.

              Dostlara sordum neden böyle diye… “İçi bizi dışı sizi yaksın diye” demişlerdi. “Bir tarafta sefahat diğer tarafta sefalet…”

              Bu iş nereye kadar? “Ya petrol bitecek ya da tıkınmaktan patlayıncaya kadar. Veyahut da Allah’a havale…”

             İşte orada durun dedim… Onlar çoktan Cenneti aralarında paylaştılar da… Oturak kavgasına bile başladılar.

             “Tövbe de zındık.”

              O dert onların bize ne? Biz kendi işimize bakalım…

              Nerede kalmıştık? Bisiklet yolunda idi galiba,

              Sayın Güler,

              Eveleyip gevelemeyelim. Allah sana makamın alasını vermiş. Ömrün hep makosen giyerek geçmiş. Allah gani, gani pullar da vermiş. Lüküs arabalardan inmemişsin. Bu dünyada tadacağın daha ne kaldı?

               Ben yazarken hicap çekiyorum. Değer mi? Kıyıda, köşedeki bir “yazar geçineni” sana laf yetiştiriyor.

               Bu kadar basit, bu kadar maliyetsiz bir şeyi neden yapmazsınız? Yol Tamiratı yapmak şanına mı yakışmıyor.

               Bana “adil ol” demek yakışmıyor… Sana da işitmek.

               Millet kaldur-kuldur yolda yürürken senin onlarca milyon lira verip bisiklet yolu yapman sizin “adil olmak” iddianıza ters değil mi?

              Gerçi,

              Zaten ortalık yerde ne iddia kaldı ne de kimlik diye bir şey… Hak, şeriat birbirine karıştı.

              Sayın Güler kusura bakma… Munzur ve hınzırım ya… “ Doğal gaz geçirilip öylesine kapatılan yolları tamir edenlere mi? Su patlağı, kanalizasyon tamiri için açılan yolların öylesine kapatanlara mı?  Söz geçiremiyorsunuz? Buraların arpalık olduğu dedikodularına pek ihtimal vermiyorum. Ama belediye ile kanka olmadıkları su götürür gibi geliyor bana…

               Rahmetli anam lafın fazlası “akl-ı evvele” söylenir derdi… Meramı uzatmak haddi aşmak, söylenene de saygısızlıktır. Size iftira atıldığını düşünmeden önce bir Ünye’yi dolaşın ve ondan sonra hükmünüzü verin. Hikmetinize razıyım.

               Şu anda Ahmet Kaya’yı dinliyorum.

                “Sende ihanet gülüm… Bende matem kalacak”

 

              

9 Aralık 2020 Çarşamba

KALİGULA'NIN ESİRLERİ

 

        


           

         Belgesel izlemesini çok severim. Gerçi, izlenecek başka da kanal kalmadı ya…

           Geçenlerde Roma imparatorluğunun üçüncü imparatoru Kaligula’nın hayatını konu alan bir belgesel izledim.

           Anladım ki…

           İnsan denen yaratığın huyları ha demeyle oluşmamış. Bugünün yaşam biçimleri, insanların karakterleri yüzyılların tortusu… Değişen araçlar olmuş. Böyle de gideceğe benzer.

           Kaligula’nın tahta çıkışını kaderin cilvesi diyelim.

           İlk önceleri Roma’yı gayet iyi yöneten Kaligula tahta iyice yerleştikten sonra azıtmış. Har vurup, harman savurmalar, hovardalıklar falan derken hazinenin dibini getirmiş.

           Çareyi (akıldanelerinin telkiniyle) geçmişten beri var olan ama uygulanmayan bir kanunda bulmuş.

           “Vatan Hainliği kanunu”.

           Bu kanun hükmüne göre; vatan hainliğinden mahkûm edilen birisi kellesini kaybettiği ile kalmaz tüm mal varlığı devlet tarafından müsadere edilip ailesi de darmadağın edilirmiş.

           Kaligula Roma’da kim “ imparator bugün biraz üzgün” dahi dese hain damgasını vurup, hemen mahkemeye çıkartıp, kellesini vurdurup, malına el koydurmuş. Belgeselin dediğine göre az-buz da değil, on bin civarında kişiyi bu şekilde öbür tarafa göndermiş.

           Kellesi vurulup malına el konulacak kişi de kalmayınca kara, kara düşünmeye başlamış. Üstelik halk nazarındaki itibarı iyice dibe vurmuş.

           Sonunda çareyi bulmuş;

           Demiş ki kendi kendine “eğer sefere çıkıp zaferler kazanırsam hem ganimetle dönerim hazinem dolar ve hem de halk nazarındaki itibarım tavan yapar.

            İngiltere’nin fethine karar vermiş. Lejyonerleri ile birlikte düşmüş yollara… Manş Denizi kıyısına varmışlar. Karşıya geçecekler ama deniz gemileri yok. Roma gemileri nehir gemisi, bu gemilerle karşıya geçmeye kalkmaları yarı yolda denizin dibini boylamak demek…

            Üstelik mevsim kış başlangıcı, Manş yutacak kurbanlar bekliyor.

            Israr etmiş ama nafile, Lejyonerler geçmemek için direnmişler. Komutanlara “ iki Lejyon Birliğini  (alışmış ya) kılıçtan geçirip öbürlerinin gözünü korkutun.”

            Komutanlar “İmparatorum bunlar birbirlerini tutarlar, eğer böyle bir şey yaparsanız sizin kelleniz gider. Sakın tevessül etmeyin.” Dediklerinde çaresiz vazgeçer.

            Manş’ı geçecek gemi yok. Geri dönse millet kendisi ile alay edecek. Yerlerde sürünen itibar daha da rezil rüsva olacak. Üstelik seferin masrafları da cabası…

            Ama Kaligula bu… Onda çareler tükenir mi?

            Sonunda Lejyonerleri içtimaya dizip aralarından İngilizlere benzeyenleri ayırmış. Ayırdıklarının Lejyoner kıyafetlerini çıkarttırıp esir kıyafetleri giydirmiş.

            Sonra,

             Ayaklarına zincirler vurup Roma yollarına koyulmuşlar. Esir Lejyonerleri bin altı yüz kilometre yürüttükten sonra Roma’ya muzaffer İmparator edasıyla şaşaalı şekilde girmişler. Olmayan savaşın, olmayan zaferini günlerce kutlamışlar.

            Şimdi diyeceksiniz ki… Kıssadan hissen ne?

            Dostlar,

            Benim ne haddime… Ben Hazreti Mevlana değilim ki kulağınıza küpe takayım.

            Kaligula’ya Roma Halkının yüzde kaçı inanmış diye merak edenlere;

            Malum olduğu üzere o devirde ne Roma İstatistik Enstitüsü, ne sivil istatistik şirketleri ne de öyle-böyle medya vardı. Bu konuda size malumat veremediğim için üzgünüm.

            Lakin…

            Emin olduğum bir şey var ve bana kesinlikle inanabilirsiniz…

            “Roma Halkının tamamının inanmış göründükleri muhakkak. Yoksa günlerce Kaligula’nın zaferini kutlarlar-mıydılar?”

            Sonunda Kaligula’ya ne olmuş diye merak ediyorsunuz?

            İşte burada size iki nasihatim var,

            Birincisi fazla merak iyi değildir. İkincisi ise “insanın başına ne gelirse en yakınından gelir.”

            Not düşelim: Rivayet odur ki bu atasözü Romalılardan miras kalma.

     

           

 

29 Ekim 2020 Perşembe

İtina İle Sadaka Dağıtılır…


                                         
Vaktiyle…
Ümmet Kandoğan diye bir Kaymakam vardı. Önce görgü ve bilgisi artsın diye Ünye Esnafını Konya, Kütahya gezdirdi.
Sonra,
Baktı ki bunlar adam olmayacaklar,
Bari içlerinden bazılarına faydam dokunsun dedi. Bayramda, seyranda gariban, fukara öğrencileri elbiseci tanıdıktan giyindirirdi.
Daha sonra,
Tarihe belge bırakayım diye garibanları ip gibi hizaya dizer bayramlık fotoğraflar çektirirdi. Çok da fotojenikti. Çocuklardan daha yakışıklı çıkardı hazret. Ciddi olmayı beceremez, hep ağzı kulaklarında olurdu.
Fakat…
Her ne hikmetse hazretin bu güzel alışkanlığı gelenek oluşturamadı. Bundan sonra da oluşturması mümkün değil.
Çünkü Corona buna katiyetle izin vermez. Ne olur, ne olmaz garibanlardan biri Corona ile ahbapsa?
Bugünküler inşaata merak sardılar. Otur, kalk her sene Hükümet binasına bir şeyler yapıyorlar. Orasını, burasını söküp yeniden tamir ediyorlar.
Zamanında bir komşumuz vardı. İyi de kasaptı, ete yağı bol koyardı. Her yıl evini tamir ederken;
Komşuları “gene yağı bolartmışsın, sürecek daha neren kaldı?” Diye takılırlardı.
Ama ne yapsın Muhterem,
Daha geldiğinde sevememişti Hükümet Binasını… Binayı yerinden çok hoplatmak istedi ama…
Lakin…
Dibi delik sıkı para politikaları buna izin vermedi. O da böyle oyalanıp kendini avutuyor işte. Her işi becerdi de şu Hacı Emin’in pisliği ile trafiğini bir türlü halledemedi.
Neyse,
Kol kırılır yen içinde kalır hesabı fazla açık vermeyelim. O cadde Büyük şehre bağlı.
Biz garibanlara deniz sefasını da çok görürler. Esnafa Corona var diye olmadık eziyetler yapan devlet-i muazzama iş sandal sefasına gelince Corona ile ateşkes imzalıyor.
Devir komploculuk devri… Bu işte bir iş mi var acaba?
Dünyaya diz çöktürmüş devlet-i muazzamımız neden corona ile gizli ilişkiler içerisine girsin ki? Benimkisi de münafıklık.
Zaten Lale Devrine gireli çok oldu da geçiyor bile. Ne idi o günler…
Ünye’nin bir ucundan diğerine masalar donatılırdı. Masaya oturmayanı mimlerler… Çanağa kaşık sallamayanı döverler… Yarısını ziyan etmeyeni de iman etmişten saymazlardı.
Sonra çil, çil paracıklar bitti ama huy gitmedi.
En azından,
Masa kuramasak bile her sokak başına ekmek poşetlerinden asıldı, ahı gitmiş vahı kalmış al-i başkanın da bayramlık resmi tam orasına yapıştırıldı.
Her şey tamam da,
Çay poşetlerine asla izin verilmemeli. O Hazretlerin ve Reislerin hakkı. Ağa şeyinin üzerine asla ve katiyetle…
Ne yaparsın züğürtlük başa bela,
Arada bir Ünye’nin bir ucundan diğerine Gondol sefası ile idare ediyoruz. Ona da şükür. O da olmasa idi?
Biz de kafayı sıyırdık. Evde tıkılı kala, kala aha böyle ıvır zıvır yazılarla uğraşıyoruz. Ivır 
zıvırların ıvır zıvır yazarı olduk.
Neylersin… Kader!

24 Ekim 2020 Cumartesi

Millet Bilinci Oluşmasında Ermenistan’ın Azerbaycan’a Katkısı (Dostum Rafiq Quliyev’in anısına)



1990 yılının Nisan ayı. Serin bir Bakü öğleninde Şehitler Hıyabanını ziyaretimiz esnasında Milli İstiklal Partisi başkanı İtibar Memmedov ile tanıştım. Bir gün sonrasına randevu aldım. O sırada yanımızda bulunan kısa boylu, kara kuru bir adam ikide bir bana fısıltı ile “Türkler bizi sattı.”
Deyip durdu.
Nitekim bir gün sonra İtibar ile görüştüğümüzde ilk sözü “Türkler bizi iki kere sattı. Biri Atatürk, diğeri ise Özal…” Oldu.
Ben de “Özal’ı bilmem ama kurtuluş savaşında her ülke kendi derdine düşmüştü. Siz de kendi mücadelenizi vermeniz lazımdı.” Deyince ipler koptu. Hırsla ayağa kalktı “görüşme bitmiştir” dedi.
Yanındaki Kara kuru adam sonradan Savunma Bakanı olan Rahim Gaziyev idi. Elçibey zamanında vatana ihanetten hapse atılmış, önce idama sonra müebbede mahkûm olmuştu. 2005 yılında da affedildi. 2020 Haziran ayında yeniden tutuklandı.
1992 yılında Azerbaycan’a gittiğimde misafiri olduğum arkadaşım bir akşam eve morali bozuk bir şekilde gelince nedenini sordum. “Cebrail’i savunmak üzere asker talebi için savunma bakanına gittiklerini ama bakanın kendilerine paralı Rus askerlerini tutmalarını tavsiye ettiğini söyledi.”
Çok şaşırdım. Biz böyle şeylere alışık değildik.
2003 yılı… Yine Azerbaycan yollarındayım. İran ile Azerbaycan arasındaki Astara Gümrük kapısında bir Azeri rütbeli askeri ile sohbetimde suratındaki on günlük sakalı göstererek “sen ne biçim askersin?” Dedim. Gülerek“sakalla askerliğin ne alakası var” dedi. Sonra devam etti “sizin komutan beni görse çok kızar, hiç affetmez.”
1992 yılına dönelim;
Arkadaşım Rafig’e “ bizde bir söz vardır, her şerde bir hayır vardır.” Deriz. Ermenilerle olan bu savaşınız ve kayıplarınız sizde “MİLLET” olmak bilincini geliştirecek. Biz bile neredeyse yüz yıldır bunun için uğraşıyoruz.” Dediğimde bana çok kızdı. Misafiri olmama şükür ettim.
Azerbaycan bir zamanlar böyle idi. Her ne kadar Azerbaycan Türkleri bizden önce cumhuriyetlerini kursalar da… Bizim gibi köklü tarihi geçmişi olmayan küçük sultanlıklar şeklinde yaşamış, ordusu olmayan, harp sanatını bilmeyen ve sanki petrole bekçilik yapsın diye kurulmuş bir (Sovyet) devleti idi.
O yıllarda millet, devlet bilinci ve kültürü olmamış bir milletin bu seviyeye gelmesi kolay olmadı. Bu her milletin ve devletin harcı değildir. Güneyimizdeki devletlere bir bakalım hele…
Yaklaşık otuz yıl içerisinde millet bilinci ve devlet geleneği oluşturmak, hele ordu kurup kültür ve geleneğini oluşturmak için millet ve devletinin sağlam iradesi gereklidir.
Kısaca;
90’lı yıllarda bizim için neden savaşmıyorsunuz diye bize kızan, adeta ihanetle suçlayıp sanki yenilginin bütün suçlarını başkalarına yıkan zihniyetten; bu günün ne istediğini ve ne yaptığını bilen Azerbaycan’a gelmek elbette çok kolay olmamıştır. Hedefini bilen, bu hedefine nasıl ulaşması gerektiğini çok iyi hesaplayan ve bunun içinde azim ve sabırla çalışan bir Azerbaycan var karşımızda. Bu motivasyonun kaynağı ne idi?
İşte, burada başlık sorusuna geliyoruz.
“Ermenistan’ın milli bilincin oluşmasındaki katkısı ne kadar? Bunu uzun, uzun anlatmaktansa isterseniz soruyu tersten sorarak fikir jimnastiği yapalım.
“Ermenistan bu haltı yemese idi Azerbaycan bu seviyede olabilir miydi?” Ermenistan’ın bu ahlaksızlığı olmasa ve Azerbaycan topraklarını işgal etmese idi Azerbaycan bu denli milli birlik içerisinde olup, ordusu bu denli güçlü ve eğitimli olur muydu?
Bunu biraz düşünelim isterseniz.
Rafiq aziz dostum;
“Senin konağınken bana çok kızdın. Ama yıllar sonra da olsa galiba ben haklı çıktım. Şu anda sevinçliyim. Ama bir o kadar da üzgünüm. Cebrail’in düşmandan geri alındığını keşke görebilseydin.” Bir gün Allah nasip eder de… Cebrail’e gidersem senin selamını götüreceğim

EL CHAPO ve FİLİSTİN

  Joaguin Guzman – namı diğer El CHAPO – Meksikalı, dünyanın en büyük eroin kaçakçısı. Çocukluğu fukaralıkla geçmiş, babadan şefkat görmem...