Kalemi kırmışlar bir kere...
Temyiz etmenin ne kârı var.
Hükmünü erteleme kadı...
Ruhuma zulmün ne kârı var.
ASADDAKİ ADAM ARASADDAKİ ADAM ARASAD
Joaguin
Guzman – namı diğer El CHAPO – Meksikalı, dünyanın en büyük eroin kaçakçısı.
Çocukluğu
fukaralıkla geçmiş, babadan şefkat görmemiş, bu işe haşhaş tarlalarında
çalışarak başlamış. 1980’den son kez yakalanıp ve ABD’de ömür boyu hapse mahkûm
edildiği 2016 yılına kadar işinin zirvesine çıkmış her tarafı kana bulanmış,
acıma bilmez birisi.
NetFlix’de
ilgimi çeken dizisini seyretmeye başlayana kadar sadece duymuşluğum vardı.
Dizinin beni cezbeden tarafı adamın yaptıkları ya da kişiliğinden çok – büyük
bir kısmı gerçek olaylardan esinlenerek yazılan senaryonun – Meksika Hükümeti
ile olan ilişkileriydi.
Dolayısıyla,
Diziyi
hep bir yerlerden bildik geliyormuşçasına, tebessümle izliyorum.
Burada
uzun-uzun bu konuyu anlatacak değilim. Konum da bu değil zaten...
Bana
ilginç gelen El CHAPO’nun kişiliğinin ana damarı...
Elbette
zatın örnek alınacak bir tarafı yok. Adamda her melanet var. Dünya için zararlı
da birisi.
Öyleyse
yazıma konu olacak kadar ilgimi neden çekti bu zat?
Daha
henüz çocuk yaşta ve haşhaş tarlalarında çalışırken babasına “senin gibi marabalık
yapıp buralarda sürünmeyeceğim, bir gün Meksika’nın en büyüğü olacağım” diyor.
Hedefi
belli, gideceği yol belli… Bütün planlarını bunun üzerine kuruyor. Bazen altta
kalıyor, bazen de üste çıkıyor. Ama hedef tek ve kararlı adımlarla ilerliyor.
Sonunda
başarıyor da…
Yine
adamları ile bir toplantıda “ şimdi dünyanın en büyüğü olacağım” diyor.
…Ve
bunu da başarıyor.
İki
ileri bir geri, bazen altta kalıyor bazen üste çıkıyor ama hedef yine tek ve
kararlı. Bu da yetmiyor, Meksika’yı ben idare edeceğim diyor. İşte o zaman güme
gidiyor. Demek ki,haddini bileceksin.
Dizinin
yazıma konu olan kısmı burası…
Kendine
hedef koyuyor ve hiç sapmadan kararlılıkla ilerliyor.
Dedim
ya,
Geri
kalan aksiyon ve beni gülümseten, bir yerlerden tanıdık gelen olaylar.
Geçenlerde
Taha Akyol’un Karar’daki yazısında okumuştum. Almanya’da roman ödülü kazanan
Filistinli yazar Adanya Şibli’nin yüksek öğrenimini 1918 yılında Kudüs’de
Yahudiler tarafından kurulan İbrani Üniversitesinde(Hebrew Üniversity)
gördüğünü yazdı.
Yani
İsrail devleti kurulmadan yaklaşık otuz yıl önce kurulmuş bu üniversite.
Sonrası
malum,
Kuruluş
aşaması ve savaşlar… Adım-adım genişleyen ve teknolojisiyle, ekonomisiyle,
siyasal gücü ile ağırlığını artıran bir İsrail.
Hedef
belli, gidilecek, izlenecek yol belli… Geri kalan emin adımlarla, sabırla yol
almak. Farklı usuller ve politikalar uygulanabilir. İdeoloji temelli de
olabilir. Ama hedef yine aynı…
Özellikle,
Devletlerin
kuruluş aşamasında oluşturulan manifestolar ideolojik temelli ise; Gün gelip bu
ideolojilerin hükmü bilimsel olarak ortadan katlığında devletin kuruluş amacı
da sorgulanır hale gelir.
Hele
de,
İdeolojilerin
yanı sıra bir de idoller yaratılmışsa ve bu idoller “sebep” haline
getirilmişse… Devletin temelinde bir sıkıntı var demektir.
Bu
iki yönden tehlikelidir. Birincisi idoller üzerinden toplum baskı altında
tutulur. Toplumun refahı ve gelişmişliği yerine devletin devamlılığı esas
alınır. Bununla her yönü ile gelişmişlik sağlanamaz. Zaten gelişmişliğin
sağlanması da istenmez. İstenir ki idare edilebilir, güdülebilir, muhtaç bir
toplum olarak idoller üzerinden yönetilen ve böyle yaşatılmaya çalışılan bir devlet
olsun.
İkincisi,
her yönü ile- özellikle ekonomide- geri kalmış devletlerin içerisinde gayrı
memnunlar çoğunlukta olacaktır. Huzurlu olamayan bir toplumda muhalefet
hareketleri karşı idoller üzerinden olur.
Devletin
yanlış tutumları ve başarısızlığı devletin kutsadığı idollere yıkılır.
Dolayısıyla karşıt idoller yaratılır ve bunlar üzerinden iktidar ele
geçirilmeye çalışılır.
Bundan
dolayıdır ki; bizde her parti lideri kurtarıcıdır. İdeolojiler ve kurtarıcılar
bilimselliğin ve gerçek sorunların önüne geçer. Sorunlar ve çözüm yolları
tartışılacağına ideolojiler ve kurtarıcılar tartışılır.
Ha
sahi… Filistin bu yazının neresinde? Onu da siz bulun. İster ideolojinize,
isterseniz kurtarıcınıza sorun. Bu da benim bilmecem olsun!..
Onunla ilk kez 2008
yılında telefonda tanıştım. Bir Azeri tv kanalında ses yarışmasında jüri
üyesiydi. Biz de ailece her hafta merakla izlerdik.
Ağırbaşlı
bir programın ağırbaşlı üyesiydi. Şakaları bile ciddi idi. Mektup yazdım.
Kendimi tanıttım. Aradan bir ay kadar geçtikten sonra bir akşamüzeri ev
telefonum çaldı. Böylece uzun soluklu dostluğumuz başlamış oldu.
Azerbaycan televizyon kanallarında sanat ve
magazin programlarında sık görünürdü. Genelde programdan önce bana mail
gönderir haber verirdi. Ben de programdan sonra tebrik eder ve eğer varsa ufak
eleştirilerde bulunurdum. Bu onu memnun ederdi.
Programın
birinde “men 12 iyulda anadan doğmuşum” dedi. Telefon ettim, “Ruhangiz Hanım
men de 12 İyul’da doğmuşum.” Deyince “neçe saatte doğdun?” Diye sordu. Seher
dört buçuk saatlerinde deyince “men senden küçüğüm. Men saat on barelerinde
doğmuşum” diye latife yaptı.
Latife
yapmayı severdi. İnce nükteleri vardı.
Genelde
ayda bir iki kere telefonlaşırdık. Dini bayramlarımızda arar, kutlardı. Ülke
içindeki önemli olaylardan sonra geçmiş olsun telefonu ederdi. Galibiyetimizle
sonuçlanan önemli bir milli maçımızdan hemen sonra gecenin bir vaktinde eşi ile
beraber araması beni ziyadesi ile beni memnun etmişti.
Onunla
iki kez karşılaştık. Birincisi sanat jübilesine davet etmişti. O gece ile
alakalı sahnede konuşma fırsatı verdi. Salonun dolu olması beni hem şaşırtmış
ve hem de gururlandırmıştı. Devlet televizyonu naklen yayın yapmıştı. İkinci
görüşmemiz ise bir arkadaşımın cenazesine gittiğimde kendisini ziyaret
etmiştim.
Bir
12 Temmuz sabahı telefon etti. Sabah saat dokuz suları idi. “Hayırdır Ruhangiz
Hanım vaziyet pis değildir inşallah” dedim. Gülerek, “ad günümüz mübarek, Allah
can sağlığı, uzun ömür versin.” Dedi.
Ama
benim aramam lazımdı, siz benim büyüğümsünüz dediğim de kim demiş? Men senden
beş saat daha küçüğüm dedi.
O yıldan sonra her 12 Temmuz sabahı beni arar beraberce
yaş günümüzü kutlardık.
Yine
bir sabah telefon etti. 12 Temmuz falan değil ama hayırdır dedim. “Sen dünyaya
kaç kere geldin? Diye sordu. O gün 23 Kasım’dı. Face’de yaş günümü kutlayanları
görmüş. Rahmetli babam beni nüfusa o tarihte yazdırmıştı. Eskiden olurdu böyle
şeyler. Şakalaştık.
9
Ekim 2022,
O
gün acı haberini aldığımda duyduğum hüznü tarif etmem mümkün değil.
Eşinin
vefatından sonra eski neşesi kalmamıştı. Hayat dolu bir yaşamdan durgun, hüzünlü
bir yaşama geçmişti.
Ben
çoğunlukla yaş günlerimi hatırlamam. Bana mutlaka birileri hatırlatır. Bu yıla
kadar Ruhangiz Hanım bu işi üstlenmişti.
Bu
yıl öksüz kaldım. Daha doğrusu 12 Temmuz günümüz öksüz kaldı.
Sabah
telefonum çalmadı. Ben de ad günümü hatırlamadım.
Öğleden
sonra eşim aradı. Mumu pastaya mı dikeyim yoksa pilava mı? Ben de şaşırdım. Yaş
günüm olduğunu hatırlamamıştım.
Ya…
Ruhangiz Hanım yaşasa idi sana sabahın seher vaktinde hatırlatırdı. Dedi.
Hanım
mumu pastaya dik, ama bir mum fazla olsun. Ruhangiz Hanımı unutmayalım. İkimizde
hüzünlendik.
“Ad
günümüz mübareq Ruhangiz Hanım… Ad günümüz mübareq.
Otuz, kırk yılda bir tekrarlanır bu heves.
Siyasetçinin biri il olmakla alakalı bir şeyler atar ortaya…
Hurra bütün millet günlerce bunu konuşur.
Olunacaksa biz olmalıyız kabilinden yetkiyi ve etkiyi kimseciklere bırakmazlar.
Kimisi aşkla sarılır bu işe, kimisi ise menfaat tezgâhı kurar.
Hakkıdırlar da… Memlekette konuşma
özgürlüğünün yanında, talep etmek de haktır.
Yazımın
başlığını “Ünye İl olmak ister mi?” koyayım dedim bir ara.
Sonra
dedim ki kim kendisine ikramiye çıkmasını istemez ki! Tabii haram-helal
durumunda olanlar hariç.
Haram-helal
konusunu açıp bu konuda da Allah’ı işin içine katacak halimiz yok.
Ancak,
Sorsak-sorsak
“Ünye İl olmayı hak ediyor mu?” Sorusunu sorabiliriz. “Önemli olan Nas’dır.” Diye
gaipten bir ses duyarsak şaşırmam.
Yazımın
başlığı bu soru olsa ne olurdu? Cümle alem beni kınar, insan içine çıkamazdım.
Bu da işime gelmezdi. Evde hanımla papaz olmamın bir âlemi de yok.
Hiç
kimse kendisini padişahın kızından aşağı görmez. Böyle bir iddiayı aklımın
ucundan dahi geçirmem demek aklımı peynir ekmekle yemek demektir.
Lakin…
Kıyısından,
köşesinden avanak yerine konulup desteksiz atmaları dinlemek zorunda kalınca,
insanın zoruna gitmiyor da değil hani… At martini Debreli Hasan dağlar inlesin.
Diyesi geliyor bazen insanın.
Bir
şehir il neden yapılır? Ya da il olmanın şartları nelerdir? Önce bu sorudan
başlayalım isterseniz.
Vaktiyle,
ANAP
zamanında Özal beldeleri ilçe olmak konusunda yarıştırmıştı. Özelde yani Ünye
özelinde Milletvekili Şükrü Yürür Tekkiraz, Çaybaşı ve İkizce-ye seçim meydanlarında
“verin oyları alın ilçeliği” dedi.
Nitekim
Çaybaşı ve İkizce oyların çoğunu ANAP’a verdi. İlçeliği kaptı. Tekkiraz ise
“vermem de almam da” dedi. Bu konuda yayan kaldı. Malum şimdi mahalleden öte
bir yer değil.
Oylarını
neden vermediler? Elbette cevabını çok net olarak biz Ünyeliler ve dolayısıyla
Tekkirazlılar biliyorlar. Ben işin felsefesinde olduğum için siyasete
girmeyeceğim.
Çaybaşı
asıllı olduğumdan gayet iyi biliyorum. O zamanlar Çaybaşı belediye başkanlığı
Sol partinin elinde idi. Belediye başkanı ilçe olmak uğruna ANAP’a herkesten
fazla çalıştı. Aklın yolu bir dedi. İkizce de muhtemelen öyle yaptı.
Çaybaşılılar
neden böyle davrandılar? Bu al gülüm ver gülüm işi basit bir alışveriş gibi
görünse de… Aslında Çaybaşı’nın sosyal yapısından kaynaklanmakta idi…
Bu
arada,
Eğer
hak merkezli bir tercih olması gerekseydi öncelikle Tekkirazın hakkı idi. Çünkü
Çaybaşı’nın mazisi taş çatlasın 40’lı yıllara dayanır. Ama Tekkiraz öyle mi?
Şimdi
meraktan çatlıyorsunuzdur. Öyleyse Tekkiraz neden ilçe yapılmadı? Azacık
kıyısından dokundurayım. “Tekkiraz iki paralık nefise meze yapıldı.” Ne demek
istediğimi arif olan anlar deyip geçelim. Ama şunu söylemeden de edemeyeceğim “mezelik
hali vardı.”
Konuyu
geçelim geçmesine de bundan bir netice çıkaralım. “Bir yerleşke şehir ve çekim
alanı olacaksa her yönüyle gelişmiş olmalı.” Kaldı ki, hele il olacaksa bunun
katmerlisi olmalı.
Her
yön nedir? Bunu uzun-uzun anlatacak değilim. Zamanında Sancak olmuş olmamızın
il olmak konusunda hiçbir kıymeti har-biyesi yok. Sancak olmamız bize ne
kazandırmıştı sorusunu sormak ve günümüze kalan tortuları nelerdir diye bakmak
gerekir?
Bize
neler bıraktı?
Mesela
öteden beri eğitime olan alaka… Sosyal hayattaki çeşitlilik… Ticarette, sosyal
faaliyette, insani ilişkilerde hep çekim alanıydık. Bunlar vaktiyle Ünye’nin
canlı ve yaşanılabilir bir şehir olduğunu gösterir. Belki de… Öyle olduğu için
Sancak yapılmıştı. Kim bilir?
Buna
canlı örneklemelerde yapabilirim. Ama bunları zaten herkes görüyor. Tekrarlamanın
gereği yok.
Daha (galiba) 1933 yılında Ünye’yi anlatmak
için yayınlanan bir kitabın arka kapağındaki reklâmda (bağışlasın yazarın adını
unuttum) dükkânın kapısında poz vermiş bir berber- ki fotoğraf Hükümet
caddesinde Yapı Kredinin karşısını gösteriyor- “bayanlara itina ile manikür ve
pedikür yapılır” yazıyordu. Gerisini varın siz düşünün.
Geçen
günlerde Face’de paylaştığım duvar yazısına “mahallemin delikanlısı” cevap
vermiş.
Ben
de buradan cevabına cevap yetiştirip noktamı koyayım.
Demiştim
ki “tarihi belediye sineması ile kültür merkezini yıkıp AVM yapan zihniyetin il
olmaya hakkı yoktur.”
Cevap
vermiş “Bir kişinin hatasını topluma yükleyemezsin”
Buradan
muhtereme sorum şu “biz toplum-muyuz topluluk mu? Şehir miyiz yoksa kasaba mı?
Hadi
kıyamadım kopya vereyim; Şehirler kültürleri ve yaşam anlayışları ile kendi
kendilerini yönetirler. Çobanların hükmü sınırlıdır. Hele dışarıdan “hemşeri”
kurtarıcılar hiç aramazlar. Bir şehir ne kadar her yönü ile canlı ise o şehir
çekim alanıdır. İl ise bunun siyasi getirisidir.
İl
olmanın şatları nelerdir? Demiştik değil mi? Ha sahi il olmanın şartları nelerdir?
Kaymakamın gidip valinin gelmesi-midir?
Yıl galiba 1974 Haziran başları...
Fakülte ikinci sınıftayım. Okulun Ülkü Ocakları başkanı Süleyman abi ile
fakültenin kapısında karşılaştım.
Kendisi Elazığlı idi… Yaşıyorsa Allah uzun
ömür versin. Rahmetli olmuşsa…Mekânı Cennet olsun.
…Selamlaştık.
- Yakup nihayet mezun oldum. Allah sizi
de kurtarsın.
Biz o yıllarda güle oynaya
okuyamazdık. Bir yanda geçim sıkıntısı diğer yanda anarşi almış başını gidiyor.
Onun sıkıntısı diğer yanda. Onun içindir ki okulu bitirmeyi hep bir sıkıntıdan
kurtulmak olarak algılardık.
- Tebrik ederim abi…Darısı bizim
başımıza.
Birkaç dakika sıradan
sohbetten sonra…
- Abi bana ne tavsiye edersin.
(Kişiliğine değer verdiklerimden, mesleği konusunda uzmanlığından emin
olduklarımdan nasihat/tavsiye almayı kendime vazife bilirdim…Hala daha öyleyimdir.)
- Yakup… Anneniz, babanız sizi okuyasınız,
ekmeğinizi kazanısınız ve bu vatana daha iyi hizmet edesiniz diye canla-başla
çalışıp size para gönderiyor. Öncelikle bunu hak edip, emeklerini boşa
çıkarmayın. Okulu bir an önce bitirmeye bak.
Bu vatana cahil bir
Ülkücüden okumuş bir Ülkücü… Ölü bir Ülkücüden sağ bir Ülkücü daha çok hizmet
eder. Okumuş, sağ bir ülkücü olarak okulunu bitir memleketine git. Orada
memleketine ve ülkene hizmet ederek davana daha çok hizmet etmiş olursun. Merak
etme…Bu ülkeyi kimse bölemez. Bu ülke çoraklaşıp cahil kalırsa o zaman bölünür.
Burada sonuç deyip vaaz
etmeyeceğim…
Bu sadece bir anı paylaşımı… Almak
istedikleriniz varsa onu da siz bilirsiniz!
Bu göz neler
gördü… Derdi rahmetli Atam.
İnsan çok şey
görüyor da… Anlamak için epeyce bir zaman geçmesi gerekiyor.
Hala anlam
veremediğim olayların başında SSCB’nin küt diye gitmesi gelir. Koskoca imparatorluk
“hümanist” bir muhteremin gayretleri ile tarihe karıştı. Lenin’i bilmem ama
Stalin eminim mezarında ters dönmüştür.
…Ve biz de yuttuk. Dünya bağrına bastı
hümanist muhteremi. Halbuki sormadı ki koskoca Komünist Partisini ve Kızıl
orduyu nasıl ikna etti? Ondan önce bu kurumlara “doğuştan” komünist diye
nasıl yutturdular da POLİT Büro üyesi yaptılar? Moskova’da kızıl meydana kaçak
inen pırpırın ardından Savunma Bakanı dahil 21 kişinin gafletten mahpusa
tıkılmasından hele hepsinin de bu işe muhalif olduğundan haberimiz yoktur.
Binlerin Berlin
Duvarını parça pürçek etmesini hayranlıkla seyrettik. Halk istedi biz de yerine
getirdik. Yok ya…Dersek adımız komplocuya çıkar.
Ya Azerbaycan’da Azatlık Meydanında toplanan
yüzbinlere ne demeli? Birdenbire halk galeyana geldi… Özgürlük aşkıyla yanıp
tutuştu. Elçibey denilen bir kahraman milyonları örgütledi. Ama ne hikmetse
devlet başkanlığında iki yıl bile kalamadı. Baba Haydar Aliyev kurtarıcı olarak
imdada yetişti. 21 yıllık KGB başkanı kadroları ile tam tekmil hazırdı. Elçibey
Aliyev ile danışıklı mı idi? Benim komploculuğum ortada bir şeylerin döndüğünü
sezecek derecede… Lakin gel de ispatla!
Gorbaçov’un
son demleri… Sovyet anneleri mitingler düzenler. “Oğullarımız askerliği kendi
ülkelerinde yapsınlar.” Masum bir istek.
Analar istiyorlar ki oğullar binlerce km uzakta askerlik yapmasınlar. Politbüro
hemen kabul etti. “Her cumhuriyetin evladı kendi ülkelerinde askerlik
yapacaklar.” Hümanist bir istek gibi görünen bu durum aslında Kızıl Ordunun tasfiyesi
anlamına geliyordu. Kızıl Ordu devletlerin milli ordusu haline getiriliyordu.
Daha başka
şeyler… Nasıl oldu da koskoca Komünist rejim yağdan kıl çeker gibi tasfiye
edildi? Az bir şey değil. İdeoloji, menfaat, makam, alışkanlıklar tekmili
birden hepsi bir arada…Bir de dış dünyası var bu işin. Öyle ya… SSCB üzerinden
pozisyon belirleyen, menfaat temin eden devletlerin tekere çomak sokmaları işten bile değilken.
Geçenlerde Netflix’te 5 bölümlük bir
dizi seyrettim. Hikâye uzun… Gerçek olaylardan esinlenerek çekilmiş. Olaylar
1987 yılında Doğu Almanya’da geçiyor. Sosyalizme inanmış, canını oraya koyan
ajan dizinin sonunda ABD’nin Doğu Almanya’ya parasal yardım yaptığını
öğreniyor. Amaç Doğu Almanya’nın Batı Almanya karşısında güçlü olması ve Batı
Almanya’nın ABD’ye mecbur bırakılması. Dizi bu… Hayalleri kim engelleyebilir?
2002
yılında AKP’nin kazanması bana çok manidar gelir. Dokuz ay önce kurulan
kırkambar bir partinin %34 oy almasından öte… Kurtarıcı olarak iktidara
taşınması! Sanki millet onlarca yıl inim inim inliyordu. Gel de komplo
teorilerine itibar etme!
Ayrıca onlarca yılın merkez sağ partilerini
tasfiye et. Sanki buhar oldular. Gülen Cemaatine ne demeli?
Birdenbire
yurt içinde ve dışında yüzlerce okullar, dershaneler… Hadi parayı buldular
diyelim. Kadrolar nereden karşılandı? İşin tuhaf tarafı herkes saf ayağına
yattı/yatıyor. Altta kalanın canı çıksın. Benim asıl meraklandığım buna neden
ihtiyaç duyuldu. Tıpkı AKP gibi?
Giderayak,
Türkiye
neden yol geçen hanına döndü? Ensar falan… Geçin efendim. Suriye’yi boşaltmak
hangi aklın ürünü?
Ulu
dedem “evlat, efili kırk ayda öğrenenler bile bu hatayı yapmaz.” Derdi
rahmetli.
İsrail’e
bilmeden kıyak yapıldığı ortada. Nasıl yani? Suriye’de su var ova da var.
Oranın bekçiliğini yapacak maraba da var. Gaflet ve delalet de biz de var…
Aklıma gelmişken; “Kasım 2018’de ABD
Murat
Karayılan için (5 milyon dolar), Cemil Bayık için (4 milyon dolar) ve Duran
Kalkan için (3 milyon dolar) ödül verileceğini açıklamıştı. Yani ABD pkk’yı
Kandile hapsetmiş de haberimiz yokmuş.
Siz-siz
olun komplo teorilerine inanmayın ama komplo teorisiz de kalmayın…Her bıyıklıyı
da “emmi” zannetmeyin. Benden söylemesi.
Aslında bu
konunun beni ilgilendirmemesi lazım…
Ben ne Yalugaveliyim ne de Bayramcalu... Ama gelin görün ki, her sabah, akşam Yalugavesinden geçerken gözüm takılıyor.
“Hay gidi
çayır çimenler, ne de güzeller.”
Sizler çayır,
çimen gördüğünüzde şöyle yatıp yuvarlanasınız gelir. Ama benimkisi farklı…
Ben onları
görünce “hay maşallah, mallarım ne de güzel yayılırlar” diyorum.
Çocuk
yaşımdan itibaren gençliğimin her yazı Bayramcanın tepelerinde mal çobanlığı
ile geçti.
Zaten
Bayramca ile alakam buradan gelir.
Yoksa…
Bayramcanın nesine meftun olayım!
Geçen gün okuduğum bir yazıdan sonra öğrendim ki Yalugavesinin otları sahipleri gibi “bulunmaz nadirattanmış.”
Otların öyle bir özelliği varmış ki; Denizden esen ılık meltemin savurduğu kumların kaldırıma çıkmalarını engelleyip, Dünyaca ünlü “manyetik kumumuzun” helak olmasını önlüyormuş.
Allahın işine
bak,
“Ağzı dualı” olan Bayramcalular ama kıyak geçilen Yalugavelüler. Allahın hikmetinden sual sorulmaz deyip o taraflara fazla bulaşmayalım. Belki de tebdil-i kıyafetliler Yalugavesinde cirit atıyorlardır. Kim bilir?
Ama…
Hikmetli
otlar menfezden gelen hacet kokularını neden engelleyemediler?
Bir arkadaşıma konuyu açacak oldum, “ne zannediyorsun onların her şeyi misk-i amberdir” dedi. Cehaletimden utandım.
Neyse,
Ot işleri bir tarafa, bu kumsalın tapusu kime ait?
Soruyu pat diye sormuş olmam yazım kabiliyetsizliğimden ileri gelmiyor. Bu konuyu son aylarda gece gündüz fikirleşmemden ileri geliyor. Gına geldi, beni huzursuz eden bu soruyu pat diye ortaya döküverdim.
“Yalu
gavesinin kumları kimin?”
Vaktiyle,
Ünye bir avuçken ve Bayramca diye bir yer henüz çok uzaklarda iken “elbette” Yalugavesi yalugavelilerindi.
Ne
Yalugaveliler Bayramcaluları tanırdı, ne de Bayramcalular Yalugavelüleri…
Yalugavelüler sadece “hafta günleri” köylü pazarında önünde bakraçla duran bürüklü teyzemi gördüklerinde selamlaşırlardı. O kadar.
Ya şimdi?
Fazla felsefi
gamet yapmayayım. Bugünü varın siz düşünün.
Bu gidişle…
Yok edilen Belediye Sinemasını, üç kuruşluk menfaate meze edilen Pazar yerini, alelacele yıkılıp yerine sosyete inşaat yapılan Yunus Emre parkındaki lokantayı, Yunus Emre’nin kapitalizme yenik düşmesini, Tabakhane Deresine set çeken Atatürk Pakını ve daha nicelerini görmezden gelirsen…
“AHA ÖLE KUMSALA MAHKÛM OLUR ÇER-ÇOMAK OYNAR, OYUNCAĞI ELİNDEN ALINMIŞ UŞAKLAR GİBİ AĞLAR… BUGÜNLERİ MUMLA ARARSIN.”
Not: Bir
şehirde KÜLTÜR MERKEZİ yapalım mı diye toplantı düzenleyen zihniyete bu yaşıma
geldim
Uzun zamandır yazmıyorum,
Çok şükür (yaş itibarıyla) ufak tefek
şikâyetlerim olsa bile, elim ayağım tutuyor.
Lakin…
Hevesim kaçtı. Olur, böyle şeyler… Yaş
dönümü dedi hanım.
Yaş dönümümü yoksa başka şeyden mi?
Kestiremiyorum. Var bir şeyler.
Belki de memleket ahvali. Bu da geçer
derdi rahmetli babam. Bunu diyecek mecal de kalmadı dersem abartmış mı olurum?
Bu satırları yazarken dudaklarımda
pelesenk oldu “paslanmışım yahu.”
Aslında,
Gaza geldiğim, hasretle kaleme
sarıldığım anlarım olmadı değil. Çaptan düşmüş “gocamanlar” gibi üç satır sonra
nefesimin kesildiğini, hevesimin kaçtığını hissettim.
Yoksa…
Bu hayattan elini ayağını çekmek mi?
Belki de… Biraz da memleket ahvali mi sürükledi beni buralara? Ağaların
kavgalarını ümitsizce seyreden maraba gibi hissediyorum kendimi. Kim kazanırsa
kazansın benim kaderim yine aynı olacak… Gibi geliyor bana.
Ya da,
Her yönüyle hızla değişen dünyamıza
ayak uyduramamak mı? Çevremde birer, ikişer terk-i dünya eden yaşıtlarımın
hüznü olabilir mi? İsterseniz, hepsi birden diyelim.
Nihayetinde insanız. Her ne kadar
gerçeği kabullenmek gibi bir huyumuz olsa bile…
Beni çaresizlik içerisinde kıvrandıran,
Yaşımın kemale ermesi değil. Dünyamızın
bu denli gemi azıya alıp hızla girdaba sürüklenmesi…
Belki de yeni bir dünya kuruluyor, bizim
gibi miadı dolmuşların son kullanım tarihleri doluyor.
Geçen akşam,
Küçük mahdumum anası ile beni “sohbet
programına”- İngilizcesi talk Show’muş- davet etti.
Huyumuz ya,
Kendi kendimle “fikirleştim.”
Yıllar sonra 150 binlik Ünye’de bir
okulun -kendine yeter- salonunda böyle bir gösteriye ancak gidebiliyoruz. Kendime
haksızlık etmeyeyim, var mı ki gideceğim. Gel de hüzünlenme. Bu konuda sayfalar
dolusu yazabilirim.
Dedim ya,
Ağır-aksak olmaya başladık, meramımı
anlatırken satırların ortasında vazgeçebilirim, nefesim kesilebilir.
Emeklerimin boşa çıkmasına yanarım. Meramımı, neyi işaret etmek istediğimi
anlayan birileri bulunur zahir.
Ondan öte,
Beni asıl dala budağa sardıran
dünyamızın nerelere doğru evirildiği.
Programın formatı gereği eşlerin sırlarını
ifşa etmeleri bölümü vardı. Sanki şu günümüz dünyasında gizli kalan bir şeyler
varmış gibi… Hele de on yıl önce yazılan iki satırın bedelinin ödettirildiği
bir devirde. “Gogıl amaca” ne güne duruyor.
Eş ( kadın ya da erkek)diyor ki,
“Kocam( veya karım) uyuduğunda gizlice
telefonlarını kontrol ediyorum. Kime ne yazmış, kimden ne mesaj almış vs.” Daha
başka şeyler… Kıkırdayarak, gayet rahat… Ballandıra ballandıra. Belli ki
tıklatma rekorlarının müptelası. Vaka-i adi-yedenmiş gibi… Hem de üstelik eşi
yanında iken anlatıyor.
Belki de,
Bu “Talk Show’un” bir parçasıdır. Kim
bilir? Devir “caz” devri… Okus-pokus devri de diyebilirsiniz…
Bunları gördükten sonra,
Şah ne ki!.. Ona katlanmak tansiyonumu
bir milim bile kıpırdatmaz. Onunla karşılıklı beştaş bile oynarım.
Anlaşılan o ki,
Galiba ne bu dünya ne de ben artık birbirimizin
kahrını çekemeyiz gibi geliyor bana…
Ne yapalım yani... Her şeye rağmen
yaşamak yine de güzel.
Rahmetli atamın yaşıtı Sucu Tahsin’e
söylediği gibi “Öyle deme Lan Tahsin daha ne günler göreceyük.”
Ünye’m… Ünye’m… Güzel Ünye’m…
Söyle bana bisiklet yolun ne zaman
bitecek? Sabırsızlıkla bekliyorum. Bisikletimle yollarında kuşlar gibi
uçacağım.
Önce denizi doldurup, pejmürde
Atatürk parkını ihya edip, Bayramcalıların hizmetine açtılar.
Öyle ya,
“Bayramcalular” da insandı. Onların
da deniz kıyısında bir bardak çay içip keyif çatmaya hakları vardı.
Bundan istifade araya lokanta sıkıştırıverildi.
Yanına çakma camii ile Laz takasından balıkhaneyi de…
Sonra Ünyesporumuzu ikinci lige
uçurmak için heyula stadyumu konduruverdik. Dua tersine işledi Ünyespor şimdi
bilmem kaçıncı amatör ligde zor tutunuyor. Ortalık yerde kaldı, sahip çıkanı
yok… Gerçi, Orduspor’un da ondan aşağı
kalır tarafı yok ya…
Stadı satsan satılmıyor, yıksan yıkılmıyor. Hele karşısındaki 15 Temmuz
meydanına ne demeli?
Ne meydan ama… Bir de afili ad
takıldı ki dikkat çeksin. Üstelik onunla da yetinmediler, kutsadılar. Ama bir
nebze işe yaradı gibi… Sosyetik mekânlar biraz daha avama yaklaşmış oldu. Avam
da zaten paracıklarını harcamaya yer arıyorlardı!
Bu arada Üniport’u atlarsak ayıp
olur. Hem de tarihi belediye sinemasını yıkarak. Yapılırken ne şaşaalı reklâmlar
yapılmıştı… Böyle bir mekân Ordu’da bile yoktu. Ünye medenileşiyordu.
Konulan ad ne anlama geliyorsa… Muhafazakârlığın
simgelerinden biri mi acaba? Şimdi o da başa bela… Satsak alan olur mu? Hiç
unutmam “bilmem kaç tane cep sineması varmış diye böbürlenmekten karınları
şişmişti.” Ama ben böbürlenmekten olduğunu zannetmiyorum. Yedikleri dokunmuş
olabilir mi? O sıralarda gençlerin kültür faaliyetlerinde bulunacağı el kadar
bir odaları dahi yoktu. Şimdi de yok ya…
Bütün bunlar Ünye’yi arş-ı alaya
hoplatmak adına yapıldılar, inşa edildiler. Her nedense yaptıranlardan
başkasına hayır getirmedi, “Ünyelü” umduğunu bulamadı. Kandırıldığı ile kaldı.
Ünye mi ihya oldu yoksa yaptıranlar mı? Tartışılır.
Ama yaptıranlar ile sebep
olanların alayı ya sırra kadem bastı ya da sümsükleşti. Sokaklarda onları mumla
arıyoruz. Sanki köşe bucak kuşları… Deydi mi?
Bu arada,
Çamlık ellerinden zor kurtuldu.
Orası da “Ünyelü için ihya edilecekti!” Çamlık (gecenin birinde)ufak, tefek
hasarla ucuz kurtuldu.
Şimdi de sıra “Maşallah” bisiklet
yolunda. “İnşallah” tez zamanda
bitirilip Ünye’nin değerine değer katacak. “Ünyelülerin kaldur, kuldur yollarda
bisiklet sürmekten kıçları acımıştı zaten.”
Bir zamanlar Bakû’ye gittiğimde
şaşırmıştım. Ana caddeler öyle afililerdi ki… Ayrıca bal dök yala… Lakin ara sokaklara daldığında pejmürdelikten
neredeyim diye şaşırıyorsun.
Dostlara sordum neden böyle diye…
“İçi bizi dışı sizi yaksın diye” demişlerdi. “Bir tarafta sefahat diğer tarafta
sefalet…”
Bu iş nereye kadar? “Ya petrol
bitecek ya da tıkınmaktan patlayıncaya kadar. Veyahut da Allah’a havale…”
İşte orada durun dedim… Onlar
çoktan Cenneti aralarında paylaştılar da… Oturak kavgasına bile başladılar.
“Tövbe de zındık.”
O dert onların bize ne? Biz kendi
işimize bakalım…
Nerede kalmıştık? Bisiklet yolunda
idi galiba,
Sayın Güler,
Eveleyip gevelemeyelim. Allah sana makamın alasını vermiş. Ömrün hep makosen
giyerek geçmiş. Allah gani, gani pullar da vermiş. Lüküs arabalardan
inmemişsin. Bu dünyada tadacağın daha ne kaldı?
Ben yazarken hicap çekiyorum.
Değer mi? Kıyıda, köşedeki bir “yazar geçineni” sana laf yetiştiriyor.
Bu kadar basit, bu kadar
maliyetsiz bir şeyi neden yapmazsınız? Yol Tamiratı yapmak şanına mı
yakışmıyor.
Bana “adil ol” demek yakışmıyor…
Sana da işitmek.
Millet kaldur-kuldur yolda
yürürken senin onlarca milyon lira verip bisiklet yolu yapman sizin “adil
olmak” iddianıza ters değil mi?
Gerçi,
Zaten ortalık yerde ne iddia
kaldı ne de kimlik diye bir şey… Hak, şeriat birbirine karıştı.
Sayın Güler kusura bakma… Munzur
ve hınzırım ya… “ Doğal gaz geçirilip öylesine kapatılan yolları tamir edenlere
mi? Su patlağı, kanalizasyon tamiri için açılan yolların öylesine kapatanlara
mı? Söz geçiremiyorsunuz? Buraların
arpalık olduğu dedikodularına pek ihtimal vermiyorum. Ama belediye ile kanka
olmadıkları su götürür gibi geliyor bana…
Rahmetli anam lafın fazlası “akl-ı
evvele” söylenir derdi… Meramı uzatmak haddi aşmak, söylenene de saygısızlıktır.
Size iftira atıldığını düşünmeden önce bir Ünye’yi dolaşın ve ondan sonra
hükmünüzü verin. Hikmetinize razıyım.
Şu anda Ahmet Kaya’yı dinliyorum.
“Sende ihanet gülüm… Bende matem kalacak”
Belgesel izlemesini çok severim.
Gerçi, izlenecek başka da kanal kalmadı ya…
Geçenlerde Roma imparatorluğunun
üçüncü imparatoru Kaligula’nın hayatını konu alan bir belgesel izledim.
Anladım ki…
İnsan denen yaratığın huyları ha
demeyle oluşmamış. Bugünün yaşam biçimleri, insanların karakterleri yüzyılların
tortusu… Değişen araçlar olmuş. Böyle de gideceğe benzer.
Kaligula’nın tahta çıkışını kaderin
cilvesi diyelim.
İlk önceleri Roma’yı gayet iyi
yöneten Kaligula tahta iyice yerleştikten sonra azıtmış. Har vurup, harman
savurmalar, hovardalıklar falan derken hazinenin dibini getirmiş.
Çareyi (akıldanelerinin telkiniyle)
geçmişten beri var olan ama uygulanmayan bir kanunda bulmuş.
“Vatan Hainliği kanunu”.
Bu kanun hükmüne göre; vatan
hainliğinden mahkûm edilen birisi kellesini kaybettiği ile kalmaz tüm mal
varlığı devlet tarafından müsadere edilip ailesi de darmadağın edilirmiş.
Kaligula Roma’da kim “ imparator
bugün biraz üzgün” dahi dese hain damgasını vurup, hemen mahkemeye çıkartıp,
kellesini vurdurup, malına el koydurmuş. Belgeselin dediğine göre az-buz da
değil, on bin civarında kişiyi bu şekilde öbür tarafa göndermiş.
Kellesi vurulup malına el konulacak
kişi de kalmayınca kara, kara düşünmeye başlamış. Üstelik halk nazarındaki
itibarı iyice dibe vurmuş.
Sonunda çareyi bulmuş;
Demiş ki kendi kendine “eğer sefere
çıkıp zaferler kazanırsam hem ganimetle dönerim hazinem dolar ve hem de halk
nazarındaki itibarım tavan yapar.
İngiltere’nin fethine karar vermiş.
Lejyonerleri ile birlikte düşmüş yollara… Manş Denizi kıyısına varmışlar.
Karşıya geçecekler ama deniz gemileri yok. Roma gemileri nehir gemisi, bu
gemilerle karşıya geçmeye kalkmaları yarı yolda denizin dibini boylamak demek…
Üstelik mevsim kış başlangıcı, Manş
yutacak kurbanlar bekliyor.
Israr etmiş ama nafile, Lejyonerler geçmemek
için direnmişler. Komutanlara “ iki Lejyon Birliğini (alışmış ya) kılıçtan geçirip öbürlerinin
gözünü korkutun.”
Komutanlar “İmparatorum bunlar
birbirlerini tutarlar, eğer böyle bir şey yaparsanız sizin kelleniz gider.
Sakın tevessül etmeyin.” Dediklerinde çaresiz vazgeçer.
Manş’ı geçecek gemi yok. Geri dönse
millet kendisi ile alay edecek. Yerlerde sürünen itibar daha da rezil rüsva
olacak. Üstelik seferin masrafları da cabası…
Ama Kaligula bu… Onda çareler tükenir mi?
Sonunda Lejyonerleri içtimaya dizip
aralarından İngilizlere benzeyenleri ayırmış. Ayırdıklarının Lejyoner
kıyafetlerini çıkarttırıp esir kıyafetleri giydirmiş.
Sonra,
Ayaklarına zincirler vurup Roma
yollarına koyulmuşlar. Esir Lejyonerleri bin altı yüz kilometre yürüttükten
sonra Roma’ya muzaffer İmparator edasıyla şaşaalı şekilde girmişler. Olmayan
savaşın, olmayan zaferini günlerce kutlamışlar.
Şimdi diyeceksiniz ki… Kıssadan
hissen ne?
Dostlar,
Benim ne haddime… Ben Hazreti
Mevlana değilim ki kulağınıza küpe takayım.
Kaligula’ya Roma Halkının yüzde
kaçı inanmış diye merak edenlere;
Malum olduğu üzere o devirde ne Roma
İstatistik Enstitüsü, ne sivil istatistik şirketleri ne de öyle-böyle medya
vardı. Bu konuda size malumat veremediğim için üzgünüm.
Lakin…
Emin olduğum bir şey var ve bana
kesinlikle inanabilirsiniz…
“Roma Halkının tamamının inanmış
göründükleri muhakkak. Yoksa günlerce Kaligula’nın zaferini
kutlarlar-mıydılar?”
Sonunda Kaligula’ya ne olmuş diye
merak ediyorsunuz?
İşte burada size iki nasihatim var,
Birincisi fazla merak iyi değildir.
İkincisi ise “insanın başına ne gelirse en yakınından gelir.”
Not düşelim: Rivayet odur ki bu atasözü
Romalılardan miras kalma.
Kalemi kırmışlar bir kere... Temyiz etmenin ne kârı var. Hükmünü erteleme kadı... Ruhuma zulmün ne kârı var.