“Tecrübe,
yaşadıklarından ders almak sanatıdır” der büyüklerimiz.
Hz. Allah “ ben saftım,
bilemezdim” mazeretlerine ön vermez. Dersek büyük laf mı etmiş oluruz?
Nitekim
Yusuf/7. Ayet “Yemin olsun
ki, Yusuf ve kardeşlerinin yaşadıklarında, gerçeği arayanlar ve sorup öğrenmek
isteyenler için nice dersler ve ibretler vardır.” Yukarıdaki haddi aşma ihtimali olan cümlemi bu ayetten
cesaret alarak yazdım.
Mustafa Kemal
yaşadıklarından sonra “Özgürlük ve
bağımsızlık benim karakterimdir.”
Diyor. Bu
büyük sözden sonra, izinden gittiklerini iddia edenlerin sığ sularda debelenmelerini
görünce insanın içi sızlıyor.
Albert Einstein “Yaşadığınız başarısızlıklarda ne yaparsınız,
nasıl davranırsınız?” He sahi… Oturup, salya-sümük ağlar-mıyız? Yoksa
eli kulağa verip düşünür-müyüz? Neden bu yanlışı yaptım diye…
Uzak-yakın yaşanılanlardan dersler çıkarmak gelişmenin olduğu kadar hayatın
gerçeği de. Bunlar kolay işler değil. Kolay olsaydı dünya mükemmel olurdu
zaten. Olmadığı içindir ki-ayrıca nefsi de hesaba katmak gerekir- dünyamız yanlışlarla
doğruların çatışması üzerine kurulu.
Yaşanılanlardan dersler çıkarmak… Gelişme (eskilerin deyimi ile tekâmül)
bu yöntemle sağlanmıyor mu? Düşünmek ve yeni şeyler keşfetmek! Bu aynı zamanda
aklı esir etmemek, cendereye sokmamak da değil mi?
“Ders alınmazsa her
hata bir sonraki hatanın virüsü olur” diyor Fars âlim ve şairi Sadi Şirazi. Virüslere karşı ilaçların
çare olmadığını düşünenler keşfetmiş notunu düşüp devam edelim. Bunun için aşı
gerekli ama henüz bulunmadı. Nefis virüsünü yok etmek mümkün olabilir mi? Yaratılışımızın
özünde var galiba… Yine de biz kim bilir? İnşallah diyelim iyi niyetimizle…
Burada arif halkımızın “inadım
inat, adım Kel Murat” deyimini atlamamak gerekir. Dediğinden şaşmamak,
“bildiğini okumak” yani… Bunu arif halkımız anlamış da… Aklını esir eden “bilgiç
geçinenler” anlamamış gibi geliyor bana. Ne yazık ki dünyayı da onlar idare
ediyor.
“Yanlış yapmaktan korkma,
düzeltememekten kork.”
Bu da benim veciz sözüm olsun. Belki tarihte yerini alır. Gerçi bunu Ulu Büyük
Dedemden çaldım ya… Görmezden geliverin.
Bilim bile bu sayede ilerliyor. İlk tekerleğin bulunmasını bir düşünün;
rahmetliler ne kadar çok kafa patlatıp, ağaç harcamışlardır bunun için.
Yüzyıllar sonra geldiğimiz noktayı hatırlatmama gerek var mı? Saatte bilmem kaç
yüz km. giden elektrikli arabalar… Kafasını et yığını olmaktan çıkaranların
eseri değil mi?
Fikir dünyamıza bir bakalım,
Aristo’dan- Platon’dan beri neler değişmedi/gelişmedi. Müslüman İbn-i
Sina, İbn-i Rüşd, Farabi bile “bunlar putperest” dememişler onlardan feyiz
almışlar, yeni düşünceler geliştirmişler.
Demek ki,
Bilgi, tecrübe evrensel olduğu kadar tarihe de şamildir. Zira tarih
üzerine koyarak ilerliyor.
Ne var ki,
Galiba “nefis denen muhannet” şekil değiştirse bile özü itibarıyla aynı
kalıyor. Yani tecrübeden dersler çıkarmanın, gelişmenin düşmanı nefistir
diyebilir-miyiz?
Acaba nefis denen meret, beynimizin hangi lobundan türemiş? Hep merak
eder dururum. Orasını köreltmenin çaresi yok mu?
Yüzyıllar geçse de, kutsanan liderlerin, ideolojilerin kuyruğuna
yapışmanın; “düşünmeden yaşamanın kolaycılığı, hayata tasasız tutunmanın
tembelliği, elde olanın muhafazası… Ve en önemlisi, kendi var olma nedenini
idrak edememenin yahut yaradılışın nasip ettiği mükemmelliği sömürmenin ve dar
kalıplara hapsetmenin bir başka yolu gibi geliyor bana.”
Netice olarak,
Her nedense, nefsin girdabındaki insanoğluna “kutsanmış rehber liderler,
ideolojiler yaratmak” haz veriyor. Bu da ayrı bir muamma. Bir arkadaşımın
ağzında pelesenk olduğu gibi, “ne yapalım bu da dünyanın gerçeği, yapacak bir
şey yok!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder