28 Aralık 2009 Pazartesi

ARTIK RAHATLAYALIM MI ?...





Geçen hafta “içimiz acıyacak mı?” diye sormuştum,
O günden sonra yazılarımı biraz siyaset kokan konulardan seçsem mi acaba diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Aslında siyasetle uğraşıyor olmamla beraber, bu sütunlarda siyasete bulaşmama gibi bir niyetim vardı. Siyasetin olmadığı hemen- hemen hiçbir yer olmadığına göre ve rahmetli dedemin” oğul siyasetsiz dünya mı olurmuş” veciz sözüne az buçuk itibar ederek bu yazımda siyasete bulaşacağım.
Cumhuriyet Türkiye’sini kuruluşundan bu yana gözümüzün önünden geçirdiğimizde istisnasız her alanda geliştiğimizi göreceğiz.
Rahmetli babamın babası yani dedeme köyün ağası “ Ankara’daki büyüklerimiz devrim yaptı artık pantolon giyip medeni olacaksınız” dediğinde babam daha beş yaşında imiş.
1940’lı yıllarda vatan hudutlarını beklemek için askere gittiğinde kıçındaki pantolon kırk yamalıymış.
Medeni olmanın ölçüsünün pantolonun kalitesi ile ölçüldüğü konusunda bir bilgim yok, fakat olmazsa olmaz şartlarından birinin de pantolon giymek olduğunu babamla birlikte bize de öğretti devrim yasaları. İlk radyoyu taburda görmüş. Canı çekmiş memleket havalarını dinlemek istemiş. Lakin radyo kanalıda medeniyeti aşk edinmiş, devamlı “caz” çalıyormuş. Anlamış ki medeniyetten kaçış yok “önce medeniyet”.
Arada bir birileri çıkmış “sen insansın, seninde kendi kültürün var, bunu yaşamak hakkın” demiş. Demiş ama dediğine pişman edilmiş, meğer vatan-millet haini imişler, iplerde sallandırılmışlar.
Rahmetli babam buna bir mana verememiş ama hep aklının bir köşesinde tutmuş.
Görmüş ki her on yılda bir vatan haini türüyor, yine on yılda bir vatan kurtaran aslanlar onları tarumar ediyor.
Bu aslanlar önce solculuğa, sonra dindarlığa , en sonunda da milliyetçiliğe gaz vermişler.Garip ki önce kahraman yaptıklarını sonra hain ilan edip zindanlara tıkmışlar.
Bu arada biliyorum hani pek merak etmezsiniz ama ben yine de söyleyeyim,
Benim ailemde herkes ömründe birer defa vatan haini, birer defa da terfi edip vatansever oldular.
Yazıma dönersek,
Yukarıda rahmetli babamdan bahsetmiştim, rahmetli bir gün “ha bu işleri bir türlü anlamadım gözlerim açık gidecek” demişti.”Ben çözemedim oku da sen bari çöz” diye vasiyet etmişti.
Mektebe beş yıl gitmişti ama okumayı zor sökmüştü. Çok şükür mısır ekmeği ile de olsa bizi okuttu, yani kafamız “o kadar” çalışıyor işte !. Ama ben çocuklarımı bilgisayarlarla okuttum, pekte avanak büyümediler yani.
Bende rahmetliden akıllı sayılmam ya, ’70 li yıllarda gaza gelip “hain”lere karşı cenk edenlerden biriydim.
Konulardan devamlı sapıyorum, gına geldi size, isterseniz bir anımı anlatayım da sizi rahatlatayım,
Oğlum ortaokul ikide idi, Mustafa Kemal’lin 1919 da İstanbul’dan Samsun’a gelişini anlatan bir belgeseli Kanal D’de izliyorduk. Yanımda oturan oğlum birden bire “vay canına okulda kandırmışlar bizi haa” dedi.
Anladım ki zamane çocukları artık “emme şekeri” ile kanmıyor,
Görüyorsunuz ya siyaset konulu yazmayı beceremiyorum, ağzımda geveleyip duruyorum, iyisi mi baklayı ağzımdan çıkarayım da ben de rahatlayayım sizde!...
Artık yemezler, dört kere ihtilal yapıp sayısız muhtıralar verenlere bundan sonra inanmak mümkün mü?
Yada “hamudu” ile götürmenin adını “vatan-millet sevdası” diyenler daha çağdaş bir kılıf mı bulmalılar?

24 Aralık 2009 Perşembe

HÜZÜNLÜ KİMLİKLER !...


Bayramın bu son gününde hüzünlü olmam lazım, çünkü işte yine güzel bayramlardan birini daha (Azerilerin deyimi ile) yola saldık.

Ve on-yirmi yıl sonra “ne idi o eski bayramlar” deyip bugünleri hasretle yad edeceğiz.

Şimdi diyeceksiniz ki “bu bayramın nesini anacağız, tatsız- tuzsuz, yavan mı yavan bir bayram geçiriyoruz”.

Aslında size, köşe yazılarıma başlayıp bu köşede yer tutuğum gün söylemeliydim.Çiftliğimdeki baba yadigarı kırk yıllık meşe ağacımın altında mal-u hülyalara dalarım.Kafamdaki ne kadar “cins” düşünceler varsa hep burada aklıma gelir,onları burada fikirleşirim.

Bu aktüel bilgiyi verdikten sonra konumuza dönelim,

Siz ne düşünürseniz düşünün, eski bayramların hasreti ile yanıp tutuşun, yirmi yıl sonra – eğer ömrümüz var ise- beğenmediğimiz bugünün bayramlarını yana yakıla arayacağız.

Peki bizi böyle geçmişe hasret uyandırıp günümüzden hoşnutsuz kalacağımız, bir başka ifade ile günümüzden kaçırıp geçmişin hayali ile yanıp tutuşturan ruh-i haliyemiz nereden ileri geliyor?

Bu arada şunu bilesiniz ki bu sorunun cevabını dört-dörtlük verebileceğimi zannediyorsanız yanılıyorsunuz, ben sıradan mal-u hülyalara dalan birisiyim. Sadece sesli düşünüyorum ve bunları sizlerle paylaşıyorum.

İçinizden birisi itiraz edip “sen ne dersen de yanılıyorsun, eski bayramlar daha güzeldi diyecektir ve bir örnek verecektir, mesela” diyecektir,

“Eskiden bir pantolon diktirmek için dahi terziden bir ay öncesinden sıra alırdık. Terziler aldıkları siparişleri yetiştirebilmek için sabahlara kadar çalışırlardı,hatta bir keresinde bayram namazından on dakika önce pantolonu terziden alıp yeni pantolonla bayram namazına gitmenin hazzını yaşardım,şimdi nerede böyle sevinçler,heyecanlar”

Bunu diyen arkadaşım babasının ihtiyaçla bayram sevincini bir araya getirerek bütçeyi denk düşürmeye çalıştığını söylesem içinin burkulacağını biliyorum, ama maalesef gerçek. Çünkü eskiden almayanın kovalandığı her köşe başında sudan ucuz pantolonlar satan dükkanlar yoktu.

Yada başka bir okuyucu arkadaşımın “eskiden dost akraba ziyaretlerimiz olurdu, şimdi alt kat komşumuza dahi gitmeye üşeniyoruz” dediğini duyar gibi oluyorum.

Eskiden insanların sevgiden öte ekonomik olarak bugünden kat-kat fazla birbirilerine bağımlı olduğunu ve bununda insani ilişkilerde çok önemli rol oynadığını söylersek acaba yanlış mı demiş oluruz, yada onun tatlı hayallerine “maydanoz mu” olduk şimdi?

Bizler,özellikle yaşı artık kemale erenler eski bayramları çok özlerler.Çünkü o devrin yaşam tarzı daha toplumcu idi. Teknoloji ve ekonomik şartlar gereği öylede olması gerekirdi.

Bugün, çağın yaşam şartlarından dolayı bireycilik ve buna bağlı olarak “maddiyatçılık” daha ön planda. Hal böyle olunca, kaçınılmaz olarak bugünkü bayramları bu şekilde yaşamak zorundayız.

Peki, geriye dönüp eski bayramlara yanıp tutuşup ah-u zar ediyoruz da, günümüzü analiz edip kendi kimliğimize uygun yaşam şatlarını oluşturmanın, yada bir başka ifade ile günümüzün teknolojine ve ekonomik yaşam tarzına uygun kültürel yapımızı yeniden şekillendirmenin derdinde neden olmuyoruz………..


İMANIMIZ PARA !...


Rahmetli babam benim yabancı dil öğrenmemi çok isterdi.

“Bir dil bir insan demektir, hangisi olursa olsun yabancı dil öğren ki dünyayı daha iyi tanıyasın” gibi arada bir nasihat ederdi.

Lakin daha ortaokulda iken sınıfa geçmek için İngilizce hocama hediyeler sunmak zorunda kaldığımda hayal kırıklığına uğradı.

Aynı hevesle kendi çocuklarıma yabancı dil öğrenme konusunda heveslendirici girişimlerim olmuştur. Bu çabalarımın boşa gittiğini sanmıyorum, yani benden daha kabiliyetli çıktılar.

Yabancı dil bilmenin avantajları bir yana, bilen insanda kendini farklı kılma duygusunu yaşattığı bir gerçek. Eğer yabancı dil bilenlere karşı bir hayranlık oluşuyorsa, bilenin kendisinde de farklı olmanın hazzını yaşatması normaldir.

Bunların yanında birinin sizin dilinizi bilmesi kadar insanı hoş eden başka bir duygu az olsa gerek. Çünkü dilinizi bilenin size olan itibarını ve bir anlamda hayranlığını, ya da kendisini dilinizi öğrenmeye mecbur hissettiğini gösterir. Öyle ya dünyada onca dil varken sizin dilinizi tercih etmesi sıradan bir istek olmasa gerek.

Acaba bizim dilimizi bilenlere olan muhabbetimiz, ya da duyduğumuz hoşnutluk, itibar edilmenin mi yoksa kendimizi diğer toplumlardan farklı kılmanın getirdiği benlik duygusu mu?

İsterseniz burada konuya ara verip bundan on beş yıl önce yaşadığım bir olayı anlatayım.

Bir bakkal arkadaşımın Fransız misafiri vardı. Bizim yaşlarda, hanımı ve çocuğu ile beraber arkadaşıma misafir olmuşlardı. Fransızca bilmediğim için arkadaşımın aracılığı ile konuşuyorduk. Bir ara birden bire sen neden Fransızca bilmiyorsun? Dedi.

Bu hesap sorarcasına sorulan soruya karşılık “peki sen neden Türkçe bilmiyorsun,Adriyatik’ten Çin’e kadar Tükçe konuşarak gidebilirsin, peki Fransızca konuşarak nereden nereye kadar gidebilirsin?”dedim. Beklenmedik bu soru karşısında cevap verecek cesareti kendisinde bulamadı.

Orada anladım ki diline ne kadar çok sahip çıkarsan o kadar çok benliğine, kimliğine sahip çıkarsın. Ve dilin dünyada ne kadar çok konuşulursa o kadar itibarlı ve diğerlerinden birkaç kademe üstünsün demektir.

Fransız kendini bizden üstün ve medeni görüyordu. Dolayısıyla kendi dillerinin öğrenilmesi dünya ölçeğinde olmazsa olamaz şartlardan biriydi ve kendi açısından haklıydı. Bugün yazımı anılarla devam edeceğim galiba;

Vaktiyle bir harita mühendisinin bürosunun açılışına gittim, büronun adı “Anatolia” idi, yani “Anadolu”nun İtalyanca yazılışı.

Sordum, bu adı koymanızdaki sebep ne? Cevap “değişiklik olsun diye, birde akılda kalır, hani birazda modern olsun kabilininden”.

Belli ki modernlik anlayışları farklıydı. Bende şu cevabı vereceklerini zannettim, “en büyük hissedarımız İtalyan olduğu için, yani isim hakkı dolarları en çok koyanındır”.

Yine burada şu soruyu sordum kendi kendime,

Acaba geçmişine sahip çıkmamakla sonradan görme arasında bir bağlantı var mı?

Yâda bu soruyu şöyle mi sormalıydım,

Geçmişinden utanan, birilerinin mankurt’umu olur?

Dedim ya bugün benim hikâye anlatma günüm,

1986 lı yıllar, belediye meclis üyesiyim, Ünye’de sahilde iskele girişinde yeni düzenlenen parka ad koyacağız.

Başkan “ONEY” adı konsun dedi. Gerekçe olarak bu adın Ünye’nin Romalılar dönemindeki adı olduğu ve bu sayede çok turist çekeceğimizi ifade etti.

Hani derler ya “imanımız para”, gerçekten para insanın her şeyini satın alıyor, geriye etle kemik kalıyor. Ne yazık ki oda bir gün toprak oluyor.

Buna karşı çıktım,” eğer mutlaka bir şey pazarlayacak isek kendi malımızı pazarlayalım”. Sonunda parka “Yunus Emre” adını koymaya karar kıldık.

Galiba bu ikilem, kendisi olma becerisini gösteremeyenlerin düştükleri garip bir durum diyorum ben, en iyi niyetli ifademle.


RUHSUZ MADDE


Ağıt yitirilen şeylere yakılır şüphesiz, eğer yitirilmişse mutlaka değerlidir, fakat gerçekte insan burada kaybettiği güzel anılara mı yanar yoksa geçen ömrün, yaşlanan bedenin çaresizliğine mi hüzünlenir?

İsterseniz gelin bunu hep beraber düşünelim, malum benim kırk yıllık meşe ağacım var ve bunları hep onun altında mal-u hülyalara dalarak fikirleşiyorum.

Burada geçmişe ağıtı sadece yaşlanan bedenimizin hüznü olarak göremeyiz şüphesiz, değişen çağın değişen iklimini de hesaba katmak gerekir.

Siz isterseniz ileri sürdüğüm birinci nedeni aklınızın bir köşesinde saklayın, ikinci nedene geçelim. Malum teknoloji ilerledikçe, insan yaşamı kolaylaştıkça kişinin çevreye olan bağımlılığı azalıyor. Zaten ataerkil ailelerin dağılması sürecini çoktan geçip çekirdek ailelerde bile çözülme yaşamıyormuyuz, çocuğun eli ayağı tutar hale gelince “artık kendi başının çaresine bak” demiyormuyuz? Yada toplumun yardımlaşma göstergeleri olan düğünler ve cenazeler artık bir seramoniden öteye bir şey ifade ediyor mu?

Bundan yıllarca önce bir arkadaşım pastane açmıştı, açılış gününe giderken çıkınımda işine yarayacak bir şeyler götürdüm. Bana kızdı ve” bunlara ihtiyacım olacak kadar düşmedim” dedi. Halbuki babamlar bir arkadaşının dükkanının açılış gününde ona hediyeler götürürler ve akabinde ondan alış-veriş yaparlardı. Üstelik ödemeyi aldıkları malın kat-kat fazlasına yaparlardı, amaç dostlarına maddi ve manevi olarak destek çıkmaktı.

Şimdi anlayış değişti, devir rekabet devri, altta kalanın canı çıksın devri,”gücün yetiyorsa yap” devri.

Şimdiki açılışlarda dükkan sahibi rüşvet dağıtıyor, “aman gelin benden alış veriş edin” demeye getiriyor, rüşvetin adı reklam,kanarsan !.. Daldan dala atlıyorum,

İçinde ruhun olmadığı bir çağda yaşamaya başladık, ve bu çağın anlayışı ile gelenekleri sürdürmeye çalışıyoruz, tezat burada.

Bu anlayış her kesime bulaştı, zengini- fakiri, köylüsü – şehirlisi, muhafazakar olanı- olmayanı maddenin o soğuk, ruhsuz yüzü ile haşır neşiriz. Eskiden iftara beş-on dakika kala evin hanımında ve çocuklarda telaşa ve koşuşturma başlardı. Komşular kendi aralarında yemek ikramları yarıştırırlardı, özellikle dolu gelen çanaklar boş gönderilmezdi.

Bu insanların birbirlerine olan yaşam bağımlıklarının sanat haline gelmesiydi, yani yaşamın kendisi sanatsaldı.

Şimdi komşularımızın kimler olduğundan bihaberiz, acaba bu tenezzülsüzlük dünyayı evimizin en mahrem yerine kadar getiren teknolojiler mi?

Geçtiğimiz ramazanda bir tv kanalındaki iftar programında pazardan alınıp eve götürülen erzakın dahi kapalı ambalajlarda götürülmesi gerektiği, çünkü bunları alamayıp iç geçirenlerin olabileceği vaaz ediliyordu. Programın içindeki reklam spotunda ise bir meşrubat reklamı vardı ve insanları almaya özendiriyordu,seyredenler susuz halleri ile iç geçirip bakkallara koşsunlar, Alamayanlar kimin umurunda ”alamıyorsan derdine yan”…….

Üstelik, al ve “farklı” olmaya hak kazan, yani ayrıcalıklı ol, kısaca birey ol fikri işleniyordu,yani başkaları seni ilgilendirmez “kazanmaya bak, kazandığını sorumsuzca harca, başkaları senin neyine?”.

O an anladım ki artık yaşam sanat olmaktan çıkmış, ruhsuz madde sanat haline gelmiş, neyleyim…………..


YORUMSUZ

TIPKI BİZİM GİBİ !....


Büromun karşısında, denizin kıyısında bir yel değirmeni, dönüp duruyor pervaneleri. Ne işe yarar, neden döner bilmiyorum,

Tıpkı benim gibi !...

Karşımda bir deniz, bazen durgun bazen dalgalı, ama üzeri bomboş, ne kayık nede bir gemi, üstelik martısız,

Tıpkı benim gibi !...

Evimin karşısında bir tepe, ne bir ağaç ne bir yeşillik, kıraç mı kıraç toz toprak, çalı kuşunu konduracak bir dalı bile yok,

Tıpkı benim gibi !…

Gökyüzü tarumar boz mu boz, bulut yok, mavi yok, güneş hepten kayıp, fark edilmiyor enginliği,

Tıpkı benim gibi !…

Kitaba bakıyorum düzinelerle kelimeler, yığınla harfler, yan yana gelmişler esas duruştalar, bazıları oku diyor, bazıları okuma, Tıpkı benim gibi !... Sokağın karşısında bir “apartuman” yarısı sıvalı yarısı talan, rengi ise alacadan, bir penceresi tahtadan diğeri naylondan,

Tıpkı benim gibi !...

Karşıda bir okul, okulda evlatlar başlarında gardiyanlar, elleri topuz dilleri horoz, durmadan ötüyorlar,

Tıpkı benim gibi !...

Caddede otomobil uçuyor vınnn, çapraz oturmuş şoför, cakadan ediyor kendini heder, sanırsın ki yolların sahibi,

Tıpkı benim gibi !…

“Lüküs” bir cadde, caddede dört çarpı dörtler, binmiş üzerine “asortikler”,herhalde köyden inme dedeleri, arada bir depreşiyor anıları,

Tıpkı benim gibi !...

Karşımda televizyon içinde bir kanal, kanalın içinde adam, boynunda kravatı üzerinde ütülü pantolon, ayağında son moda İtalyan rogan. Duruşu delikanlı ama başbakan, hoyratça soruyor “ne arıyor burada anan?”. Anladım ki ne köylü ne şehirli,

Tıpkı bizim gibi !…

18 Aralık 2009 Cuma

İÇİMİZ ACIYACAK MI?


İÇİMİZ ACIYACAK MI?

Arkadaşlarla sohbet ediyorduk, bir arkadaşım sordu “özgürlük nedir?”

Orada bulunanlar çeşitli cevaplar verdiler, biri hariç aşağı yukarı hepsi birbirine benziyordu. Farklı cevap veren şöyle demişti “kendini ikinci sınıf vatandaş hissetmemektir”.

Bu cevap çok hoşuma gitmişti, irdelemem lazımdı, enine boyuna fikirleşmem lazımdı,bende meşe ağacımın altında öyle yaptım.

Bu konuda zihnimle cebelleş ederken başka bir şeyi düşündüm “ben özgürmüyüm?”

Galiba özgürüm dedim kendi kendime, ama zaman- zaman da içimi acıtan şeyler var, bu normal mi, acaba özgür insanların da içi acır mı? Bundan yıllarca önce idi, ilçemizdeki Hükümet Binasının önünden geçen yolun kıyısında bir tabela gördüm tabelada “otopark, hakim ve savcılara aittir, park etmek yasaktır” yazıyordu.

Halbuki yollar kamuya aitti kimselere tahsis edilemezdi,o an içimin acıdığını hissettim!......

Yine bir otopark cezasına itiraz ederek mahkemeye başvurdum, benden şahit istediler.Şahitlerden biri işi dolayısı ile iki gün önceden ifade vermek istedi,hakim sormuş ”senin bu davacın tamahkar biri mi?”

Yine içim acıdı !..... Bundan yıllarca önce idi polis karakolunda ifade vermem gerekiyordu. İfadeyi verdikten sonra polise “imzalamadan önce okuyabilirmiyim” dedim. Polis kızdı “devletin polisi yalan mı yazacak” dedi. O an kendimi garip hissettim,içim acıdı !…….

Yıllarca önce bir arkadaşım “senin delikanlılar askeriyeye giremeyebilir, onlar girse bile anneleri kışladan içeri girip ziyaret edemez” dediğinde şaşırdım,”neden”? Çünkü eşin başörtülü dedi,

O an içimin yandığını hissetim, işin tuhaf tarafı oğullarımın adını tarihteki komutanlarımızın adı ile onurlandırmıştım.


Daha geçen gün meslek okulları ile ilgili katsayı kararı verildi, son sınıftaki “potansiyel düşman” öğrenciyi düşününce içim çok yandı,……


Dün akşam bir film seyrettim, olaylar ikinci dünya savaşında geçiyordu. Sahnenin birinde bir zenci şöyle diyordu ”ben savaşa vatanıma döndüğümde özgür yaşama hakkını kazanayım diye geldim”

Yine birkaç gün önce Amerika’da yaşayan bir arkadaşımla sohbet ederken “her ne kadar eskisi gibi olmasa da ve ayırımcılığı ortadan kaldıran kanuni düzenlemeler yapılsa da yinede toplumların birbirleri hakkındaki düşünceleri kolay değişmiyor” demişti.. Koskoca özgürlükler ülkesi Amerika hala bu dertten muzdaripse ben kendi derdime mi yanmam lazım?

Yada başka bir ifade ile hep içimiz acıyacak mı?

15 Aralık 2009 Salı

YAKUP GİBİ


Ben,
Yakub değilim oğul;
sabır taşı hiç...
bir Yusuf kokusudur -gelir uzaktan-
yanar geniz boşluğum...

Ben,
Yakub değilim oğul,
efkarımda dem tutar içtiğim çaylar;
içtiğim çaylarla efkar atarım.
buhar buhar tellenip yanarım oy...
adını vird edinip,
anarım.

Kan değil,
hüznün aysbergidir yüreğimde devinen.
göz yaşların eritirken içimi,
bir hasret ki mil çeker gözlerime -gün be gün-
ben Yakub değilim
sonum olur,
sonum olur libas'ında kan izi...

Ben,
Ebu'l Kasım da değilim...
severken yoruluyorum -inan-.
sevmeden bilmezdim sevildiğimi can,
afa-can
seni seviyorum...

HASAN FAHRİ TAN

GEYŞA



GEYŞA

GEYŞA’M -I- Bilirim Geyşam,Bir bozkır çadırında doğduğunu bilirim senin.Bilirim nefret ettiğini beton yığınlarından;Çekik gözlerinle tanırım seni… Bilirim Geyşam,Umut dolu günlerini bilirim senin/on beş’inde/Sadâkatin Geyşacasını,Japoncasını söz vermenin… Bilirim Geyşam bilirim,Bir dilim ekmek üstüne,Bir sıcak çorba üstüne,Bir eski kilim üstüne kurulan hayatı bilirim/müşterek/… Söyler misin Geyşam söyler misin,Hangi kuyumcu vitrininde satıldığını sevginin;Söyler misin,Hangi şeker kutusunda saklıydı aradığın saadet;Hangi bayramlıkların?Geyşam,Tanır mısın sahibini katledilen vicdanın? Bilir misin Geyşam?Samuray kılıçlarından keskin olduğunu gözlerinin/eskiden…/Bilir misin ihanet türküsü söylediğini/şimdi/Nerede o saflığın?Sağanak yüklü bulutlar taşıyor gözlerim,Seni görünce… Bilir misin Geyşam bilir misin?Hayâlde seninle,Düşte seninle,Çilede seninle kavrulduğumu dört yıl… 1989-ünye GEYŞA’M -II- Karar kıldım Geyşam,Bir daha yanmamaya karar kıldım/senin için…/ Bir yürüyüş,bir endam,Bir kaş,bir göz,bir bakış;Her genç kızın silahıymışAnladım… Karar kıldım Geyşam,Bir daha anmamaya karar kıldım adını… Senin için çektim aşkın,Çilesini senin için /yıllarca…/Bir kalbin atışı/çalar saatler gibi…/Bir yürek sıkıştı mengenelerde;Bir gurur kırıldı /duydum sesini./Geyşam seni,Geyşam seni bilmediğin bir mahzene sakladım… Karar kıldım Geyşam karar kıldım,Bir daha dönmemeye karar kıldım sana ben. Sen artık,Tropikal bir iklimin,Dikdörtgen bir coğrafyanın malısın.Bense,Dört-beş mevsim yaşarımHer gecede… 1990-Arabistan

28 Mart 2009 Cumartesi


Geçen gün bir arkadaşım it gibi çalışıyorum Yakup gene de kıymete geçmiyor dedi.Yüce rabbimin yarattığı bazı mahlukatlar nedense biz beşerin hışmına uğrar.Düşünsenize sinsi olan bir kişiye yılan gibi dersiniz.Adama sövmek için domuzları hatırlarsınız.Oğlunuza kızarsınız eşek herif dersiniz.Aralarında yaş farkı az olan sab-u sibyanlara kıçık sürüleri deriz.Övmeyi de hayvanları kullanarak yaparız.Örnek mi istiyorsunuz.Aslan gibi çocuk.Kaplan kadar çevik.Tay gibi maşallah gibi.Fazla değil şöyle yarım saat düşünseniz bir sayfa dolusu örnek çıkar.Bunları yazarken benim kafam hep arkadaşımın dediğinde.”İt gibi çalışıyorum Yakup gene de kıymete geçmiyor”Bu sözü zaman- zaman bende kullanırım.Hele son günlerde daha çok kullanmaya başladım.Hep kendimi dinlerim ya neden böyle oldu diye sorarım kendime. Yani neden daha sık söylemeye başladın?Ben yaşlanmaya bağlıyorum bunu.Peki gençken ne gibi çalışıyordun?Bu sorunun cevabını bulmak için gözlemlemeye başladım.Tam bir haftadır itleri gözlemliyorum.Hadi oradan demeyin doğru söylüyorum.Çiftliğim de üçü yetişkin üçü de yavru olmak üzere tam altı it var. Nasıl oldu da bu kadar var demeyin.İnanmayan Kabayel Ahmet’e sorabilir.Her neyse inceleme sonunda şu kanaate vardım.İt doğuruyor,büyük bir şefkat ve kıskançlıkla yavrularına bakıyor.Emziriyor diliyle temizliyor düşmanlarından sakınıyor.Yiyecek bulmak için girmediği delik karıştırmadığı çöplük kalmıyor.Dur durak yok.Bir dakika boş zamanı yok,hep rızık peşinde.Küçükken iyi güzel. Hepsine süt yetiyor,fazla sorun yok.Anne memnun evlatlar memnun.Mutlu aile tablosu,Allah nazardan saklasın.Yavrular büyüdükçe bencilleşmeye başlıyor. Düşünsenize sekiz on kıçık birbirleri ile mücadele halindeler.Hep en fazla ben emeceğim kavgası.Alt alta üst üste bir “vacırtıdır” gidiyor..Hep bana Rabbena kavgası. Kardeşine kızan da anasının memesini ısırıyor süt bulamayanda anasının memesini ısırıyor.Yani ceza hep anaya kesiliyor.Sonra ana kaya tepelerinde dolaşıyor.Aşağıya bakıp “yahu ben ne yaptım”.Şüphesiz bunu dar çerçevede tutup sadece rızık işine bağlamak yanlış olur. Bu sözün çok çalışıp ta evlattan her yönüyle karşılığını alamayanlar tarafından sıkça söylendiğini anlatmaya çalışıyorum.Bir de it gibi çalışıp it gibi yeme var. Bunu duymamış olabilirsiniz. Doğaldır çünkü ben uydurdum,veya öyle zannediyorum.Bakınız bunu uzun uzadıya anlatmam lazım. O zaman bir daktilo sayfasını geçer.Sizde okumazsınız yazım mundar olur.Zaten atıyorum bir gayya kuyusuna haydi rast gele.Okuyan var mı yok mu Allah bilir.Ama size bir ip ucu vereyim. Ben bu sözü“ ucuz mallar” sevdasına deli gibi çalışıp da sonra parasını böyle şeylere yatıranlar için kullanıyorum”.Fakat siz siz olun evlatlarınızdan vazgeçmeyin. Onlardan vazgeçerseniz bilin ki gelecek sizden vazgeçer.

26 Mart 2009 Perşembe




Geçen gün bir arkadaşım it gibi çalışıyorum Yakup gene de kıymete geçmiyor dedi.Yüce rabbimin yarattığı bazı mahlukatlar nedense biz beşerin hışmına uğrar.
Düşünsenize sinsi olan bir kişiye yılan gibi dersiniz.Adama sövmek için domuzları hatırlarsınız.Oğlunuza kızarsınız eşek herif dersiniz.Aralarında yaş farkı az olan sab-u sibyanlara kıçık sürüleri deriz.
Övmeyi de hayvanları kullanarak yaparız.Örnek mi istiyorsunuz.Aslan gibi çocuk.Kaplan kadar çevik.Tay gibi maşallah gibi.
Fazla değil şöyle yarım saat düşünseniz bir sayfa dolusu örnek çıkar.
Bunları yazarken benim kafam hep arkadaşımın dediğinde.”İt gibi çalışıyorum Yakup gene de kıymete geçmiyor”
Bu sözü zaman- zaman bende kullanırım.Hele son günlerde daha çok kullanmaya başladım.
Hep kendimi dinlerim ya neden böyle oldu diye sorarım kendime. Yani neden daha sık söylemeye başladın?Ben yaşlanmaya bağlıyorum bunu.
Peki gençken ne gibi çalışıyordun?
Bu sorunun cevabını bulmak için gözlemlemeye başladım.Tam bir haftadır itleri gözlemliyorum.Hadi oradan demeyin doğru söylüyorum.
Çiftliğim de üçü yetişkin üçü de yavru olmak üzere tam altı it var. Nasıl oldu da bu kadar var demeyin.İnanmayan Kabayel Ahmet’e sorabilir.Her neyse inceleme sonunda şu kanaate vardım.
İt doğuruyor,büyük bir şefkat ve kıskançlıkla yavrularına bakıyor.Emziriyor diliyle temizliyor düşmanlarından sakınıyor.Yiyecek bulmak için girmediği delik karıştırmadığı çöplük kalmıyor.Dur durak yok.Bir dakika boş zamanı yok,hep rızık peşinde.
Küçükken iyi güzel. Hepsine süt yetiyor,fazla sorun yok.Anne memnun evlatlar memnun.Mutlu aile tablosu,Allah nazardan saklasın.
Yavrular büyüdükçe bencilleşmeye başlıyor. Düşünsenize sekiz on kıçık birbirleri ile mücadele halindeler.Hep en fazla ben emeceğim kavgası.Alt alta üst üste bir “vacırtıdır” gidiyor.
.Hep bana Rabbena kavgası. Kardeşine kızan da anasının memesini ısırıyor süt bulamayanda anasının memesini ısırıyor.Yani ceza hep anaya kesiliyor.Sonra ana kaya tepelerinde dolaşıyor.Aşağıya bakıp “yahu ben ne yaptım”.
Şüphesiz bunu dar çerçevede tutup sadece rızık işine bağlamak yanlış olur. Bu sözün çok çalışıp ta evlattan her yönüyle karşılığını alamayanlar tarafından sıkça söylendiğini anlatmaya çalışıyorum.
Bir de it gibi çalışıp it gibi yeme var. Bunu duymamış olabilirsiniz. Doğaldır çünkü ben uydurdum,veya öyle zannediyorum.
Bakınız bunu uzun uzadıya anlatmam lazım. O zaman bir daktilo sayfasını geçer.Sizde okumazsınız yazım mundar olur.Zaten atıyorum bir gayya kuyusuna haydi rast gele.Okuyan var mı yok mu Allah bilir.
Ama size bir ip ucu vereyim. Ben bu sözü“ ucuz mallar” sevdasına deli gibi çalışıp da sonra parasını böyle şeylere yatıranlar için kullanıyorum”.
Fakat siz siz olun evlatlarınızdan vazgeçmeyin. Onlardan vazgeçerseniz bilin ki gelecek sizden vazgeçer.

24 Mart 2009 Salı

BİR ZAMANLAR ÇOCUKTUK..........


Evimin dağa bakan terasında dinlenirken, Azeri mahnısı(şarkısı) dinlemek hoşuma gider.Onların şarkıları bana daha içten ve hüzünlü gelir.Özellikle Mubariz Tagiyev “hatıralar” şarkısında”Aylar geçer,yıllar öter(anı olur), zaman değişer” derken hüznümün doruğuna ulaşırım.
Anılarıma daldığımda önce Çilader’li yıllarım aklıma gelir.
Çilader’li yıllarımda ilk aklıma gelen; hayal meyal hatırladığım, kaldığımız evin penceresinden babamın Ünye’ye giderken peşinden ağlamak olur.
Daha sonra taşındığımız karakol mahallesinde oynadığımız oyunlar gelir aklıma. Mahalle arkadaşlarım belli belirsiz gözlerimin önünden geçer.Arada bir hey gidi günler derim kendi kendime.Çayımdan bir yudum alır, yine dalarım dağlara doğru.
Karakol mahallesinde yedi sekiz ev vardık.Evlerimizin yanı başında jandarma karakolu olduğu için çilader sakinleri bu mahalleye “Karakol yanı” yada mahallesi derlerdi.Çilader’de bundan başka iki mahalle daha vardı.Biri Çarşı diğeri de aşağı mahalle idi.Bu zannedildiği gibi en az kırk elli haneden oluşan resmi mahalleler değildi.Beş on haneden oluşan gayri resmi Çilader sakinlerinin yer tanımlaması için taktıkları adlardı.
Karakol mahallesi adından da anlaşılacağı gibi Jandarma karakolunun bulunduğu mahalle idi. Tekkiraz ile Tekke köy yollarını birbirine bağlayan caddenin üzerindeki sekiz on haneden oluşurdu.Çarşı mahallesi ise Çilader’in merkezinde memurların kaldığı mahalle idi Evler daha çok resmi binalar olduğu için yığma tuğla binalardı.Aşağı mahalle ise Çilader’in en alçak yerinde Laleli yolu üzerinde kurulu idi.
Benin en çok kendi durduğumuz mahalle yani karakol mahallesi hoşuma giderdi.Çilader’in en yüksek ve sakin mahallesi idi.Ayrıca caddesi de düzdü.Oyun oynamaya çok müsaitti.
Evler tahmini yetmişbeş metre uzunluğunda on metre eninde olan caddenin bir tarafında dizili idi.Birbirine bitişik sekiz on haneden oluşurdu.Caddenin Çilader tarafına bakan kısmı ise boş mısır tarlasıydı. Dolayısıyla Çiladerin merkezini gören manzarası vardı.
Caddenin Tekkiraz yolu ile birleştiği yerde büyük bir çam ağacı vardı .Çapı tahminen elli santim kadardı. Orası çok hoşumuza giderdi.Yazın gölgesi,kışın ise yağan karlar ağaca ayrı bir güzellik katardı.
Demirci Mustafa ramazan borazanını sahur ve iftarlarda burada çalardı.Mustafa iri yarı tam bir demirci ustası idi.Peynir tenekesinin sacından borazan yapmıştı.Borazanın sesinin vikinklerin savaş borularının sesine benzediğini Ünye’ye taşındığımızda seyrettiğim filmlerden öğrendim.
Bir yaz günü idi.Yine çamın dibinde beş altı arkadaş oynarken, karşıda çarşı mahallesinde bize en yakın evin merdivenlerinden bir kızın çıktığını gördüm.Kızı tanıyordum, benden büyüktü.Ağabeyimle yaşıttı.Yani oniki,onüç yaşlarında idi.Beş on dakika sonra Hanife evin kızı ile dışarı çıktı oynamaya başladılar.Aklıma nereden geldi ise yanımda ki arkadaşlarıma “ biliyor musunuz ağabeyim Hanife’yi seviyor” dedim.
----- Arkadaşlar ,yok ya,nereden biliyorsun,beraber gördün mü?, ağabeyin mi dedi, gibi konuyu aydınlatacak sorular sormaya başladılar.
Geçmiş gün bunlara ne gibi cevaplar verdiğimi hatırlamıyorum.Hatırladığım bütün arkadaşlarımla koro halinde” “Hanife Osman ağabeyim seni seviyor” diye bağırmamızdır.
Kızlardan daha yüksek yerde idik ve önümüz açıktı.Mesafe olarak en fazla yüz metre uzağımızda idiler.Biz hep beraber “Hanife Osman ağabeyim seni seviyooor “ diye bayırmaya devam ettik.
Hanife ve arkadaşı bir müddet sonra bu bağırmalardan rahatsız oldular.Eve girdiler.Yarım saat sonra yine sokağa çıktılar.Biz yine başladık bağırmaya ”Hanife Osman ağabeyim seni seviyooor”.
Hanife bizim durmayacağımızı anlayınca kendi evine gitmek zorunda kaldı.
Aradan onbeş yirmi gün geçti.Biz Hanife’lerin mahallesine gittik.Zaten onun kız kardeşi benim okul arkadaşımdı.Ayrıca ailece de çok samimi idik.
Onun babası orman memuru idi. Lojmanda kalıyorlardı. Lojman bir katlı klasik bir devlet binası idi.Evlerinin etrafında bir metre eninde betondan kaldırım vardı.
Sekiz on çocuk evin etrafını kabe tavaf eder gibi koşarak dönüyorduk.Birbirimizi mi kovalıyorduk yada öylesine mi koşuyorduk bilemiyorum.Ama oyunumuz bu idi.
Ben oyuna dalmış koşarken , onbeş yirmi gün önce yaptığımız hınzırlık hiç aklıma gelmiyordu.Bu olayı unutmuş gitmiştim.
Beş on tur döndükten sonra tam evin dış kapısının önünden geçerken bir elin beni kolumdan yakaladığını, hızla içerini çektiğini ve kapıyı aynı hızla kapattığını fark ettiğimde iş işten geçmişti.
Karşımda Hanife’yi fark ettiğimde ben hala, dış kapının nasıl olup ta bu kadar çabuk açılıp uçurulurcasına içeri çekildiğimi anlamaya çalışıyor, olayın şokunu yaşıyordum.
Hanife benden beş altı yaş büyüktü. Yanında cüce gibi kalıyordum. Karşımda hiddetli,kaşlarını çatmış bir yüz fark ettiğimde, başıma neler gelebileceğini kestirmeye çalıştım.
---- Geçen gün bana niye öyle bağırıyordun
----- Ben bağırmadım
---- Yalan söyleme
---- Bağıran ben değildim
---- Sen Osman’ın kardeşi Yakup değilmisin?
----- !!!!!!!!..................
---- Haydi şimdi bağır bakalım,kabahatlisin tabii, ağzına biber doldurayım mı senin?
O an elinde bir avuç biber olduğunu fark ettim. Biber dolu eliyle ağzıma doğru hamle yaptığında, olanca gücümle ağzımı kapattım.
Önce bir eliyle ağzımı açmaya çalıştı. Beceremeyince kulağımı çekmeye başladı. Diğer eli ile de biberleri ağzıma burnuma sürüyordu.
Biber karabiberdi. Dudaklarımı ve burun deliklerimi hep yakmıştı.Ama ağzıma dolduramadı.
Bu boğuşma devam ederken, nasıl oldu ise elinden kurtuldum,odalardan birine kaçtım.Kapıyı kapattım.O dışardan kapının koluna zorluyordu ben içerden.Bu arada pencereye gözüm ilişti.Pencere açıktı.Pencereden atlayabileceğimi anladım.Ev bir katlıydı. Yüksekliği en fazla bir metre idi.Ama kapı kolunu bıraktığımda bana yetişebilirdi.Bu mücadele bir süre devam etti.Yorulmuş olacak ki zorlamaktan vazgeçti.
Her ihtimale karşı birkaç dakika elim kapı kolunda öylece bekledim. Sonra hızla pencereye doğru koşup ,pencereden atlamam saniyeler sürdü.
Ben yine bunları düşünür hey gidi günler derken, bazen benim delikanlı rastlar bana” baba ne o yine gözlerin buğulanmış, ne var bu dağlarda,ne görüyorsun bir de bize anlat” dediğinde “hele oğul sende benim yaşıma gel oralarda ne gördüğümü anlarsın” derim.






Bu internet denilen meret ruh halimizi altüst etti.Giriyorsunuz internete sanal kapıları açıyorsunuz .Karşınızda kocaman bir dünya.Enva-i çeşit bir sürü seçenekler.Ne istersen oluyorsun. Tövbe haşa meşrebiniz uygunsa ve teknoloji kabiliyetiniz varsa yaradan bile olursunuz.Yine tövbe haşa varın gerisini siz düşünün.
Ne var bunda diyeceksiniz kabiliyetiniz gelişiyor. (Bu kelimeyi kullanmaktan hoşlanmasam da) Yaratıcılığınız artıyor.
Fakat asıl tehlike işte burada başlıyor.Kişi çok olmak isteyip de olamadığı ,elde etmek isteyipte elde edemediği şeyleri bir anda elde ediveriyor.
Mesela bir anda çok ünlü bir futbolcu olabilirsiniz.Ondan da öte takım patronu da olabilirsiniz..Düşünsenize bir kere; Galatasaray’ın başına geçiyorsunuz bastırıyorsunuz paraları dünyanın en ünlü topcularını transfer ediyorsunuz.Sonra Şükrü Saraçoğlu’nda Fenere 10 çekiyorsunuz.Bundan büyük zevk mi olur.
Yada hayatınızda artist gibi bir sarışın hatunu peşinizden koşturamamışsınız.Bırakın koşturmayı iki kelam edememişsiniz.İnternette gereken ortamı hazırlayıp bir de koydun mu(Fransızca yazılışını bilmem) Alen Dolen halt etmiş bir fotoğrafı, olta tamam, sadece biraz beklemek kalıyor.Gelsin sarışınlar.
Ben internette tanışıp sonra aşık olup bilahare söğüşlenenlerden bahsetmeyeceğim.Onlar vaka-i adiyeden oldu artık.Ben gece yarısı internetler de dolaşıp sonra şevk ve heyecanla yatağa gidip hayal kırıklığına uğrayanlarla uğratanlara dikkatinizi çekmek istiyorum.
Bu iş hayal kırıklığı ile kalsa kolay.Başımıza idealist kesilip neden böyle değilsin diye eşine hesap sorma cüretini gösterip, haklılığını iddia edenlere ne demeli?Aşmışsın ellini yengemizde elbet hadi diyelim kırk dokuz ne yapacaksın şimdi.Zaten mübarek yirmisinde de
(Yeni yetmeler siz tanımazsınız) Filiz Akın’a benzemiyordu ki götürüp cerrahlara bir ton para yedirip sağını solunu düzettiresin.Bir polonya tv kanalında gördüm kadıncağızı yatırıyorlar masaya , başında dört beş cerrah ha bire kesip,biçip dikiyorlar.Hatunun neresi ellerine geçerse.Biri burnunda biri boynunda diğeri göğüs hanesinde kalanı belden aşağıda.Kimin eli nerede belli değil.Sonunda bir ucube çıkıyor ki ortaya tanı tanıyabilirsen.
Kaldı ki cerahlara para yedirsen bile işin garantisi yok.Bu otomobil değil ki sana parça garantisi versinler.Ne kadar dayanacağı meçhul.Servise ve kullanmaya bağlı.
Yani düzeltme işi bir yere kadar, gerisi sakat,sonrası malum.Biz erkekler daha beteriz Çünkü hatunların bir nebze düzeltilme imkanları kullanım garantisi olmasa bile var. Düşünün bir kere önünüz de daha yirmi otuz yıllık bir ömür var. Nasıl geçecek?Bu da soru mu diyeceksiniz şimdi.”Sovyetler yıkıldı mirası bize düştü”.Peki kendine aynada baktın mı? Ula bu parasıyla değil mi diyeceksiniz.Bak senin bahsettiğin şey parayla halledilemiyor. Ne yazık ki cerrahi müdahaleyle de olmuyor.İlaç tedavisi de her zaman geçer akçe değil.Adamı tez elden teneşire götürür.
Yani sözün özü kendi dünyanızın her yönüyle fukaralaşmış kral Faruklarını oynuyorsunuz.
Eski devirlerin de böyle sihirli kutuları yokmuydu diyeceksiniz.Sihirli kutuları yoktu ama kitapları vardı.Oda bizim gibi gocamanlara göre değildi.Daha çok gençlerle ilgili idi. Masumane ve romantikti.
Bir keresinde bir arkadaşımın elinde kitap gördüm.Benden gizlemeye çalışıyordu.Bu ne lan dedim kitabı elinden kaptım.Kitabın adı”En güzel aşk mektupları”
İşimiz hep kendimizi kandırmaca.Ensrümanlar değişiyor ama insan aynı insan.Hiç değişmiyor.

17 Mart 2009 Salı

EŞEK ŞAKASI



Aslında bir yılbaşı hikayesi anlatmak isterdim. Kaç gündür düşünüyorum aklıma gelmiyor.
İlla şart mı diyeceksiniz, şart değil ama gününe ve saatine de uymak lazım. Mümkünü yok... Aklıma gelmiyor.Ne yapayım?Belki de hiç yaşamadığımdan.
Bu kış soğuğunda içimizi ısıtacak,aynı ile yaşanmış ve sizleri biraz gülümsetecek bir mukallit hikayesi anlatayım.
Ben burada figüranım, dolayısıyla başrolde oynamadığım için anlatmamda bir mahzur yok.Malum mugallitliğin rajonu marifetini anlatmayacaksın.Ya da başkaları üzerinden konuya gireceksin.
Sene 93 aylardan haziran sonu.Yaz başlangıcı, güzel bir günün akşamı.Akşam ezanı okunmuş hava yeni kararmış.Yer o yılların büyücek bir bakkal dükkanı.
Bakkalımızın adı diyelim ki Osman. (Hikayemin bundan sonrasını yerel ağızla anlatmaya çalışacağım)
Osman abimle oturmuş sohbet ediik..O masasının başında, ben de yanı başındaki tabureye ilişmiş vaziyette zaman öldüriik.
Onbeş onaltı yaşlarında iyi giyimli pak yüzlü bir delikanlı çekingen denebilecek bir sakinlikte içeriye girdi.Elindeki kağıdı Osman abiye uzattı.Osman abi  de vazifesinin idraki içinde kağıdı aldı şöyle bir baktı.
------ Birden bire “Sen kimin oğlusun yiğenim” dedi.
--- Delikanlı bu ani soru karşısında şaşırdı. Ama kekelemeden “Ahmet filancanın”(soyadını yazamam usulden değil) dedi. Çekingen,kısık sesle.
---Tamam dedi Osman abi, sakin ve umursamaz tavrıyla...Sonra tezgaha geçti siparişleri hazırlamaya başladı.Bir yandan da göz ucuyla delikanlıyı süzüyordu. Yine birdenbire;
--- “Sen hangi kadındansın” dedi. Sanki öylesine soruyormuş gibi. Bir yandan da delikanlıyı takip ediyordu.
Delikanlı soruyu anlayamadığından, biraz tuhaf  bulduğundan, biraz da şaşkınlıktan eli ayağı dolaştı. Bir şeyler diyecekti diyemedi.Kem, kümler arasında
---- “Nasıl “diyebildi sadece.Yine çekingen sesiyle.
--- Osman abi destursuz ve cevabını beklemeden soruya açıklık getirdi “büyük gadının oğlumusun yoksa güçük gadının mı?” soruyu pekiştirmek için sesini yükselterek otoriter bir tavırla“yani yiğenim birinci hanımından mısın yoksa ikinci hanımından mısın?”
Delikanlı kızardı, bozardı,soruyu anlamaya daha doğrusu manalandırmaya çalıştı. Kendi kendine bir şeyler mırıldandı.Soruya da cevap vermesi gerekiyordu.
---- “Babamın bir hanımı var amca” diyebildi.Bir yanlışlık olmasın der gibi baktı Osman abinin yüzüne.
-----“ Niye” dedi Osman abi devam ederek... Hesap sorar gibi,
---- “Babanın adı Ahmet falanca değil mi?”Çimentoda çalışmıyor mu?
---- HıII... Hııı...
----- Gazetecilik yapmıyor mu?
---- “Evet” diyerek başını salladı delikanlı.
Kötü haberin bütün delilleri önünde idi ve bütün göstergeler babasını işaret ediyordu.Can alıcı son soruyu sordu Osman abim.
----- “Siz gasap maalesinde oturmimusuz.” Delikanlı nihayet lehinde bir delil bulmuştu.Can havliyle,
---- “Yok amca biz Burunucunda oturiik.”
Halbuki bu soru oltaya takılan yemdi.
Burada benim figüranlığım başladı. Osman abi bana dönerek” biz dün akşam gasap maallesine gitmemişmiydik.?”
---- Evet abi dedim başımla da tastikleyerek.
Osman abi sanki benimle özel konuşuyormuş gibi sesini kısarak ama delikanlının duyabileceği bir yükseklikte “desene güçüne kasap mahallesinde ev tutmuş.”
------ Delikanlı atıldı “bir yanlışınız olmasın amca”
Osman abi sözde sinirlendi” bunamadım daa yiğenim”.Bana dönüp şahitlendirmek istedi “Yakup, dün akşam Amedin evine seninle ailecek gitmedik mi?. Bende sözde delikanlıyı savunuyorum.”Abi çocuğun ne kaabati var O evde deeldi ki bizim geldimizi bilsin.Öbür evdedir belki.
Delikanlı Osman abinin hazırladığı erzakları çar çabuk aldı, telaşla dükkandan ayrıldı.
     Bundan sonrasını Aamet abiden dinleyelim.
“ Ulan Yakup ettiz çarkıma” Ben bilmemezlikten gelerek “hayırdır abi n'oldu.”
----- “Bak bide bilmeze yatiin. Sizin yüzüzden hanımla arayı bozdum,üstelik düğün, bayramı da kaçırdım.
----Abi ne bayramı ne dünüü. Edeydin size kim karışır.
----- Uzun zamandır aramız limoniydi.Sonunda düzeltmiştik ama sayeyizde….
---- İyi ya...Düüün,bayram edeydin. Size kim garuşur?N'oldu ki?
---- Bizde bayram edecek hal mi bıraktın. Hışımla,
---- Akşam kapıyı neşe içinde çaldım.Hanım açtı kapıyı.Surat asık,Çarşamba bazarı...Yüzünden düşen bin parça.Bana hoş geldin bile demedi.”Hayırdır hanım” dedim, ses yok.Ben ısrar edince tahrayla “sen nedenini bilürsün” dedi.Hayırdır inşallah dedim üstelemedim.Ama içim içimi yiyor.
---- Neyse yemek masasına oturduk.Oğlan bana dik dik bakıyor.Anası yemeği kafama atar gibi koyuyor tabağa.Bu tafranın nedenini soriim.”Sen bülürsün” başka bir cevap yok.Allahım gudurucam. Oğlanın hesap soran bakışlarına mı sinirlenirsin yoksa hanımın ikide bir sen bülürsün demesine mi?Nihayet canıma tak dedi.
--- “Yeter lan neyse söyleyin” dedim.
---- Ben” sakin ol abi”
---- Ana şuna bak bide sakin ol dii.
---- Benim oğlan birden bire “ Sen kaç evlüsün?” dedi
---- O an ev başıma yıkılii sandım.Sorunun saçmalına mı yanarsın, oğlanın ukalalığına mı?
Fazla uzatmayalım kısa keselim Amed abim o geceyi yemin billahlarla geçirir.Hanımı bir eşek şakası olduğunu anlamıştır ama inanmıyor numarası ile Ahmet abiden ömr-ü hayatının bütün hınçlarını alır. Geceyi ona zindan eder.
Düğün, bayram mı? Bakın onu sormaya cesaret edemedim.
Ben canıma susamadım...Bu eşek şakasının üzerine bir de nışadır mı süreydim.

EŞEK ŞAKASI(yerel şive ile)


Aslında bir yılbaşı hikayesi anlatmak isterdim. Kaç gündür düşünüyorum aklıma gelmiyor.
İlla şart mı diyeceksiniz.Şart değil ama güne saate de uymak lazım.Bu kış soğuğunda, yaşanmış sizleri biraz gülümsetecek bir mukallit hikayesi anlatayım.
Ben burada figüranım.Dolayısıyla başrolde oynamadığım için anlatmamda bir mahzur yok.Malum mugallitliğin rajonu marifetini anlatmayacaksın.
Sene 93 .Aylardan haziran sonu.Yaz başlangıcı.Güzel bir günün akşamı.Akşam ezanı okunmuş hava yeni kararmış.Yer o yılların büyücek bir bakkal dükkanı.
Bakkalımızın adı diyelim ki Osman.
Osman abimle oturmuş sohbet edik..O masasının başında ben yanı başındaki tabureye ilişmiş vaziyette zaman öldürik.
Onbeş onaltı yaşlarında iyi giyimli pak yüzlü bir delikanlı çekingen denebilecek bir sakinlikte içeriye girdi.Elindeki kağıdı Osman abiye uzattı.Osman abide vazifesinin idraki içinde kağıdı aldı şöyle bir baktı.
------“Sen kimin oğlusun yiğenim” dedi.
--- “Ahmet filancanın”(soyadını yazamam usulden değil) dedi delikanlı kısık sesle
---Tamam dedi sakince Osman abi..Sonra tezgaha geçti siparişleri hazırlamaya başladı.Bir yandan da göz ucuyla delikanlıyı süzüyordu.Birdenbire;
--- “Sen hangi kadındansın” dedi umursamaz sakin bir sesle.Sanki öylesine sormuştu.
Delikanlı soruyu biraz anlayamadığından biraz soruyu tuhaf bulduğundan biraz da şaşkınlıktan eli ayağı dolaştı.Bir şeyler diyecekti diyemedi.Kem kümler arasında
---- “Nasıl “diyebildi sadece.
--- Osman abi anında “büyük kadının oğlumusun yoksa küçük kadının mı?” soruyu pekiştirmek için sesini yükselterek otoriter bir tavırla“yani yiğenim birinci hanımından mı yoksa ikinci hanımından mısın?”
Delikanlı kızardı bozardı kendi kendine bir şeyler mırıldandı.Soruya da cevap vermesi gerekiyordu.
---- “Babamın bir hanımı var amca” diyebildi.Bir yanlışlık olmasın der gibi baktı Osman abinin yüzüne.
-----“ Niye” dedi Osman abi devam ederek hesap sorar gibi
---- “Babanın adı Ahmet falanca değil mi?”Çimentoda çalışmıyor mu?
---- Hı hı
----- Gazetecilik yapmıyor mu?
---- “Evet” diyerek başını salladı delikanlı
Kötü haberin bütün delilleri aleyhine idi delikanlının.Bütün göstergeler babasını işaret ediyordu.Can alıcı son soruyu sordu Osman abim.
----- “Siz kasap malesinde oturmimusuz.” Delikanlı nihayet lehinde bir delil bulmuştu.Can havliyle
---- “Yok amca biz burunucunda oturiik.”
Halbuki bu soru yemdi.
Burada benim figüranlığım başladı. Osman abi bana dönerek” biz dün akşam kasap mahallesine gitmemişmiydik.?”
---- Evet abi dedim başımlada tasdikledim.
Osman abi sanki benimle özel konuşuyormuş gibi sesini kısarak ama delikanlının duyabileceği bir yükseklikte “desene küçüne kasap mahallesinde ev tutmuş.”
------ Delikanlı atıldı “bir yanlışınız olmasın amca”
Osman abi sözde sinirlendi” bunanadım daha yiğenim”.Bana dönerek “Yakup Amedin evine gitmedikmi biz.”Bende sözde delikanlıyı savunim.”Abi çocuğun ne kabati var O evde deeldiki bizim geldimizi bilsin.Öbür evdeydi.
Delikanlı Osman abinin hazırladığı erzakları çar çabuk aldı telaşayla dükkandan ayrıldı.Bundan sonrasını Amet abiden dinleyelim.
“ Ulan Yakup ettiz çarkıma” Ben bilmemezlikten gelerek “hayırdır abi noldu.”
----- “Bak bide bilmeze yatiin.Sizin yüzüzden hanımla arayı bozdum,üstelik düğün bayramı kaçırdım.
----Abi ne bayramı ne dünüü.Edeydin size kim karışır.
----- Uzun zamandır aramız limoniydi.Sonunda düzeltmiştik ama sayeyizde….
---- İyiya edeydin.Noldu ki?
---- Bizde bayram edecek hal mi bıraktın.Devam ederek
---- Akşam kapıyı neşe içinde çaldım.Hanım açtı kapıyı.Surat asık,Çarşamba.Yüzünden düşen bin parça.Bana hoş geldin bile demedi.”Hayırdır hanım” dedim ses yok.Ben ısrar edince “sen nedenini bilürsün” dedi.Hayırdır inşallah dedim üstelemedim.Ama içim içimi yiyor.
---- Neyse yemek masasına oturduk.Oğlan bana dik dik bakıyor.Anası yemeği kafama atar gibi koyuyor tabağa.Bu tafranın nedenini soriim.”Sen bülürsün” başka bir cevap yok.Allahım gudurucam.Oğlanın hesap soran bakışlarına mı sininrlenirsin yoksa hanımın ikide bir sen bülürsün demesine mi?Nihayet canıma tak dedi.
--- “Yeter lan neyse söyleyin” dedim.
---- Ben” sakin ol abi”
---- Ana şuna bak bide sakin ol dii.
---- Benim oğlan birden bire “ Sen kaç evlüsün” dedi
---- O an ev başıma yıkılii sandım.Sorunun saçmalına mı yanarsın oğlanın ukalalığına mı yanarsın.
Fazla uzatmayalım kısa keselim Amed abim o geceyi yemin billahlarla geçirir.Hanımı bir eşek şakası olduğunu anlamıştır ama inanmıyor numarası ile ahmed abiden ömr-ü hayatının bütün hınçlarını alır. Geceyi ona zindan eder.
Düğün bayram mı bakın onu sormaya cesaret edemedim.Ben canıma susamadım.Bu eşek şakasının üzerine bir de nışadır mı süreydim.






13 Mart 2009 Cuma


Bugünlerde moralim çok bozuk. Bütün hayallerim yıkıldı, hesaplarım altüst oldu.Birde üstüne üstlük kepaze oldum.Yedi düvele ilan etmiştim,dost, düşman duymayan kalmamıştı.
(Allah uzun ömürler versin)Anacığım teselli etmeye çalıyor ama yetiremiyor. “Oğlum bir dahaki sefere inşallah” diyor, ama nafile, onun söylediklerini kulaklarım duymuyor bile. Sabaha kadar gözüme uyku girmiyor,dön sağa dön sola, yatakta sabahı zor ediyorum.
Ne yapayım her şey nasip, kısmet meselesi.
Muhtarlık adaylığından vazgeçmek zorunda kaldım dostlarım, beni altüst eden derdim işte bu. Önce ilan ettik, dost düşman herkese duyurduk, sonra vazgeçtik. Bundan büyük bozgun daha ne olabilir ki benim için.
Malum, bundan bir ay evvel grupta Bayramca mahallesinde muhtar adayı olduğumu açıklamıştım. Bugüne kadar bu konuda bir çalışma yapamadım. Çiftlikteki bakıcının ayrılması ile işlerin bana kalması beni ziyadesi ile meşgul etti. Nihayet geçen hafta, yeni bakıcının gelmesiyle çok şükür bu eziyetten kurtuldum.
Hafta sonuna doğru artık bende seçim çalışmalarına başlayayım dedim.
Ben aslında öyle sıkı ve pahalı bir çalışma yapmayacaktım. Öyle ya boyumuz bosumuz yerinde,mürekkepse yalamışız,çene maşallah,işgüzarlık o biçim,Bayramca mahallesinde çiftliğim var oralı sayılırım.Benden iyi muhtar mı bulacaklar,bana yalvarmaları lazım, ne olur gel bizi kurtar demeleri lazım. Seçime bile girmeden bana gelip muhtarlık mührünü vermeleri lazım ya neyse.Ben mütevazi bir insanım işi oralara kadar düşürmedim.Vatandaş beş yılda bir de olsa insan yerine konduğunu anlasın dedim.
Hatta Bayramca’nın ileri gelenleri karşına rakip çıkarmak bile abes, partiler üstü olmalısın dediler, ama ben ”yok her şey kuralına göre olmalı, hem yalandan da olsa bir peşrevimiz olsun ki seçim kazandığımızı bilelim” dedim.
Belediye başkan adaylarımıza özendim, külliyatlı masraflara girip “apartuman” boyu bir afiş hazırlatıp tabakhane deresinin tam orta yerine astırmayı bile düşündüm. Hem torunlarıma seçim hatıram kalırdı. Dedemiz ne heybetli muhtarmış derlerdi.
Afişimin bile projesini tasarlamıştım kafamda, şu şekilde olacaktı;
Sekiz köşeli kasketimi geçirmişim başıma, gözlerimde siyah güneş gözlüklerim ,yeleğimin altında yakasız beyaz gömlek, kıçımda külot pantolon , ayağımda körüklü çizmelerimle şaha kalkmış küheylanımın üzerindeyim.Bir elimle yuları tutuyorum,diğer elimde ( T ) cetveli.Arka fonda Bayramca’nın tepeleri.Altında şunlar yazacaktı”Haydi!... Bayramca’nın mimarıyla Bayramca’nın imarına, ileri….”
Bu duygularla geçen haftanın sonlarına doğru “ya bismillah” deyip düştüm Bayramca’nın yollarına.
Köprüyü geçip Bayramca topraklarındaki ilk kahveye girdim. Malum herkes beni tanıyor,hoş beş faslından sonra konuya girmiştim ki içlerinden biri,
- Yakup bey sizin çiftlikte kaç tavuğunuz var
- Hayırdır, benim tavuklarla ne işin var?
- Bayramca’da seçmen sayısı beş bin de onun için sordum
- Tavukla seçmenin ne alakası var?
- Yetmezse dışarıdan mı satın alacaksın?
- Aymaya başladım, anlaşılan tavuklarıma göz dikmişlerdi ”ne yani seçmene tavuk mu dağıtacağız”,
- Sende tavuk var, seçmende oy. Senin oya, seçmeninde tavuğa ihtiyacı var. Olan olmayana vermeli diyoruz hani,
- Haydi ya çok değil mi? İki poşet tavuk gübresi versek yetmez mi?
- Beyim dalga mı geçiyorsun, pirinç makarna gırla gidiyor, bir de üstüne üstlük torba- torba kömür dağıtıyorlar, yanındaki fındık kabuğu da hediyesi.
- Deme ya, ne olacak şimdi?
- Sen bilirsin abi, biz buradayız karar senin.
İşte böyle a dostlar, çise yemiş sümsük kedi gibi döndüm geldim. Varım yoğum olan tavuklarımı da elimden alacaklardı. Benim hayaller gelecek seçimlere kaldı.
Afişim ne de güzel olacaktı;
Elimde (T) cetveli,başımdaki sekiz köşeli kasketimle şaha kaldırmışım küheylanımı ”Haydi!...Bayramcanın mimarıyla Bayramcanın imarına , ileri….”

2009 SEÇİM TEFRİKALARI(1)


Bugünlerde moralim çok bozuk. Bütün hayallerim yıkıldı, hesaplarım altüst oldu.Birde üstüne üstlük kepaze oldum.Yedi düvele ilan etmiştim,dost, düşman duymayan kalmamıştı.
(Allah uzun ömürler versin)Anacığım teselli etmeye çalıyor ama yetiremiyor. “Oğlum bir dahaki sefere inşallah” diyor, ama nafile, onun söylediklerini kulaklarım duymuyor bile. Sabaha kadar gözüme uyku girmiyor,dön sağa dön sola, yatakta sabahı zor ediyorum.
Ne yapayım her şey nasip, kısmet meselesi.
Muhtarlık adaylığından vazgeçmek zorunda kaldım dostlarım, beni altüst eden derdim işte bu. Önce ilan ettik, dost düşman herkese duyurduk, sonra vazgeçtik. Bundan büyük bozgun daha ne olabilir ki benim için.
Malum, bundan bir ay evvel grupta Bayramca mahallesinde muhtar adayı olduğumu açıklamıştım. Bugüne kadar bu konuda bir çalışma yapamadım. Çiftlikteki bakıcının ayrılması ile işlerin bana kalması beni ziyadesi ile meşgul etti. Nihayet geçen hafta, yeni bakıcının gelmesiyle çok şükür bu eziyetten kurtuldum.
Hafta sonuna doğru artık bende seçim çalışmalarına başlayayım dedim.
Ben aslında öyle sıkı ve pahalı bir çalışma yapmayacaktım. Öyle ya boyumuz bosumuz yerinde,mürekkepse yalamışız,çene maşallah,işgüzarlık o biçim,Bayramca mahallesinde çiftliğim var oralı sayılırım.Benden iyi muhtar mı bulacaklar,bana yalvarmaları lazım, ne olur gel bizi kurtar demeleri lazım. Seçime bile girmeden bana gelip muhtarlık mührünü vermeleri lazım ya neyse.Ben mütevazi bir insanım işi oralara kadar düşürmedim.Vatandaş beş yılda bir de olsa insan yerine konduğunu anlasın dedim.
Hatta Bayramca’nın ileri gelenleri karşına rakip çıkarmak bile abes, partiler üstü olmalısın dediler, ama ben ”yok her şey kuralına göre olmalı, hem yalandan da olsa bir peşrevimiz olsun ki seçim kazandığımızı bilelim” dedim.
Belediye başkan adaylarımıza özendim, külliyatlı masraflara girip “apartuman” boyu bir afiş hazırlatıp tabakhane deresinin tam orta yerine astırmayı bile düşündüm. Hem torunlarıma seçim hatıram kalırdı. Dedemiz ne heybetli muhtarmış derlerdi.
Afişimin bile projesini tasarlamıştım kafamda, şu şekilde olacaktı;
Sekiz köşeli kasketimi geçirmişim başıma, gözlerimde siyah güneş gözlüklerim ,yeleğimin altında yakasız beyaz gömlek, kıçımda külot pantolon , ayağımda körüklü çizmelerimle şaha kalkmış küheylanımın üzerindeyim.Bir elimle yuları tutuyorum,diğer elimde ( T ) cetveli.Arka fonda Bayramca’nın tepeleri.Altında şunlar yazacaktı”Haydi!... Bayramca’nın mimarıyla Bayramca’nın imarına, ileri….”
Bu duygularla geçen haftanın sonlarına doğru “ya bismillah” deyip düştüm Bayramca’nın yollarına.
Köprüyü geçip Bayramca topraklarındaki ilk kahveye girdim. Malum herkes beni tanıyor,hoş beş faslından sonra konuya girmiştim ki içlerinden biri,
- Yakup bey sizin çiftlikte kaç tavuğunuz var
- Hayırdır, benim tavuklarla ne işin var?
- Bayramca’da seçmen sayısı beş bin de onun için sordum
- Tavukla seçmenin ne alakası var?
- Yetmezse dışarıdan mı satın alacaksın?
- Aymaya başladım, anlaşılan tavuklarıma göz dikmişlerdi ”ne yani seçmene tavuk mu dağıtacağız”,
- Sende tavuk var, seçmende oy. Senin oya, seçmeninde tavuğa ihtiyacı var. Olan olmayana vermeli diyoruz hani,
- Haydi ya çok değil mi? İki poşet tavuk gübresi versek yetmez mi?
- Beyim dalga mı geçiyorsun, pirinç makarna gırla gidiyor, bir de üstüne üstlük torba- torba kömür dağıtıyorlar, yanındaki fındık kabuğu da hediyesi.
- Deme ya, ne olacak şimdi?
- Sen bilirsin abi, biz buradayız karar senin.
İşte böyle a dostlar, çise yemiş sümsük kedi gibi döndüm geldim. Varım yoğum olan tavuklarımı da elimden alacaklardı. Benim hayaller gelecek seçimlere kaldı.
Afişim ne de güzel olacaktı;
Elimde (T) cetveli,başımdaki sekiz köşeli kasketimle şaha kaldırmışım küheylanımı ”Haydi!...Bayramcanın mimarıyla Bayramcanın imarına , ileri….”

2009 SEÇİM TEFRİKALARI

Bugünlerde moralim çok bozuk. Bütün hayallerim yıkıldı, hesaplarım altüst oldu.Birde üstüne üstlük kepaze oldum.Yedi düvele ilan etmiştim,dost, düşman duymayan kalmamıştı.
(Allah uzun ömürler versin)Anacığım teselli etmeye çalıyor ama yetiremiyor. “Oğlum bir dahaki sefere inşallah” diyor, ama nafile, onun söylediklerini kulaklarım duymuyor bile. Sabaha kadar gözüme uyku girmiyor,dön sağa dön sola, yatakta sabahı zor ediyorum.
Ne yapayım her şey nasip, kısmet meselesi.
Muhtarlık adaylığından vazgeçmek zorunda kaldım dostlarım, beni altüst eden derdim işte bu. Önce ilan ettik, dost düşman herkese duyurduk, sonra vazgeçtik. Bundan büyük bozgun daha ne olabilir ki benim için.
Malum, bundan bir ay evvel grupta Bayramca mahallesinde muhtar adayı olduğumu açıklamıştım. Bugüne kadar bu konuda bir çalışma yapamadım. Çiftlikteki bakıcının ayrılması ile işlerin bana kalması beni ziyadesi ile meşgul etti. Nihayet geçen hafta, yeni bakıcının gelmesiyle çok şükür bu eziyetten kurtuldum.
Hafta sonuna doğru artık bende seçim çalışmalarına başlayayım dedim.
Ben aslında öyle sıkı ve pahalı bir çalışma yapmayacaktım. Öyle ya boyumuz bosumuz yerinde,mürekkepse yalamışız,çene maşallah,işgüzarlık o biçim,Bayramca mahallesinde çiftliğim var oralı sayılırım.Benden iyi muhtar mı bulacaklar,bana yalvarmaları lazım, ne olur gel bizi kurtar demeleri lazım. Seçime bile girmeden bana gelip muhtarlık mührünü vermeleri lazım ya neyse.Ben mütevazi bir insanım işi oralara kadar düşürmedim.Vatandaş beş yılda bir de olsa insan yerine konduğunu anlasın dedim.
Hatta Bayramca’nın ileri gelenleri karşına rakip çıkarmak bile abes, partiler üstü olmalısın dediler, ama ben ”yok her şey kuralına göre olmalı, hem yalandan da olsa bir peşrevimiz olsun ki seçim kazandığımızı bilelim” dedim.
Belediye başkan adaylarımıza özendim, külliyatlı masraflara girip “apartuman” boyu bir afiş hazırlatıp tabakhane deresinin tam orta yerine astırmayı bile düşündüm. Hem torunlarıma seçim hatıram kalırdı. Dedemiz ne heybetli muhtarmış derlerdi.
Afişimin bile projesini tasarlamıştım kafamda, şu şekilde olacaktı;
Sekiz köşeli kasketimi geçirmişim başıma, gözlerimde siyah güneş gözlüklerim ,yeleğimin altında yakasız beyaz gömlek, kıçımda külot pantolon , ayağımda körüklü çizmelerimle şaha kalkmış küheylanımın üzerindeyim.Bir elimle yuları tutuyorum,diğer elimde ( T ) cetveli.Arka fonda Bayramca’nın tepeleri.Altında şunlar yazacaktı”Haydi!... Bayramca’nın mimarıyla Bayramca’nın imarına, ileri….”
Bu duygularla geçen haftanın sonlarına doğru “ya bismillah” deyip düştüm Bayramca’nın yollarına.
Köprüyü geçip Bayramca topraklarındaki ilk kahveye girdim. Malum herkes beni tanıyor,hoş beş faslından sonra konuya girmiştim ki içlerinden biri,
- Yakup bey sizin çiftlikte kaç tavuğunuz var
- Hayırdır, benim tavuklarla ne işin var?
- Bayramca’da seçmen sayısı beş bin de onun için sordum
- Tavukla seçmenin ne alakası var?
- Yetmezse dışarıdan mı satın alacaksın?
- Aymaya başladım, anlaşılan tavuklarıma göz dikmişlerdi ”ne yani seçmene tavuk mu dağıtacağız”,
- Sende tavuk var, seçmende oy. Senin oya, seçmeninde tavuğa ihtiyacı var. Olan olmayana vermeli diyoruz hani,
- Haydi ya çok değil mi? İki poşet tavuk gübresi versek yetmez mi?
- Beyim dalga mı geçiyorsun, pirinç makarna gırla gidiyor, bir de üstüne üstlük torba- torba kömür dağıtıyorlar, yanındaki fındık kabuğu da hediyesi.
- Deme ya, ne olacak şimdi?
- Sen bilirsin abi, biz buradayız karar senin.
İşte böyle a dostlar, çise yemiş sümsük kedi gibi döndüm geldim. Varım yoğum olan tavuklarımı da elimden alacaklardı. Benim hayaller gelecek seçimlere kaldı.
Afişim ne de güzel olacaktı;
Elimde (T) cetveli,başımdaki sekiz köşeli kasketimle şaha kaldırmışım küheylanımı ”Haydi!...Bayramcanın mimarıyla Bayramcanın imarına , ileri….”

4 Mart 2009 Çarşamba


BEN ŞİMDİ NEYE EDİCEM ?
Rahmetli babam benim paşa olmamı o kadar çok arzulamıştı ki, bu konuda elinden gelen gayreti ve yardımı esirgememişti.
Bunların içersinde elbette mükafatlar da vardı.”Sınıfını ikmale kalmadan doğrudan geç sana pantolon alacağım,yada iftihara geç sana bir takım elbise” gibi gayrete getirici vaadleri olmuştu.
Bunlardan biride ortaokulun bitirme imtihanlarını haziranda verir, ikmale kalmadan doğrudan geçersem beni ağabeyimle beraber İstanbul’a gönderecekti. Ortaokulu “doğrudan geçtim” İstanbul’a gitmeye hak kazandım.
Şimdi hikayemize gelelim;
Yıl 1968,aylardan haziran.Ağabeyimle Yaşar Gazioğlunun oğlu rahmetli Ahmet ve onun arkadaşı Ünye Ağır Ceza hakiminin oğlu (Robet Kolejde okuyordu,adını hatırlayamadım) ile beraber biz dört kişi İstanbul’a gitmek üzere Samsun’dan Deniz Yollarının’nın Ege adlı yolcu gemisi ile yola koyulduk.
Kamaralarımıza yerleştik, biraz güvertede, biraz oturma salonunda vakit geçirdik,nihayetinde akşam yemeği saati geldi.Yemek salonuna geçtik,yemeğimizin sonuna gelmiştik ki ben helaya gitme ihtiyacı duydum.
Helaya vardım, içeri girdim,aranmaya başladım.
Aradığım hela taşı idi. Bildiğimiz hela taşı.Hani şu yere döşenmiş,ortasında deliği olan hela taşını.
Hemen yeni yetmeler atılacaklar şimdi, şuna alaturka hela desene,diyecekler.
O zamanlar alaturka, alafranga mı vardı delikanlılar.Ünye’de o zamanlar bir cins hela taşı vardı.Onunda adı bir tane idi zaten, “hela taşı” o kadar.
Cumhuriyet meydanının kuzeyinde olanlarla, rum ve ermeni evlerinde kalanlar mozayıktan dökme hela taşı kullanırlardı,güneyinde kalan “vatandaşcuklar”da taştan oyulma hela taşı kullanırlardı.”Arasad”da kalanlar da neye güçleri yeterse onu kullanırlardı.
Bu tarihi bilgiyi verdikten sonra konumuza geri dönelim.( Bu verdiğim bilgileri Tarihi Gruplarda kullanmak izne tabidir)
Ben 3-5 dakika bu taşı aradım, ortalıklarda böyle bir şey gözükmüyordu.
Yalnız kıyıda-ortada garip bir şey vardı, hayatımda ilk defa görüyordum,
Beyaz, elli santim kadar yüksekliğinde oval,üzerinde kapağı olan seramikten yapılmış bir şeydi.Merakla ve çaresiz kapağı kaldırdım ki ne göreyim içi kazan gibi oyuk,içinde bir miktarda su vardı.
Meraklı gözlerle sağına, soluna baktım anlamaya çalıştım, fakat keşfedemedim bir türlü.
Sindirim sistemim beni sıkıştırıyordu, ben aklımı sıkıştırıyordum ama nafile, bu edevatın ne işe yaradığını anlamam mümkün değildi.
Sonunda bende, bunun bir hacet eşyası olabileceği( daha o zamanlar mimar olacağım belli imiş) fikri uyandı, beklide değildi,bir türlü karar veremiyordum.Ama içinde bulunduğum çaresizlik bana onu kullanmam gerektiği yönünde dürtüklüyordu.”Arasad”da doğmuşum, ve onun ne olduğunu bilemiyordum.Hayıflandım, ah dedim içimden, keşke rum evinde doğsaydım,ve orada büyümüş olsa idim, şimdi bunun ne olduğunu”şıppadanak” bilirdim. Beni bir “sevinceklik” aldı, kullanmaya niyetlendim ki,hevesim kursağımda kaldı.
Nedeni şu;
Bu meret ayakta kullanılmaz, oturmam mümkün değil, tiksinirim,necasetin değdiği yere elimi bile süremem, ki başka tarafımı süreyim.
Sonunda,sindirim sistemimin zorlaması karşısında, çaresiz üzerine tünedim.
Sonrası malum, sindirim sistemim rahatladı ama ben kan ter içerisinde kaldım.
Bazı öğrenmeler deneme yanılma yoluyla olabiliyor, benimkisi de o cinstendi.
BEN ŞİNDİ NEYE EDİCEM ?
Rahmetli babam benim paşa olmamı o kadar çok arzulamıştı ki, bu konuda elinden gelen gayreti ve yardımı esirgememişti.
Bunların içersinde elbette mükafatlar da vardı.”Sınıfını ikmale kalmadan doğrudan geç sana pantolon alacağım,yada iftihara geç sana bir takım elbise” gibi gayrete getirici vaadleri olmuştu.
Bunlardan biride ortaokulun bitirme imtihanlarını haziranda verir, ikmale kalmadan doğrudan geçersem beni ağabeyimle beraber İstanbul’a gönderecekti. Ortaokulu “doğrudan geçtim” İstanbul’a gitmeye hak kazandım.
Şimdi hikayemize gelelim;
Yıl 1968,aylardan haziran.Ağabeyimle Yaşar Gazioğlunun oğlu rahmetli Ahmet ve onun arkadaşı Ünye Ağır Ceza hakiminin oğlu (Robet Kolejde okuyordu,adını hatırlayamadım) ile beraber biz dört kişi İstanbul’a gitmek üzere Samsun’dan Deniz Yollarının’nın Ege adlı yolcu gemisi ile yola koyulduk.
Kamaralarımıza yerleştik, biraz güvertede, biraz oturma salonunda vakit geçirdik,nihayetinde akşam yemeği saati geldi.Yemek salonuna geçtik,yemeğimizin sonuna gelmiştik ki ben helaya gitme ihtiyacı duydum.
Helaya vardım, içeri girdim,aranmaya başladım.
Aradığım hela taşı idi. Bildiğimiz hela taşı.Hani şu yere döşenmiş,ortasında deliği olan hela taşını.
Hemen yeni yetmeler atılacaklar şimdi, şuna alaturka hela desene,diyecekler.
O zamanlar alaturka, alafranga mı vardı delikanlılar.Ünye’de o zamanlar bir cins hela taşı vardı.Onunda adı bir tane idi zaten, “hela taşı” o kadar.
Cumhuriyet meydanının kuzeyinde olanlarla, rum ve ermeni evlerinde kalanlar mozayıktan dökme hela taşı kullanırlardı,güneyinde kalan “vatandaşcuklar”da taştan oyulma hela taşı kullanırlardı.”Arasad”da kalanlar da neye güçleri yeterse onu kullanırlardı.
Bu tarihi bilgiyi verdikten sonra konumuza geri dönelim.( Bu verdiğim bilgileri Tarihi Gruplarda kullanmak izne tabidir)
Ben 3-5 dakika bu taşı aradım, ortalıklarda böyle bir şey gözükmüyordu.
Yalnız kıyıda-ortada garip bir şey vardı, hayatımda ilk defa görüyordum,
Beyaz, elli santim kadar yüksekliğinde oval,üzerinde kapağı olan seramikten yapılmış bir şeydi.Merakla ve çaresiz kapağı kaldırdım ki ne göreyim içi kazan gibi oyuk,içinde bir miktarda su vardı.
Meraklı gözlerle sağına, soluna baktım anlamaya çalıştım, fakat keşfedemedim bir türlü.
Sindirim sistemim beni sıkıştırıyordu, ben aklımı sıkıştırıyordum ama nafile, bu edevatın ne işe yaradığını anlamam mümkün değildi.
Sonunda bende, bunun bir hacet eşyası olabileceği( daha o zamanlar mimar olacağım belli imiş) fikri uyandı, beklide değildi,bir türlü karar veremiyordum.Ama içinde bulunduğum çaresizlik bana onu kullanmam gerektiği yönünde dürtüklüyordu.”Arasad”da doğmuşum, ve onun ne olduğunu bilemiyordum.Hayıflandım, ah dedim içimden, keşke rum evinde doğsaydım,ve orada büyümüş olsa idim, şimdi bunun ne olduğunu”şıppadanak” bilirdim. Beni bir “sevinceklik” aldı, kullanmaya niyetlendim ki,hevesim kursağımda kaldı.
Nedeni şu;
Bu meret ayakta kullanılmaz, oturmam mümkün değil, tiksinirim,necasetin değdiği yere elimi bile süremem, ki başka tarafımı süreyim.
Sonunda,sindirim sistemimin zorlaması karşısında, çaresiz üzerine tünedim.
Sonrası malum, sindirim sistemim rahatladı ama ben kan ter içerisinde kaldım.
Bazı öğrenmeler deneme yanılma yoluyla olabiliyor, benimkisi de o cinstendi.

  Kalemi kırmışlar bir kere...  Temyiz etmenin ne kârı var.  Hükmünü  erteleme kadı...  Ruhuma zulmün ne kârı  var.