Bu Blogda Ara

1 Mart 2025 Cumartesi

ÇÖZÜM SÜRECİ Mİ YOKSA ÜLKENİN ÇÖZÜLMESİ Mİ?

    

Bundan birkaç yıl önce, face’de bir duvar yazımda, PYD Suriye’nin doğusunda IŞID’ı kovarak Suriye’nin üçte birini işgal edip çöreklenince “Kürtler, Suriye’de İsrail destekli devletlerini kurdular” mealinde bir yazı paylaşmıştım. Bunu okuma zahmetinde bulunan dostlarım “bizim çokbilmiş yazar arkadaşımız yine bir şeyler yumurtladı.” Demişler kendi kendilerine. Çünkü yüz yüze görüşmelerimde bunu hep yüzüme vurdular.

Bunu neden mi ön gürdüm. Çünkü, birincisi İsrail’in çevre ülkelerine karşı kullanacağı bir koçbaşı lazımdı. İkincisi İsrail dar alanda sıkışmış, ileride çekeceği su sıkıntısına çözüm olacak Fırat nehri, tarımsal üretim yapacak verimli toprakları ve üretim tesisleri kurabileceği, aynı zamanda nüfus transferi yapabileceği geniş topraklar için bulunmaz nimetti. Kürtlerin kuracağı bu devlet, yine (İran dahil) çevre ülkelerin enerji kaynaklarını kontrol edebileceği Ortadoğu’nun merkezinde ‘fedai’ bir devlet olacaktı.

Bunun için yapılan operasyon; önce Suriye’nin içinin karıştırılması, sonra İsrail’in çevresindeki vekalet güçlerinin tasfiyesi ve son olarak Esad’ın kovulması ile operasyon tamamlandı. Beş on yıldır yaşanılanların özeti bu… Diğer ayrıntılar ve itişmeler filmin dolgu malzemeleri ve selden kütük kapma yarışı.     

PKK bu olayların neresinde? Kürtlerin Suriye’nin doğusunu ele geçirmeleri için hazır militan kuvvetlere ihtiyaçları vardı. O da Kandil’in emrindeki militanlardı. Amerika destekli PKK militanları buraya kaydırıldı. Dolayısıyla Kandil ilgisini Anadolu’dan Suriye’ye kaydırdı. İşin tuhaf tarafı Amerika Kandil’in elebaşlarının başlarına ödüller koydu. Hem de hatırı sayılır ödüller. Kısaca Amerika PKK elebaşlarını Kandil’e hapsetti. Bizimkiler de bu arada kırmızı bülten çıkardılar. Zaman zaman Suriye’de ve Irak’ta operasyonlarla hatırı sayılır elebaşı avladılar. Suriye’de örgütlenen Kürtlerin yöneticilerini de dünyada terörle doğrudan ilişkilendirilmeyenlerden seçtiler.

Gelelim bugünlere…

Kandil’e sıkışmış, adı var kendi yok örgütün tasfiyesine gelmişti. Çünkü ileride bu gücün Suriye’de kendi soydaşları ile güç savaşına girmesi muhtemeldi. Böyle bir militan gücün bölge ülkeleri için tehlike arz ettiği kadar, Türkiye için de tehlikeli idi. Silahlı(terör) tehlikesi olduğu kadar, ayrıca Kürt siyasi hareketin üzerinde her zaman baskı unsuru olurdu. Yine Suriye’de kurulacak Kürt devletine Türkiye’nin razı olabilmesi için Türkiye’ye ödünler verilmeliydi. (Türkiye istese de engel olabilir-miydi?)

Kısaca Kandil PKK’sı hem Türkiye için hem de Kürtler için bir engel ve aynı zamanda tehlike idi. Öcalan vasıtası ile Kandil tasfiye ediliyor. Hadise bu. Geri kalan bilek güreşi yukarıda dediğim gibi “ne kaparsak kardır” hadisesinden başka bir şey değil. Türkiye ne verir, Kürtler ne kadarına razı olur bunu zaman gösterecek. Bu pazarlıkların içinde Erdoğan’ın özel istekleri olur mu, Türkiye’yi geçmişin vesayetinden kurtaracağız derken başka bir vesayete sokarlar mı? Yaşayıp göreceğiz. Bu konuda muhalefetin gücü nedir? Çok da olumlu bakamıyorum. Eğer oyun büyükse- ki öyle- muhalefetin buna gücü yeter mi? Hatta ‘yalancı pehlivanlık’ yapıyorlar gibi de geliyor bana. Televizyonlarda kimler ne demiş? Bunun üzerinde kafa yormak beyhude… Her şey arka odada cereyan ediyor.

Hatırlayanlar bilir… Sovyetlerin yıkılışına yakın Almanya’dan kalkıp Moskova’ya inen on yedi yaşındaki bir sabinin kıllandığı pırpırlı bir uçak hikayesi var. Vayy be dedik. Kızıl ordu amma da güçsüzmüş. Kızıl ordu nasıl olur da bu denli zayıf olur? Halbuki bu olay Kızıl ordu içindeki muhalifleri tasfiye için organize edilmiş. Gorbaçov başta savunma bakanı dahil yirmi bir kişiyi hapse tıkmış.

Neyse…

Bundan sonra ne olur? Kürt hareketi bitmez. Her ne kadar “demokratik zeminde siyaset” gibi insancıl cümleler kurulsa da… Mücadele evrim geçirdi, günün şartlarına uygun, başka bir zemine kayacak. Kürtlerin talepleri dünyada masum, insancıl, demokratik istekler olarak algılanacak ve hatta teşvik edilecek. Bu Türkiye üzerinde baskı unsuru oluşturacak. Batı Türkiye’nin en ufak talebi karşısında Kürt kartını oynayacak. Bu tip talepler Osmanlı zamanından bugüne kadar zaman zaman önümüze konmuştur.

Birincisi, bu tip talepleri savuşturmak için öncelikle çok güçlü bir ekonomiye sahip olmak gerekir. İkincisi, sosyal, sınıfsal ve siyasal anlamda çok iyi örgütlenmiş, kesimler arasında derin görüş ve anlayış farklılıklarının olmaması gerekir. Bunlar mevcut mu? Bu sorumun cevabı takdir edersiniz ki malum!..

Ekonomisi malum, toplumsal fayları derin, medeniyet ve kültürde sınıfta kalmış, siyasal sistemi, devleti ayakta tutan kurumları tartışılır hale gelmiş bir devletin çekiciliği ve kıymet-i harbiyesi ne kadar itibar görür. Ben Türküm ve bu vatanda öyle veya böyle yaşamak ve sahip çıkmak durumundayım.

Bir de Kürtler tarafından bakalım resme… “(Dışardan güdümlü de olsa) Suriye’de oturmuş sistemi, gelişmiş bir ekonomisi olan bir devletim varken ne diye (çekim alanım olmayan) bu Türkiye’yi benimseyip, sahip çıkayım ki? Yani (ekonomi, kültürel ve medeniyet yönünden) sahip çıkamazsan, çekim alanı oluşturamazsan sahip çıkarlar. Bu dünyanın gerçeği böyle…

Sıkıntı büyük… Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık… Hayırlısı… Büyükler daha iyi bilir!...

 

 

 

               

 

 



27 Ocak 2025 Pazartesi

SUÇ AKP’nin DEĞİL



 Şöyle düşünelim,

Sovyetler Birliği dağılmadan önce, ülke içindeki her türlü olumsuzlar sistem içindeki yanlış uygulamalardan olduğu düşünülüyordu.

Nitekim Gorbaçov Perestroyka (yeniden yapılanma) söylemiyle yola çıkmıştı. Yani sistemin yeniden ele alınıp, aksak yerlerinin düzeltilmesiydi. Bunun içinde Glasnost (açıklık)da vardı. Otoriter olan rejimin gevşetilmesi ve özgürlüklerin genişletilmesiydi. Uygulama Sovyetler Birliğinin yıkılmasını getirdi.

Netice itibarıyla,

Suç sistemin yanlış uygulanması değildi. Suç sistemin kendisiydi. Gorbaçov ve arkadaşları işin buralara kadar geleceğini tahmin etmişler-miydi? Bilemiyoruz. Belki de bildikleri halde kamuoyunun tepkilerinden çekindiler. Yumuşak geçiş yaptılar.

Bu arada; Sovyetler Birliğinin kansız yıkılması bir başarıdır. Ama kimlerin? Bunu da bilemiyoruz. En azından ben bilmiyorum. Zaten konum da değil.

Türkiye’ye gelelim,

2002 yılında AKP iktidara gelmeden önceki memleket ahvalini kısa notlarla hatırlayalım.

1923 yılında Cumhuriyet kurulduğunda ekonomisi ilkel tarıma dayanan, sosyal sınıf olarak burjuvası olmayan, çoğunluğu köylü, işçi sınıfı hak getire, orta sınıfı yetersiz, teşkilatlı ordu ve güvenlik güçleri ile idareci bürokrat sınıfı. Belirlenmiş siyasetçiler ile güdümlü bir meclis. Tüm ülkenin başında tek seçici ve yönetici bir lider

Mustafa Kemal’den sonra tek lider İsmet İnönü, sonrasında Menderes hükümetleri ve 1960 ihtilali. Asılan bir başbakan ile iki bakan. Hangi taraf haklı? Bu soruyu sormak yerine ülkenin kutuplaştırılması neden umursanmadı? Sorusunu sormak gerekmez mi?

71’ muhtırası ve akabinde 80’ darbesi…

Askerler memleketi düzeltmeye(!) alışmışlardı bir kere. Sonra Özal’la beraber liberal ekonomiye geçiş. Köyden şehre kitlesel yoğun göçler olmasa bile, hayatında kasabasından çıkmamışlar çalışmak için büyük şehirlerin yolarına düştüler.

90’la 2000’ler arası faili meçhul suikastlar, şüpheli siyasetçi ölümleri, 28 Şubat post modern darbesi ile geçti.

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana (CHP) dahil tüm partiler kendi zenginlerini yaratma derdine düştüler. Taraflı, yandaş, kısa zamanda köşeyi döndürmeler ve bu zenginler üzerinden siyasetçilerin nemalanmaları.

Kısaca,

Devlet kapanın elinde geleceği garanti alma aracı haline geldi. Bunun için, ekonomik kurumlar dahil, yargı, ordu, emniyet, bürokrasi…Kısaca devleti devlet yapan bütün kurumlar kullanıldı. Ama şu taraf ama bu taraf hiç fark etmedi. Emeni kapan ivedilikle buralara el attı.

Ordu “memleket sevdasından” ülke idaresinde hep baş aktör oldu. Gerekli gördüğünde (işine gelen mazeretlerle) siyasetçilere ayar verdi ve hatta onları hain ilan etti. Amacı için başta yargı dahil her kurumu kullandı. Bir tek ekonomik çevrelere el atmadı. Hatta (28 şubatta olduğu gibi) onlardan nemalandı.

Ben, ordunun (her ne kadar silahlı güç olsa da) ekonomik gücü arkasına almadıkça ülkeye ayar verecek kadar güçlü olabileceği kanaatinde değilim. Bunu not olarak ilave edeyim.

Ekonomik durumumuza gelince;

Cumhuriyet kurulurken burjuvamızın olmadığını söylemiştik. Devlet ekonominin lokomotifliğini ya kendi üzerine alır ya da özel sektöre yani burjuvaya terk eder.

Şöyle zannedilir, devlet ekonomik faaliyetlerinde stratejik davranır. Ama özel sektör (burjuva) kanalıyla yaptığında müdahale etmez. Bu tamamen yanlıştır. Devleti ayakta tutan unsurların başında ekonomi geldiğine göre bu şu anlama gelir, “ben bekamı yani geleceğimi burjuva kanalıyla yönlendirip, yöneteceğim.” Dolayısıyla burjuva ülkenin geleceği için çok önemlidir. Bir anlamda burjuva devletin ekonomi ayağıdır.

Burjuvanın bir başka görevi daha vardır ki… Hep göz ardı edilir. Medeniyetin lokomotifliğini de yapmak. Teknolojinin yanında medeniyet de ekonomi ile gelişir. Bu özet bilgiler ışığında şu soruyu soralım; burjuva üzerine düşen vazifeyi yerine getirdi mi?  Burjuvadan iki örneği araya sıkıştırayım. 50 yıldır otomotiv üreten bir burjuva kendi markasını yaratması gerekmez miydi? Hala montaj işiyle uğraşıyor. Bu nasıl bir ruhtur?

Yine öyle bir ülke ki,

İdeolojik olarak ayrışmış, ayrı dernekleri olan burjuvaları var. (!)

Kısaca, Eskişehir’in doğusundan bihaber bir burjuva!... Anadolu’dan kopuk, Anadolu’ya işi deposu ve tüketici gözüyle bakan bir “burjuva namzedi!”

Devam edelim,

Ülkemizin daha 2000 yılının başlarında %43’ü köylü idi.

Yani köylerde yaşıyordu. Siz dünyada %43 köylüden oluşmuş gelişmiş bir ülke gösterebilir misiniz?

Ama 2000 yılı öncesi siyasetçilerinin hemen tamamı seçim meydanlarında “köylünün” mahsulüne daha fazla fiyat vereceklerini vaat ediyorlardı. Halbuki o yıllarda dünya artık “akıllı tarım” teknolojisine geçiyordu.

Bir ülkenin ekonomisi sermaye sınıfı, eğitimli nüfusu ve akıllı yatırımları ile kalkınır. Ama ondan önce üzerinde mutabakat sağlanmış değerler manzumesine sahip olması gerekir.

Biz değerler dediğimiz zaman ideolojik fikirlerimiz aklıma geliyor. Halbuki ideoloji değer değildir. Gidilen yoldur.

Yüzyıllardır oluşmuş, toplumun zimmi olarak üzerinde mutabık kalmış yaşam felsefesidir. Zaman içerisinde birtakım değişimlere uğrasa bile, toplum kendi hayat tarzına göre şekillendirir.

Bunun örneğini Sovyetler Birliği ve Çin’de gördük. İdeolojik dayatma Sovyetler Birliğini çökertti, Çin’i dönüştürdü.

Başta da belirttiğimiz gibi Cumhuriyet olmayan burjuvasını halkın değerlerine göre oluşturamadı. Ama zengin yarattı, fırsatçılarını ihya etti.

Kısaca,

Tüm kurumlarımız ve sınıflarımız değerler verine politize olmuş kurumlar ve sınıflar haline geldi

Bu durumda olan bir ülke yönetimi 2002 yılında haydi düzelt diye AKP’ye teslim edildi.

AKP’yi kuranlara baktığımızda,

Baştakilerinin çoğunun politize olmuş, çatışmacı düzenden gelmiş… Arızanın sistemden değil, el değiştirmeyle çözülebileceğine inananlar olduğunu…

Köklü değişikler yapabilecek her türlü bilgiden yoksun olduklarını, becerilerinin de buna yetmeyeceğini…

En önemlisi,

Yıllardır hasret kaldıkları iktidar nimetlerinden (öncelikle) faydalanmadan, kısaca doymadan böyle bir işe soyunmayacaklarını bilmemiz gerekir.

Öbürlerinin devranı seksen yıl sürdü… Sabır!..

 

 

 

 






16 Ocak 2025 Perşembe

KARARSIZ TÜRKİYE

 

                                    



Bugün gazetenin birinde okudum. Bir araştırma şirketinin kamuoyunda yaptığı araştırmaya göre; bugün seçim olsa hangi partiye oy verirdiniz? Soruya verilen cevapta, ankete katılanların yaklaşık%37’si karsızım cevabını vermiş. Yani bir anlamda hiçbirine vermem.

Aynı gazetede bir yazar bunun sağlıklı olduğunu, çünkü (çoğunluk)seçmenlerin aidiyet(taraftarlık) duygusu ile hareket etmediğini, seçmenin partisinin kötü gidişatını görüp, yanlışa ortak olmak istemediğini yazıyor.

Oldum olası ben huyum gereği işin hep ters tarafından bakarım.

Önce şu soruyu soralım,

Seçmen neden kararsız kalır? Hiçbir partiye oyunu neden vermez?

Birinci ihtimal,

Kendi tuttuğu partiden umduğunu bulamamıştır, politikalarını beğenmiyordur. Ama kendi partisinden de ayrılamıyordur, öbür partilere de teveccüh etmiyordur. Yani kendi partisine ders vermek istiyordur.

Yine aidiyet duygusu ağır basmıştır, öbür partilere de gönlü elvermez. Bu kendi partisine bir mesajdır. “Toparla kendini” demek istiyordur.

Burada şu çıkıyor karşımıza,

Gönül verdiği parti ile derdini anlatacak, itirazını dillendirecek iletişimi kuramıyor demektir. Karşı taraf yani parti yönetiminin de bu konuda ya aymazlığı var ya da umurunda değil demektir. Ben ikinci olasılığın daha fazla olduğu kanaatindeyim. O zaman şu kanıya varmak hiç de yanlış olmaz. “Aymazlık da olsa umurlarında da olmasa yönetime gelenler ya bilgisizler, işin farkında değiller. Ya da yerlerini o kadar garanti görüyorlar ki, taban ne söylerse söylesin “gıy-gıy” yapıyorlar.

İkinci ihtimale gelince,

Seçmen bütün partilerden bıkmışsa, “bunların hepsi aynı yolun yolcusu” diyorsa… İşte o zaman “yandı gülüm keten helvası.”

Yine soru soralım,

Neden seçmen kitlesinin çoğunluğu bu hale geldi?

Birincisi, partiler kanunu öyle kifayetsiz, berbat ki ahbap çavuş ilişkisi içerisinde emeni kapanlar bir türlü orayı bırakmıyor. İşi siyaset sayesinde “bir şeyler kıvırmak” isteyenlerin kapağı attıkları, iş tuttukları yerler haline gelmiş.

İkincisi, sistem bunu öngörüyor. Ülkeyi yönetmek, olayları yönlendirmek, manipüle etmek böylesi kolay ve daha mümkün… Mesela, seksen beş milyonla uğraşacaklarına, parti yönetimleri ile işi kıvırmaları çok daha kolay.

İyi ama çeşitli ideolojilere sahip partilerin hepsi de mi böyle? Hiç fark etmez, sistemi böyle kurarsan partilerin ne düşündükleri önemli değildir. İsterse siyah beyaz kadar farklı olsunlar. Önemli olan neyi ne kadar, nasıl, nereye kadar ve ne zaman savunacaklarını öğret. Gerisi gelir.

Size iki örnek,

Birincisi fındıkta kokarca meselesi;

İktidar partisi bu konuda duymazdan geldi. Umurlarında bile olmadı.

Muhalefet ne yaptı? Televizyonlarda çığırtkanlık yaptılar. İktidara atıp, tuttular. Saha çalışması yaptılar mı? Ya da oturdukları yerden de olsa çözüm önerileri getirdiler mi? Duymadık, görmedik.  Laf aramızda,

CHP’nin gölge tarım bakanı, Ziraat Fakültesi Bitki Koruma bölümünden mezun olmuş. Sonra tarım ilaçları bayiliğine başlamış, halen bu işi yapıyor.  Parti içinde Niğde’de il başkanlığına kadar gelmiş. Bu kadar. Tarım konusunda hiçbir çalışması olmamış.

İkinci örneğe gelince,

CHP başkanı ÖZER herkes saat üçte beni TV’lerden takip etsin, çok önemli açıklama yapacağım dedi. Çıka, çıka kırmızı kart çıktı.

Bilmem anlatabildim mi?  

Netice,

Yukarısının meşrepleri farklı olsa ne olacak? Çekerleri aynı ya…

 

13 Ocak 2025 Pazartesi

KIÇ TARAFINDAN VERECEĞİM BEYİM





Bugün kendimi çok yordum galiba diye söylendim kendi kendime… Çiftlik binasından Ulu Meşeme doğru yorgun, ağır adımlarla yürürken bakıcının kızına seslendim. “Kızım bana bir yorgunluk kahvesi yapıver. Gelirken de cigamı unutma.”

Ulu Meşemin dibindeki sandalyeme çökerken, gözüm Ulu Meşeme takıldı. Gayr-i ihtiyarı hazla gülümsedim, sevinçle “bahar ne çabuk geldi dedim içimden… Ulu meşemin de yaprakları uç vermeye başladı. Hâlbuki daha geçen hafta hiçbir emaresi yoktu.”

Sandalyeye yayılırken, “şu sırt ağrıları da öldürecek beni.” İkindinin akşama dönmüş güneşinin sıcaklığını sırtımda hissettikçe mayıştım… Kendimden geçmişim.

                                               x x x x

Aç karnına akşamın erken saatinde uyursan, işte böyle gecenin bir vaktinde uyanırsın diye söylendi. Yattığı divandan ayaklarını yere saldı, sağına, soluna kayıtsızca baktı. Ne yapacağını kestiremez durumda öylece kaldı.

İyice kendine geldiğinde, ani kararla yatağına sırtüstü uzandı. Anlamsızca gökyüzünü seyretmeye başladı. Şantiyede kaldığı barakanın damı şeffaf naylonla örtülmüştü. Hemen bitişiğindeki Ulu Çınarın dalları nerede ise barakanın damına değiyordu.

Şantiyenin karşısındaki Vilayet Konağına istinaden o mıntıka haddinden fazla ışıklandırılmıştı. Kışın yapraklar döküldüğünde Çınar ağacının dallarını nerede ise bütün ayrıntıları ile görebiliyordu.

O gece hava açık ve bulutsuzdu. “Ulan şu lambalar olmasa yıldızları bile seyrederdim, kim bilir?

Bahar henüz gelmişti. Çınar ağacının yapraklarının uç verdiğini hisseti. Çünkü dallar artık zor seçiliyordu. “Sıçankulağı kadar olmuşlardır herhalde” diye tahmin yürüttü.

Böyle durumlarda her zaman olduğu gibi Mal-u hülyalara daldı. İstanbul’a ilk geldiği yılları hatırladı.

Vaktiyle,

Yani Evren Paşanın memleketi kurtarmasından(!) önce, üniversite talebeliği daha sosyeteleşmemişti.

Fakültede eğitim görürken, hayat mektebinin de çetrefilli yollarında yürüyorduk. Bir anlamda hayatın anlamını kavramaya çalışıyorduk.

Şimdikiler gibi cilalı, afili masaların hayalini kurmaz, bir baltaya sap olmanın… Ondan daha önemlisi geleceğini kestiremeyen, ileri yaşına rağmen yarınlarını garanti edememiş çilekeş atamızdan dersler çıkarıp, kıyıda, köşede de olsa SSK’lı bir işe sahip olmanın hayali içindeydik.

Zannederim biz bu amaçlar için öğrenim gören son nesillerdendik.

Bizden evvelki yani ’68 kuşağı dediğimiz nesil, buna henüz lise, hatta ortaokul çağlarında hayat mektebine başlamışlardı.

Daha henüz ana kucağında sabilerken, köyden gelip bir başlarına birkaç arkadaşı ile birlikte küf kokan iki odalı evlerde kalıp eğitimlerini sürdürmeye çalışan mekteplileri bilirim. Hafta sonları Ünye’ye uzak köylerine gidemeyenlere, babaları haftanın belli gününde yumurta, yoğurt, süt gibi pratik yemekler için nevaleler getirirlerdi. Öğlenleri yemek ihtiyaçlarını, babalarının anlaştıkları fırınlardan ya da okul yakınındaki bakkallardan yarım ekmek arası tahin helvalarıyla giderirlerdi.

Ben şanslı talebelerden biriydim. Biz şehirde otururduk. Lise sona kadar da öyle oldu.

Ve hatta…

İstanbul’a ilk gittiğim ’65 yılını saymazsak, ‘72’de İstanbul’a gittiğimde kalacağım bir evim, bana rehberlik yapacak bir ağabeyim vardı.

Diğer arkadaşlarım ya ucuz otel köşelerinde ya da kendilerinden önce öğrenime başlamış hemşerili arkadaşlarına sığınırlardı. Sonra, zaman geçtikçe, çevreye alıştıkça başlarının çaresine bakarlardı. Ya devlet yurtlarına kapağı atarlar ya da birkaç arkadaş birleşip daire kiralarlardı. Daire kiralamak da o kadar kolay değildi. Ya daireden çıkacak kiracı çıkmadan daireye yerleşirler, ya da emlakçı ile kafayı uydururlardı.

Cepleri dolu geldikleri iaşelerin bitimine yakın iki yakayı bir araya getirmenin, dolmuş parası dâhil her şeyden tasarruf etmenin derdine düşerlerdi. Memleketten ne zaman geleceği belli olmayan iaşenin sıkıntısını iliklerine kadar hissederlerdi.

Bu onlara birbirleri ile dayanışmayı öğretirdi.

İstanbul’da üniversiteye ablamın yanında kalarak başladım. Her ne kadar hesaplı olmayı bilsem de eniştem ve ağabeyimin sayesinde bu tür zorluklarla karşılaşmadım.

Sonra,

Eniştemin başka şehre tayin olması, ağabeyimin okulu bitirip İstanbul’dan ayrılması ile birlikte benim de hayatla baş başa kalma yıllarım başladı.

Her ne kadar okulum günlük siyasi olaylardan pek nasibini almasa bile, okul ve diğer masrafların yanında buzdolabı, çamaşır makinesi gibi bugünün sıradan eşyalarının olmadığı bir evde hayata göğüs germek kolay değildi. Ama diğer arkadaşlarımdan yine de daha şanslı idim. Ev sahibi akrabamızdı. Yanıma arkadaş almama şartıyla, cüzi bir kira ile oğlu evlenene kadar evde kalmama izin verdi.

Yine de hayat kolay değildi. Ama şikâyette etmiyordum. Hayatın genel akışıydı. Yorgun, argın aç bi aç eve gelip yemek yapmak, güğümde su ısıtıp kirlileri elde yıkamak ve hatta yıkanmak bile başlı başına bir uğraştı.

Eğer banyonuzda kazan varsa bu sizin için bir nimetti. Ben bunda da şanslı idim. Banyomda bakır kazanım vardı. Kazanımı haftada bir gün (çoğunlukla pazar günleri) yakar, banyomu yapar sonra kalan sıcak su ile kirli çamaşırlarımı elde yıkardım.

Dedim ya,

Ben yine şanslılardandım. Evde yalnızdım. Han odaları gibi kimin gelip, gittiği belli olmayan kalabalık talebe evlerinde, ya da her an can korkusu yaşamak zorunda olacağım devlet yurtlarında kalmadım.

Ama ne olursa olsun, talebelik ettiğim o beş yıl içerisinde hayatın tüm zorluklarını yaşamaya ve aşmaya amade yaşadım. Hiç de şikâyet etmedim, karşılaştığım her zorluklar karşısında çözüm ürettim. Çünkü mecburdum. Ya bu deveyi güdecektik ya da… Üniversite bizim için ilim yuvasından çok, sefillikten kurtulmanın, yarınlarımızı garanti etmenin kapısıydı.

Kısaca, üniversitede eğitimin yanı sıra dışarıda hayat mektebini de okuyorduk

Şüphesiz, diğer talebelerde benim gibilerdi... Hatta benden daha sıkıntılı olanlar vardı. Ama hepimiz (biraz az, biraz fazla) hayatın cenderesinden geçiyorduk.

O yıllarda, cep harçlığı olarak iki yakamı araya getirmekten çok, en çok hasretini duyduğum (her ne kadar evde becermeye çalışsam bile) bir ev hanımının elinden çıkmış bir tas çorba idi.

Öyle ya,

Ana kucağından kopup geldiğimiz gurbet ellerde ilk özlediğimiz, anamızın ellerinden çıkmış bir tabak ev yemeğini kim özlemezdi?

Kasımpaşa Kulaksız Yokuşunda ablamla kaldığım ilk evden üç yıl sonra, Cağaloğlu’nda Vilayet Konağının karşısındaki (şu anda Emniyet Müdürlüğü olan) yanan Defterdarlık binasının şantiyesinde ikamet etmeye başladım. Maaş mı? Hak getire… Ama cep haçlığımı da ihmal etmezdi patronum.

Kapak tahtalarından yapılmış şantiye binasının bitişiğindeki iki odalı baraka benim için bulunmaz nimetti. Üstü naylonla kaplı barakamdan çınar ağacının baharın gelişini karşılamasını bütün ayrıntısıyla izledim. Şantiye sorumlusu yaşıtım sayılan bir çalışanla birlikte kalıyorduk. Adı Mustafa idi galiba… Baraka bana aitti, o şantiye binasında kalıyordu.

Patronun bir küçük buzdolabından başka bir şeyimiz yoktu. Yemek işini şantiyenin küçük tüpünde hallediyorduk. Yemeğimiz çoğunlukla kışın hazır çorba ile bulgur pilavının yanında yoğurttu. Yazın domatesler çıktığında başyemeğimiz menemendi. Şimdilerdeki gibi her mevsimde her şey bulunmuyordu. Her sebze ve meyve mevsiminde yenirdi. Eğer çıkmışsa sosyete semti ve manavından başka yerde olmazdı. Pahası da bizim gibi iki yakasını bir araya getirmenin derdinde olanlar için değildi.

Arada bir televizyon seyretmeye pek de yakınımızda olmayan kahvehanelerden birine giderdik.

Ben o yıllarda, TRT’nin tek kanallı siyah-beyaz TV’sinde oldukça ilgi çeken Kaçak dizisine müptela idim. O da kahvehanede ne kadar izleyebilirsek!..

Günlerden bir cuma akşamı,

Kasımpaşa’daki Kulaksız Yokuşunda ablamla kaldığım binada akrabamız olan bina sahibi Hanife Teyzeyi ziyarete gittim. Orada ablam-sız kaldığım iki yıl içerisinde bana çok büyük emeği geçmişti. Zaman-zaman ilgilenmiyormuş gibi gözükse de beni uzaktan takip ettiğini hissederdim. Evse olmadığım sıralarda yedek anahtarı ile daireme girer, gözden geçirirdi. Eve girdiğini söylemez ama eksik bulduğu bazı şeylerin uyarılarını yapardı. “Mutfakta tezgâhın üzerinde bulaşık bırakma” derdi. Memlekete haberli giderdim, yoksa geri döndüğümde azar işitmem kesindi.

Gittiğimde artık iyice yaşlanmıştı, bütün ev işleri gelini Saime ablaya kalmıştı. “Sen açtırsın Yakup sana yemek vereyim” dedi.

Ben utangaç bir tavırla “yeni yedim, tokum” dememe rağmen sen ev yemeği özlemiştir-sin, bir simitle karın mı doyarmış.” Evde hazırda ne varsa önüme koydu.

Sonra çay faslı derken müptela olduğum Kaçak dizisi başladı.

Bizim nesil bilir. Doktor Kımbıl’ın karısını öldürdüğünden şüphelenilir, (adını hatırlayamadım) dedektif peşine düşer. O kaçar, dedektif kovalar. Tam yakalanacakken dizinin o haftaki bölümü biter, heyecan gelecek haftaya kalırdı. Dizi böyle sürüp giderdi.

Sürükleyici bir dizi idi. Zamanın meşhur Ceyar dizisi gibi içinde entrikalar olmadığı gibi, kim kimle ne işler çeviriyor da yoktu.

O gecem dolu-dolu geçti, karnım tok, ev yemeği yemenin hazzıyla oradan ayrıldığımda gece saat on ikiye geliyordu.

Çoğunlukla yağmurlu günlerin haricinde her cuma akşamları Kulaksız Yokuşu’nun müdavimiydim. O günü iple çeker olmuştum.

Sebep her ne kadar ziyaret ve Kaçak dizisi olsa bile, asıl neden Saime ablanın yemeklerinden tatmaktı.

Dönüşte, Kulaksızdan Cağaloğlu’na dolmuş olmadığı gibi, dolmuş parasını da hesap etmeliydim.

Kulaksız Yokuşunu iner, oradan Şişhaneye çıkardım. Yarı karanlık ve tenha Bankalar Caddesini inip Karaköy’e varırdım.

Bankalar Caddesini inerken nedense her zaman hep ürperirdim. Karaköy’e indiğimde rahatlar, Karaköy’ün hareketliliğinde kendimi daha emniyetle hissederdim.

Gerçi,

Alışkın olduğum, bana yabancı gelmeyen Kasımpaşa ve Şişhane’de o saatlerde tenha olurdu. Ama oralarda tedirgin olmazdım. Belki de o yıllarda anarşi daha oralara gelmediği içindi.

Karaköy’den Galata Köprüsüne geçer, birkaç dakika köprünün korkuluklarına dayanıp Halicin karanlık sularını seyreder, kısada olsa mal-u hülyalara dalar, sonra Eminönü’ne gelirdim.

Eminönü o saatlerde bile kalabalık olurdu. Eminönü’nün Galata Köprüsü ayağından Sirkeci'ye uzanan kıyısında sıra-sıra kayıklarda lüx ışıkları altında kayıkçılar balık ızgara satarlardı. Gündüzün hengâmesinden ve gürültüsünden kurtulan Eminönü’nde, gündüz gürültüsünün yerini balıkçıların canhıraş bağırtıları alırdı. Etrafa iyice hâkim olan balık kokusu insanı cezbe-derdi. Çevrenin gece vardiyası işçileri oradan ızgara balık ekmek alırlardı. Şehirde hayat durağanlaştığında Eminönü’nde yeni bir hayat başlardı.

Ne yalan söyleyeyim,

Kokuyu ciğerlerimde hissettiğimde, içim geçer ama karın tokluğu ve en önemlisi elimi cebime el atma tereddüdü beni her defasında vazgeçtirirdi.

Ama…

Buna rağmen Eminönü’ne gelince ayaklarımı yavaşlatır, balıkçıların telaşlı bağırışlarını, işçilerin sıra beklemelerini, balık ekmeği iştahla yemelerini, açık büfeleri, el arabasında mevsimlik sebze, meyve satanların balıkçıların çığlıklarına karışan bağırışlarını hep ilgiyle izleyerek Eminönü’nden Sirkeci tarafına yürür, tenha Cağaloğlu yokuşundan çıkar, şantiye binasına gelirdim. Yol yorgunluğuyla barakamda keyifle karnım tok uyurdum. Hele mevsim yaz, bir de hava ayaz ise sırt üstü yatıp, karnım tok gökyüzünü seyrederek uyumanın keyfine diyecek yoktu doğrusu… Bir de dalmaya değecek mal-u hülyalarım varsa…

Yine bir cuma akşamı,

O gün nasıl olsa akşam Saime ablamın yemeğini yiyeceğim diye doğru dürüst bir şey yemeden yine Kulaksız Yokuşu’nun yolunu tuttum.

Bekliyorum ki,

Saime ablam her zamanki gibi, Yakup sen açtırsın deyip önüme yemeklerini sunacak.

Ama ne var ki, aradan dakikalar geçmesine rağmen Saime abladan ses, soluk çıkmıyor.

Nihayetinde Saime abla “Yakup, bugün ev temizliği yaptım. Yemek yapmaya vaktim olmadı, biz bile çayla kahvaltı yaptık. İstersen sana kahvaltı çıkarayım.”

“Olur-mu Saime abla, her zaman yemek olmaz. Zaten karnım tok…”

Umuyorum ki, çay faslında çörek, börek gelecek. O da olmadı. Kaçak dizisini izledikten sonra bana yol göründü.

Açlığın verdiği sıkıntı ile yollara düştüm. Bir an evvel şantiyeye gidip elde kalan ne varsa atıştırmaktı amacım. Allah vere de akşamdan kalma ekmek olsa dedim kendi kendime. Belki de şantiyede Mustafa bir şeyler yapmıştır diye kendimi teselli ediyordum. 

Şişhane’ye çıktım, Bankalar Caddesini hızla indim. Karaköy’den sonra Galata Köprüsünde duraksamadan Eminönü’ne vardım. Daha Galata Köprüsünün merdivenlerini inmeden balık kokuları gelmeye başlamıştı. O akşam balık kokuları bir başka geliyordu bana… Karnımın açlığını daha fazla hissettiriyorlardı. Açlığın neden olduğu eziyeti çekmemek için balıkçıları ve çevreyi izlemeden Sirkeci’ye doğru hızlı adımlarla yürüdüm. Balık kokularının azdırdığı açlığımı başta midem olmak üzere bütün vücudumda hissediyordum. Sirkeci’den Cağaloğlu yokuşuna dönmeden aniden durdum, geri döndüm. Birkaç adım attım yine Cağaloğlu Yokuşuna döndüm. Beş-on adım attım. Yine durdum. Beynimin bir tarafı “Yakup git balık ekmek al” diyordu. Diğer tarafı ise, “şantiyede yiyecek bir şeyler vardır. Boşuna para harcama.” Diyordu.

Durduğum yerde kararsız bir-iki dakika öylesine kaldım. Sonra aniden Eminönü tarafına döndüm, hızla oraya doğu yürümeye başladım. Vardığım ilk balıkçıya, vazgeçme korkusuyla sıra beklemeden “bana da bir tane” dedim.

Balıkçı bana baktı, beni süzdü, şaşırdı, sanki itibarlı bir misafiri ağırlama telasındaki ev sahibi gibi ne yapacağını şaşırdı. “Hemen beyim” dedi. Sıra bekleyenlerde bir anlam verememişler, şaşırmışlardı. Ekmek yığınlarının arasından bir yarım ekmek seçti, özenle yarım ekmeği bıçağı ile açtı, mangalın üzerine bastırdı. Biraz ısıttıktan sonra, ızgaradaki balıklardan yine özenle seçtiği balığı ekmeğin içine yerleştirdi. Saygıyla, “soğan koyayım mı beyim?”  Ben “koy, ama az olsun.”

Dikkatle az soğanı ekmeğin içine yaydı, balık ekmeği itina ile kâğıda sardı, bana uzatırken “balığın kıç tarafından koydum beyim.”

Şaşırdım,

“Demek ki balığın kıçı daha makbulmüş” diye düşündüm. Parayı verdim. Oradan hızla uzaklaştım. İştahla yediğim balık ekmeği şantiyeye varmadan bitirmiştim. “Ulan on lira verdim ama değdi doğrusu” dedim kendi kendime…

Musluktan bir bardak su içtim, barakama gidip yattım. Ne kadar uyudum bilemiyorum, karın ağrısıyla uyandım.

Karın ağrısı beni perişan ediyordu. Bir müddet yatakta kıvrandım. Sonra divanın kenarına oturdum. Karın ağrısından iki büklüm olmuş, soğuk soğuk terliyordum.

Gariplik böyle bir şey işte... Şimdi anam yanımda olsaydı, çok sevdiğimi bildiği için her zaman kıyıda hazır tuttuğu ekşi yoğurttan verirdi. Karnım ağrıdığında, yediklerimden midem bozulduğunda her zaman bir kâse yoğurt yetiştirirdi bana. Ekşi yoğurdu getirdiğinde “şunu ye, karnının zehrini alır” derdi. Bunun bilimde geçerliliği var mı? Bilemiyorum, ama yoğurdu yedikten sonra rahatladığımı hissederdim. Garip anam, o da bunu mutlaka anasından öğrenmiştir.

Balık beni zehirledi galiba mutfakta yoğurt vardır belki, gidip yiyeyim dedim.

Mutfağa gittiğimde buzdolabına baktım, yoğurt kâsesi yoktu.

Zehirlenme korkusu ve telaşa ile Mustafa’nın uyuduğu odaya girdim. Mustafa’yı dürterken bir yandan da korkuyla “Mustafa yoğurt var mı?” Diye bağırıyordum.

Mustafa, ne olduğunu anlayamadan benim telaşlı halimden etkilenmiş o da korkmuş, yattığı yerden doğrulmuş, yatağa oturmuştu. 

Uyku sersemliği ve korkuyla “ne var ne oluyor? Dedi.

“Ben zehirlendim galiba, şantiyede yoğurt var mı?”

Mustafa yataktan hızla ayağa kalktı, “zehirlendin mi… nasıl zehirlendin?”

“Nedenini sorma, var mı onu söyle.”

Olacaktı galiba dedi. Hızla mutfağa geçti. Buzdolabının kapağına sarıldı.

“Ben baktım orada yoktu.”

Sonra mutfak raflarına bakmaya başladı.

Bir yandan da “oluum, yoğurtla olacak iş mi? Hastaneye gidelim.”

“Yaa...ne hastanesi… Bu saatte hastaneyi nereden bulacağız? Hem taksi tutacak para mı var. Sen hele şu yoğurdu bul. Anam bana ekşi yoğurt yedirirdi.”

Mustafa rafın kenarındaki plastik yoğurt kâsesini buldu. Bana uzattı, “içinde birkaç kaşık olacaktı galiba” dedi.

Ben kâsede kalan üç-beş kaşık yoğurdu bir hamlede yedim. Lan bu tatlıymış. Zehri keser mi ki? Muslukta kâseyi çalkaladım, onu da içtim.

Mustafa uyku sersemliğini üzerinden atmış, kendine gelmişti. “Nasıl zehirlendin?”

“Ne bileyim? Eminönü’nde kayıkçıdan balık ekmek almıştım. Bayat-mıydı, neydi? Balık zehirledi galiba.”

Mustafa her zamanki gibi diklendi. “Her bulduğun yerden ne alıyorsun. Hem de gecenin bu saatinde.”

“Akşam bir şey yemedim. Balık kokusu baydı beni. Canım çekti. Ulan balıkçı bir de kıç tarafından verdim beyim demez mi?”

Balığı balıkçıdan aldığımdan beri kafama takılan soruyu sordum.

“Mustafa sen Trabzonlusun, balıktan anlarsın. Balığın kıç tarafımı makbuldür?”

Mustafa ters ters bana baktı, yediğin ne balığı idi?

Ne bileyim… Palamuttu galiba.

Mustafa kızarak, “hak etmişsin, Nisan ayında palamut mu olurmuş. Buzhane balığıdır.”

Mustafa’nın uyku sersemliği gitmiş, kendine gelmişti. Mustafa benim bilgisizliğimi yakalamıştı.

Benden üstün olduğu konuyu anlamıştı. On dakika balıklardan dem vurdu. Ben lafı değiştirmeye çalışmak için başka konuları gündeme getirmeye çalışıyordum. “Bugün ne yaptınız?

Mustafa kayıtsızca “ne yapacağız… Her zamanki işler.” Yine balıktan dem vurmaya başladı.

O sırada dışarıdan ambülânsın siren ışığı pencereye vurdu. Birbirimize baktık ben gülerek “ulan yirmi dakika önce geçeydin ya…”

Hee… Dedi Mustafa, “dolmuş mu lan bu… El kaldırınca dursun.”

“Ne bileyim oğlum, ömr-ü hayatımızda ambülâns mı gördük. Trafik kazalarında bile yaralıyı karga tulumba taksinin arka koltuğuna atıp hastaneye öyle götürüyorlar. Öyle ya… Karın ağrısı tutmuş birine kim bakar? Benimkisi de laf işte…”

İleride büyük adam olunca elinin altında ambülâns bulundurursun.” Lafı sokuşturmuştu yine…

Ruhen rahatlamış şekilde, birdenbire” Şimdi karnın nasıl? Diye sordu Mustafa.

“Biraz rahatladım, terlemem de durdu.”

Haydi, kalk, yatalım, yarın bir kamyon çimento gelecek, onu indireceğiz. Belli ki şantiyede Mustafa’nın havasından üç-beş gün geçilmeyecekti.

                                    x x x x

“Dede… Dede… Kahveni getirdim.” Yayıldığım sandalyemde gözlerimi açtığımda bakıcının kızı uyanmam için beni dürtüyordu. Bakıcının kızı gülerek ne de güzel horluyordun dede.

“İçim geçmiş kızım. Epeyi yormuşum kendimi… Kahvem geldi demek, ellerine sağlık. Cigaramı unutmadın ya…”

O sırada çevre yolundan canhıraş bağırtı ile geçen ambülânsın sesi duyuldu.

Ben gülümseyerek…  “Kim bilir hangi bey, hangi balığın kıç tarafından zehirlenmiştir?”

O sırada zamane yetmesi genç kız bir anlam veremeden şaşkın bana bakıyordu.

 

 

 


31 Aralık 2024 Salı

ACILARI BİLE TATLANDIRDIK!...



 
“Dünden ne kaldı cancağızım…Bir avuç hatıradan başka”

Bu hangi şairin dizeleri? Bilemiyorum. Belki de hiç kimse.

Diyelim ki, ben söyledim. Ne fark eder. Söylendi ya… Bunu her fani ömr-ü hayatında bir kere söylemiştir.

Bir dost meclisinde muhabbetle demlenirken… Belki de güneşin batışını hüzünle seyrederken.

Ya da geçmişinin muhasebesini yaparken. Ama çoğunlukla dünyanın ahvalinden dem vururken.

Belki de bu kendinden kaçmanın çıkış yolu.

Televizyonda şimdi “bakmıyor çeşm-i siyah feryat eyy… Yetiş ey dost imdada eyy” şarkısını ne de güzel söylüyor sanatçı… Eseri yaşayarak.

Bu gecede böyle olur-mu ya… “Yetiş imdada gamze yetiş imdada eyy…”

Sunucu ‘yeni yıla böyle neşe içinde girelim’ diyor. Ne tezat ama…

Bir başka sanatçı,

“Yorgunum dostlarım yorgunum artık… Vefasız dostlara dargınım artık…”

Oldu mu ya… Adam tüy dikti geceye.

Masamdaki hoş sohbet arkadaşım “ne günler yaşadık be Yakup.” Derken sanatçı “kırmızı gül demet-demet…” Diye başlamasın mı... Kapatın ulan şu televizyonu diye ünledi bir başka arkadaşım.

Bizim nesil böyle dedi diğer arkadaşım. Neşemizin içinde bile hüzün…Hüznümüzün içinde de neşe var. Yoksa bunca sene nasıl ayakta kalırdık.

Yok, sadece bizim nesil değil… Milletçe böyleyiz. Yüzyıllarca göç etmişiz. Tam kıçımız rahatladı derken var olma savaşı vermişiz. O bitmiş birbirimizle didişmeye başlamışız.

Ulan, felsefe yapmanın yeri mi? Kaldırın kadehleri. Diye çıkıştı masanın karşında oturan arkadaşım.

Bir tarihler Bülent vardı diye söylendi kendi kendine Yakup. Parmağındaki zehirden derin bir çekerken…

Hangi Bülent diye atıldı Barbaros.

Hangi Bülent olacak…Tatar Bülent dedi Yakup. Bir akşam bana gelmiştiniz, bende size hamsi tava yapmıştım.

Ömrümde böyle hamsi yememiştim diye atıldı Barbaros.

Sonra gecenin bir yarısında demli kafa ile Tepebaşı’na çıkmıştık dile ilave etti Yakup.

Geç orayı diye atıldı Barbaros.

Barbaros biliyor-musun, siz yoktunuz, bir gece Bülent’le Çiçek Pasajına gitmiştik.

Eee dedi Barbaros…

Son vapurla Karaköy’den karşıya geçerken, vapurun güvertesinde “elveda meyhaneci artık kalamıyorum” şarkısını söylemiştik. O geceyi hiç unutamam.

Size müdahale etmediler-mi diye atıldı masadaki yeni yetme.

Erkeksen müdahale et, sene 76 diye gülerek karşılık verdi Barbaros yeni yetmeye.

Ne günler yaşadık diye söze girdi gün görmüş yaşıtımız… Sonra derin bir fırt çekti zehirden “haydi dostlar, dava uğruna toprakla harman olmuş arkadaşlar için kaldıralım.”

Ulan hep hoş hatıralardan dem vuruyorsunuz, hiç kederli günlerimizden bahsetmiyorsunuz. Diye gürledi masa arkadaşlarımız.

Şarap misali…Acıları bile tatlandırıyoruz. Yoksa bunca yıl nasıl çekeriz dünyanın kahrını. Diye ilave etti.

 “Bugünün reisleri o zamanlar ne yapıyorlardı?” diye densizce atıldı yeni yetme masa arkadaşımız.

Arkadaşım kızgınlıkla,

Ne olacak…Mahallede top koşturuyorlardı.



1 Aralık 2024 Pazar

MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİYİZ !..




Malum olduğu üzere, bu yılki mezuniyet töreninde dönem birincisi teğmen öncülüğünde törenden sonra “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sözü geçen (bir grup mezun teğmenle birlikte) bir yemin daha ettiler.

Akabinde soruşturmalar ve ihraç istemiyle komisyonuna havaleler…

Bu olaydan sonra siyasetçisi, yazar çizer takımı ikiye bölündü. Bir tarafta ihraç edilsin diyenler, diğer tarafta bu söylemden daha normal ne olabilir diyenler…

Şunu hemen belirtelim,

Halkın bu kavgayı pek de umursadığı yok. Geçim sıkıntısından lal olmuş vatandaşın bu kavgaya dâhil olmak mecali olmadığı gibi kayıkçı kavgalarına karşı da şerbetli.

Bu konuyu iki yönüyle ele alabiliriz. Hukukta davalarda önce usule bakılır sonra esasa geçilir.

Usulden ele aldığımızda,

Bir kurumun yönetim kuralları, yönetmelikleri vardır. Bunlar bellidir. O kurum çalışanları, mensupları bunları bilir ve ona göre hareket ederler. Bunun aksine davranışlara izin verilmez. İtirazlar olabilir. Ama bunun yöntemleri vardır. Görev anında itiraz ya da aksine davranışlar en hafif deyimle itaatsizlik kabul edilir. Bunun sonucu da yaptırımdır. İtaatsizliği yapanlar bunu bilir, bu bedeli kabullenerek o itaatsizliği yaparlar.

Hele ordu mensubu iseniz bunu çok daha iyi bilmek durumundasınız. Ordu disiplin demektir. Kurallar size ters gelse de uymak durumundasınız. Bunu da dört yıl tedrisattan geçmiş olanlar çok daha iyi bilirler. Olay esnasında söylediklerinizin hiçbir anlamı yoktur.

Mesela, “Türk Ordusu dünyanın en büyük ordusu” da diyebilirsiniz. Ama yemin metninde bu yoksa bunu söyleme hakkına sahip değilsiniz. Varsa itirazınız başka ortamlarda bunu dile getirme hakkına sahipsiniz. Yani usulden yanlış…

Esasa gelince;

Belli ki, Türkiye yaşadıkları onca olaylardan ve atlattığı badirelerden dersini alamamış. Geçmişte ordu şu veya bu nedenle hep siyasete müdahil olmuş, ülke yönetimine ayar vermiştir. En baş gerekçeleri irtica tehlikesini önlemek, laikliği(!) muhkem kılmak… Bunun için Atatürk İlke ve İnkılâplarını (Atatürkçülüğü) gerekçe göstermişlerdir. 

Asıl amaçlarının ülkenin ekonomisini ellerinde tutan hâkim sınıfın çıkarlarını korumak ve kendi konumlarını güçlü kılmaktı. Nitekim bu uğurda ülke nüfusunun neredeyse yarısın köylerde tutmuşlar ve nerede ise tüm büyük yatırımları Ankara’nın batısına yapmışlardır.

Güneydoğu köy ağalarına teslim edilmiş, Karadeniz ilkel fındık tarımına mahkûm edilmiş, İç Anadolu’nun milliyetçilik duyguları körüklenmiştir.

Ülkenin özeti şu,

İstanbul ağırlıklı batının ekonomik gelişmişliği ile Anadolu’nun diğer bölgelerini kontrol etmek… Siyaseten Ankara’yı hâkim kılmak, siyasallaşmış ordu vasıtası ile ülke düzenini kontrol altında tutmak…

Bir ülkenin gelişmişliği; bölgesel ve sosyal sınıfların uyumu ve dengesi, şehir kültürünün, şehir ve ülke aidiyetinin geliştirilmesinden geçer. Bunlar gerçekleştirilemediği sürece,

(göreceli olarak) ekonomide belli bir ivme kazanılsa bile sınıflar arası uyumun sağlanamadığı, kültürel gelişmenin (dolayısıyla) medeniyetin geliştirilemediği köylü ve varoş toplumundan öteye geçilemez. Ekonomi ile zaman- zaman toplumda refah emareleri görünse bile kalıcı gelişmeyi sağlayamaz. Nitekim Türkiye’nin kısa zaman aralıklarında ekonomik ve siyasal krizlere girmesinin en büyük nedenlerinden biridir.

Yüz yıllık cumhuriyet geçmişimizde gelinen noktada toplumun etnik, inanç ve ideolojik olarak derin fay hatlarına bölünmesi devletin doğru değerler üzerine oturtulamamasıdır. Osmanlıdan ümmet devralan cumhuriyet devletinin milletini ideolojik temeller üzerine inşa etmek istemesidir. Sunduğu daha doğrusu dikte ettiği ideolojik değerlerin halkı tarafından kabullenilememesidir.

Aslında,

Bu devleti yöneten hâkim gücün işine de gelmiştir. Arada bir şartlara göre ideolojileri körükle, toplumu siyasal fay hatlarına böl, biraz palazlananların kafasına balyozu indir. Bugün makbul olanı işine gelmediğinde hain ilan et. Bundandır ki ülkemizin hainleri boldur.

Bu uygulamalar için öncelikle iki kuruma ihtiyaç vardır. Birinci güvenlik güçleri ikincisi ise yargıdır.

Güvenlik güçleri denilince iki kurum akla belir. Birincisi emniyet güçleri, ikincisi ordudur.

Emniyet güçleri doğrudan halkla muhataptır ve siyasetin emrindedir. Yani bir anlamda iktidarın emrindedir. Ordu ise siyasetten bağımsızdır. Kendi içinde hiyerarşisi vardır. Ordunun fikri yapısı devletin ideolojisi ile alakalıdır. Daha doğrusu onun görevi devletin oturduğu temelleri koruyup kollamadır.

Öyleyse, çeşitli zamanlarda ordu içinde ortaya çıkan fikir ayrılıkları, homurdanmalar (teğmenler hadisesinde olduğu gibi) çeşitli söylemler neden çıkmaktadır?

En önemli neden devletin temel ideolojisinin yüz yıl geçmesine rağmen sağlam temeller üzerine oturtulamamasıdır. Buna bağlı olarak çeşitli menfaat odaklarının devlet yönetimi ve kamusal menfaatleri üzerinde daha fazla söz sahibi olma isteğidir.

Doğrudan bunu dillendiremeyen odaklar değerler ve ideolojiler üzerinden mücadele etmektedirler.

Yani daha somut ifade ile bir taraf değerler ve inançlar üzerinden diğer taraf ise laiklik üzerinden Mustafa Kemal’i teminat olarak göstermektedir.

Bu devlet Türk Milletinin kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti ise,

Tüm kurumlar Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumlarıdır. Doğal olarak ordumuzda Türkiye Cumhuriyeti’nin yani Türkün ordusudur. Askerlerde Türkün askerleridir.

Bir ordu kendini o devletin kurucu liderine veya kralına bağlılığını iddia ediyorsa;

Devletin millete ait olduğunu yok sayıyor demektir. Kendini o lider veya kralla özdeşleştirdiğinde geçmişini ve geleceğini sınırlamış olmuyor mu?

Mustafa Kemal’in kurucu liderliğini yaptığı Türkiye Cumhuriyeti 1923’de kuruldu. Ordumuz bu tarihte mi kuruldu? Ya da bir gün – ki temenni etmeyiz- devletimizin adı değişirse kendini tasfiye mi edecek? Hâlbuki ordumuzun mazisi bellidir ve milletimiz bu dünyada var olduğu müddetçe var olacaktır.

Atatürk kral ya da padişah değil ki bu milletin ordusu onun adı ile anılsın!.. Türk Milleti de Atatürk’ün tebaası hiç değil.

Geçelim,

Benim anlayamadığım, 2016’dan sonra kapatılan ve yeniden kurulan harp okullarına alınan öğrencilerin orduların olmazsa olmazı olan disiplinden yoksun ve (eğer varsa) kumpasa nasıl geldikleridir. 

Öğle ya,

Okula alınırken bir sürü süzgeçten geçiyorlar, okul esnasında disiplin içerisinde eğitim görüyorlar. Ama gelin görün ki yılın sonunda böyle bir kumpasa geliyorlar. Hem de dönem birincisinin önderliğinde.

Ulu dedemin bir sözü hatırıma geldi…” Askere devlet kurdurulmaz mirim.”

Bu da benim şakam olsun.

 

 

 


23 Kasım 2024 Cumartesi

(23 KASIM) BUGÜN BENİM YAŞ GÜNÜM

 

1955 senesinde Allah’ın nasibi, rahmetli anamla, atamın vesilesi ile bu dünyaya teşrif etmişim. O zamanın şartlarında günü gününe kayda geçirilmezdi elbette. Üç gün mü üç ay sonra mı bilemem ama rahmetli bugünü takdir buyurmuşlar.

Dünyaya ilk haykırmam, kadim Ünye şehrinin yine kadim Kaledere mahallesi Ekmekçioğlu sokaktaki Ekmekçioğullarından satın alınan orta büyüklükteki kasvetli konakta olmuş.

Saat beş sularında hangi odada dünyaya teşrif etmişim rahmetli ana sormayı unutmuşum. O da söylememişti. Hani ne yalan söyleyeyim, merak işte, merak etmiyor da değilim.

Doğduğumda kilom kaçtı? Rahmetli söylemişti ama unuttum. Ama bakan bir daha bakar, kırk bir kere maşallah çekermiş. Benim gürbüzlüğüm iki yaşıma kadar sürmüş.

Anamın demesine göre,

Kem gözlü komşumuzun baldırlarımı mıncıklamasından sonra anacığım ha öldü ha ölecek diye altı ay bir don dahi dikmemiş. Bunu bana ağzından kaçırdığından beri bu dünyanın bana hep kem gözle baktığına hükmederim. “Ah bir fırsatını bulsam…” diyor gibi gelir bana.

Ben de ona, haydi bakalım, inat mı murat mı deyip bu yaşa kadar onunla didiştim durdum.

Çilader’in yolunu tuttuğumuzda iki yaşında imişim. Okumaya olan merakım daha o yıllarda anlaşılmış olacak ki altı yaşımda okula kayıtsız gitmeye başladım.

İlk karnemi gayet iyi hatırlıyorum. Koyu gri renkte ve derslerin alayı zayıftı. Meğerse öğretmen okula hiç gelmeyen bir talebenin karnesini tutuşturmuş elime. Odur, budur hocalara bir tuhaf bakarım. Bazen diyorum ki “ulan her şeye hep bir sıfır geriden başlıyorsun.”

Çilader (bugünkü Çaybaşı) taş çatlasın yirmi hanelik bir nahiye idi. Rahmetli atamın biçki atölyesine bitişik kestane kalaslarından yapılma iki odalı bir evde kalırdık. Orada çocukluğum dolu geçti.

Lakin…

Mayamızdaki şehir suyundan-mıdır nedir mahalle uşakları ile aramda hep bir mesafe olurdu. Devlet babanın ilk nafasına orada bindim. Nahiyede bir hafta uşaklar bana hasetle baktılar.

Ama ben de ilk hasetliğimi orada çektim. Bizler kamyonun şoför mahalline binemezken Asak ağasının oğlunun, kamyonun farlarını dakikalarca açıp kapatmasını hasetle seyrettiğimi hiç unutamam. Ağalık böyle bir şey işte. Ama ağalığa da ömr-ü hayatım boyunca hiç özenmedim.

Sonra,

Yedinci yılın sonunda doğduğum konağa geri rücu ettik. Dördüncü sınıfıma Anafarta ilk okulunda başladım. Burada da köylü muamelesi gördüm. Ya da ben öyle zannettim. Yine bu sefer şehir uşaklarıyla aynı mesafe…

Kısaca, benim kaderim hep iki arada bir derede kalmakmış. Araf'ta yani. Biz buna mahallede “Arasat” derdik. Ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranabildim. Hala öyleyim.

Mahallede hangi takımı tutuyorsun dediler. Ben kim takım kim… Siz hangi takımı tutuyorsunuz diye sordum. Galatasaray dediler. Ben de o dediğiniz takımı tutuyorum dedim. Odur budur Galatasaraylı olmaktan hoşnudum.

Ahh fakülte…

Ben Mimarlığı seçmedim. O beni seçti. Lisede bile masrafsız diye müziği seçmiştim. Kim derdi yetenek sınavında başarılı olacağım diye. Rahmeti abimim itelemesi ve hayatın cilvesi olmasaydı kim bilir hayat rüzgârı beni nerelere atacaktı?

Fakültede de Araf'ta kaldım. Ben Ülkücüyüm dedikçe arkadaşlarım sen komünist olmalıymışsın dediler.

Rahmetli üstat Levent Kırca’nın dünyadaki son yılları. Tedavisi olmayan hastalığa mahkumdu. Bir tv’de söyleşi yapıyordu. Program sunucusu sordu. “Bu hastalıktan dolayı üzüntü duyuyor-musun?”

Üstat neden duyayım dedi. Yirmi yaşında dünyayı terk etmiş fidanlardan hayatta 44 yıl daha fazla kaldım. Şikâyet onlara haksızlık olmaz mı?”

Yetmiş yaşımı devirdim. Daha fazlasını istemek dünyayı tanımadan göç etmiş sabilere, civanlara haksızlık olmaz mı?

Kızdırma banyolu evde kalabilmek için okudum. Çok şükür Allah ondan fazlasını nasip etti. Hep doğru bildiğim, göğsümü gere-gere hesabını vereceğim işleri yaptım.

Korkum,

Huzurda “ya kulum dünyaya üryan vardın, üryan geldin. Ömrü ne ile geçirdin? Yoksa bütün ömrünü ağızla anüs arasına mı sıkıştırdın?” sualine cevap verememek.

Bir de,

Arzuhalimdir. Nazım Hikmet gibi… Yüksekçe bir yerlerde ulu bir meşe dibinde huzura ermek. Ünye taşından yazısız, kimliksiz bir baş taşı olursa fena olmaz. Hani, burada bir mezar var, basmayın kabilinden...

 

 

27 Ekim 2024 Pazar

BİR HAYALİM VAR !..(son)

                         

Geçen gün Tolstoy’un okumakta gecikmiş olduğum romanını okudum. Savaş ve Barış romanını…

1800’lü yılların başında Rus çarı 1. Aleksandr 1.(Deli) Petro’nun kurduğu locaları kaldırıp yerine bakanlıklar, Senato Konsülü ve Rus Parlamentosunu kurdu.  Zamanına göre daha bir sürü devrim niteliğinde yenilikler… Fakat Vikipedi’nin yazdığına göre Napolyon savaşları yüzünden bu reformları durdurmak zorunda kalmış. Osmanlının yapmaya çalıştıklarından yüz yıl önce girişmiş bu işe…

Ancak, sebep Napolyon Savaşları imiş gibi görünse de, (romandan anlıyoruz) esas sebep ülkenin kurulu düzeninin buna direnmesi, izin vermemesi.

Atatürk devrinde düşünülmüş, uygulamaya çalışılmış reformlar önceden düşünülmemiş, akla gelmemiş reformlar olarak görmemiz mümkün değildir.

Mesela; Harf devrimi, kadın hakları, parlamento bunlar hep Osmanlı’nın son zamanlarında düşünülmüş, kısmen uygulamaya çalışılmış ama başarılı olunamamış reformlar.

Ya da,

Cumhuriyetin kuruluşu… Zafer kazanıldıktan sonra iki seçenek vardı. Birincisi ya hanedanlık devam edecekti ki bu mümkün değildi. İkincisi ise yeni bir rejim cumhuriyet kurulacaktı. Öyle de oldu.

Cumhuriyet ama nasıl bir cumhuriyet? Tek adam, tek parti, kuvvetler birliği, Meclis üyelerinin hemen tamamı tek bir kişi tarafından tespit edilmesi…

Atatürk’ün hayatını okuduğumuzda, baştan sona kadar, seçilmiş her yaptığı doğru olan çağının ilerisinde olduğudur. Bize bunları çoğunlukla resmi söylemler ve buna paralel ideolojik yazılar söylüyor.

Hâlbuki onun ötesinde her şeyden önce Mustafa Kemal duyguları ve fikirleri ile doğruları ve yanlışları olan bir insandır. Elbette onu diğer insanlardan ayıran özellikleri vardır. Ama doğruları olduğu kadar yanlışları da olan, kimi zaman egoları ile hareket eden bir insan...

Mesela,

Bize demokrasiye inanan ve bunun için mücadele eden bir lider olarak tanıtılır. Uygulamalarına baktığımızda bu konuda egoları ile hareket ettiğini görürüz. Tek parti, tek seçici, kuvvetler birliği hep bunun işaretleridir. Atatürk soyadını alması bile egosunun bir göstergesidir. Mustafa Kemal olarak kalması onun değerinden ne eksiltirdi?

Bu bize şunu gösteriyor,

Bu devleti ben kurdum ve bu devlet mirasçım Halk Partisi tarafından yönetilecektir. Bu fikir gelecek kuşaklara kurtarıcı lider kültünü miras bırakmış olmuyor mu?

Yazımın akışına şunu da sıkıştıralım. Taraftarları bu soyadının milleti tarafında verildiğini iddia ederler.

O zaman,

Şu soruyu sormak hiç de abeste iştigal değildir. Kurduğu, tüm yönetici ve üyelerinin kendisi tarafından belirlediği meclisin böyle bir karar alması ne kadar demokratiktir? Bugünü düşünün, çoğunluğu AKP üyelerinin olduğu bir mecliste Erdoğan için buna benzer bir unvan ne derece gerçekçi ve doğru olur?

Kaldı ki, milletin atası anlamına gelen bir soyadını kabullenmek için epeyi bir egoya sahip olmak gerekir. Bu aynı zamanda yeni oluşan bir milletin oluşturucusu anlamına da gelir ki Türk milletinin tarihi sürecini yok saymak anlamına da gelmiyor mu?

Bir şey daha sıkıştıralım yazımın akışına… Kurucu elitlerin olmadığı, kurtuluş mücadelesinin yöneticilerinin (güçlü parti, burjuvası ve entelektüel çevrelerinin) olmadığı bir ortamda savaşı yürütenlerin kurulan devletin başı olması kadar doğal bir şey olamaz. Savaşı kazanan komutandan demokratik olma fedakârlığını beklemek fazla iyimserlik olur.

Kısaca,

Atatürk Türkiye’si demokratik görünümlü (kendine göre) ideolojik ve otoriter bir devlet olarak kuruldu. Kurtuluş savaşında en az onun kadar katılmış ve mücadele etmiş kişilerin çoğu tasfiye edildi ve hatta vatan hainlikleri ile suçlandılar.

Bugüne geldiğimizde,

Yüz yıl sonra Atatürk’ten bize miras ideolojik çatışmalar, otorite hevesleri, karşıtların hainlikle suçlanması… Kimi bunu Atatürk adına kimi din adına kimisi de milliyetçilik adına ama mutlaka karşıt yaratarak rakibini yok etme siyaseti.

Ülkemiz tarihine baktığımızda şu veya bu yolla iş başına gelenler hep tek lider, tek kurtarıcı oluyor. Yüzde bir bile oy alamayan partinin liderinin bile tek kurtarıcı gibi taraftarlarınca secde edilmesi… Hesap vermemesi, her yaptığının doğru kabul edilmesi, makamını ilelebet koruması…

Ülke huzurunun ve gelişmesinin sağlanmasının ne kadar zor olacağının göstergesi değil mi? 

Hâlbuki…

Bu ülke zengininden fakirine, askerinden siviline, her meşrepten insanların katılımı ve gayretleri ile kurulmadı mı?

Öyleyse,

Nerede onlar? Kurtuluş savaşına her imkânları ile katılan bu insanlar nerede? Mezarları bile kenarda, köşede kalmış. Sadece İsmet İnönü Anıtkabir'in bir kenarında sığıntı gibi yatmakta… İsmet İnönü gibi bir değerin günlük siyasetten bağımsız diğer dava arkadaşları ile birlikte bir makamı olması daha yakışık olmaz-mıydı?

Sözün özü,

Yeni bir millet yaratma… Tarih boyunca gelenekleriyle, yaşam felsefesi ile kendini var etmiş bir milleti yeni baştan ideolojik (bunun getirdiği) otoriter rejimle sağlamaya çalışmak, milli mücadeleye gönül vermiş dava arkadaşlarını tasfiye etmek…

Dava için her şeylerini ortaya koymuşların kenarda, köşede kalmanın ezikliği ile kurulan yeni devletin hazzını, heyecanını yaşayamaması… Acaba bunun vebalini mi ödüyoruz?

Netice…

Kutsal mücadeleye katılmış, kendini bu mücadeleye vakfetmiş her meşrepten, her fikirden insanların bir arada yattığı… Onların mirasçılarının kendilerinden bir parçayı hissettikleri ANITTEPE ’de ebedi istirahatgahlarında koyun koyuna liderleri/liderimiz Mustafa Kemal’le beraber olmalarıdır hayalim.

Malum, her mimarın bir hayali vardır. Mimarlık fakültesine adım attığımdan bu yana böyle bir projeyi gerçekleştirmekti amacım. Ne yazık ki mümkün olmayacak.

 

 

 

ÇÖZÜM SÜRECİ Mİ YOKSA ÜLKENİN ÇÖZÜLMESİ Mİ?

     Bundan birkaç yıl önce, face’de bir duvar yazımda, PYD Suriye’nin doğusunda IŞID’ı kovarak Suriye’nin üçte birini işgal edip çöreklenin...