Nüfusu seksen beş
milyonu aşan bir ülkeyiz. Yaşı benim gibi yetmişi devirmiş olanlar aşağı
yukarı yetmiş yılından bu yana, ülkemizin geçtiği yolları çok iyi hatırlarlar.
Memleketimizin
ana gündem maddesi hep memleketin geleceği, ideolojiler, hainler, memleket
sevdalıları, fakir fukara edebiyatları üzerinden yürümüştür.
Müsebbipler
de hep karşıtlardır. İleri sürülen sorunlar ya (ideolojik olarak) partilere,
silahlı kuvvetlere ya da hukukçulara yüklenmiştir. Bunlar ya yandaştır ya da
haindir. Bizden olanlarsa ya vatanperver ya “namus ehli kişiler” ya da
demokrattırlar. Bunların yanında elbette STK’lar ve meslek odaları da vardır.
Ne var ki
hangi siyasi parti ya da ideoloji iktidar olursa olsun aynı sorunlarla cebelleş
ediyoruz. Yani formalar hangi renk olursa olsun sahada oynanan oyunun kalitesi ve
yürüdüğü yol aşağı yukarı aynı.
O zaman,
sorun ne renkte ne teknik direktörde ne de oyunculardadır. İşin tuhafı oyunun
kuralları (gerekli hukuk yollarından geçse bile) lider takıma göre
değişmektedir/ değiştirilmektedir. Biz lider taraftarları olarak buna alkış
tutmaktayız. Ancak, sonuca baktığımızda, dünya sıralamasındaki yerimiz
değişmemektedir.
Hiç kimse oturup
şu soruyu sormaz; Neden böyleyiz? Çünkü sistem bu tür sorulara izin vermediği
gibi, bizim de işimize gelmez. Sorup, kafa yormak hem nefsimize uymaz hem de bu
meşakkatli bir yoldur. En kolayını seçeriz; Yani “iktidarı kötüleyip yandaşları
çoğaltmak.” Bir anlamda mağdurları oynamak daha çok işimize gelir.
Devlet soyut
gibi gözükse de, sahip olduğu kuruluş mantığı, kamu organları ve en önemlisi sosyal
sınıfları, buna bağlı olarak kültürü ile canlı bir organizmadır.
Devletin
kuruluş mantığı, yönettiği halkının yaşam felsefesi ile doğru orantılıdır. Her
ne kadar halkının yaşam felsefeleri ile uyuşmayan, otoriter devletler var olsa
bile; bunlar ya (petrol gibi) sabit geliri olan ya da (menfaatleri gereği)
diğer ülkelerin yardımları/onayı ile yaşamışlar/ yaşamaktadırlar.
SSCB’nin
dayattığı ideolojinin tutmaması, Suriye’nin diğer ülkelerin menfaatleri gereği
ayakta tutulması gibi…
Bir anlamda,
devletin kutsallığı veya ( elli-yüz- yüz elli yıl) yaşamasından ziyade vatan
bilinen topraklarda yaşayanların geleceğinin ilelebet olmasıdır.
Devletlerin
ömürleri ( kaç yüz yıl olursa olsun) sınırlıdır, sonu vardır. Kısaca devletler
ölümlüdür. Ama devleti ayakta tutan milletin ölümlü olması her şeyin sonudur.
Millet yoksa devlette yoktur.
Milleti
meydana getiren etnik guruplar ve sosyal sınıflar vardır. Her sosyal sınıfın ve
etnik gurubun sahip oldukları ile doğru orantılıdır. Demem o ki; Bir milletin
ayakta tutulması, dünya medeniyet ailesinde itibarlı bir mevkide olması, sosyal
sınıfların ve etnik gurupların bulunduğu yerin idrakinde olmalarıdır. Bu
millerin bekası kadar devletin de uzun ömürlü olmasının gereğidir.
Sosyal
sınıflardaki bireyler (doğal olarak) nefsi davranabilirler. İşte bunu
önleyecek, gem vuracak hukukun düzenlenmesi(en önemlisi) bilincin verilmesi
devletin asli görevidir. Burada devlet devreye girer. Toplumu analiz eder, (yaşam
felsefesine ve hukuka uygun) gerekli düzenlemeleri yapar.
Ülkemizde
siyaset (dediğimiz gibi) özetle partiler, silahlı kuvvetler ve adalet kurumları
ürerinden ideolojik olarak yürütüldü.
Hâlbuki bir
ülke millet bilinci ve ekonomi ile ayakta tutulur, yaşatılır.
Öyleyse,
ekonomi kimlerin elinde? Sorusu aklımıza geliyor. Burada, komplo teorilerine sığınıp
yabancıların elinde demeyeceğim. Eğer dünya bir mücadele arenası ise dış
güçlere beddua etmenin bir faydası olmayacağı gibi, ülkemiz de gücü nispetinde
bu mücadelenin içinde.
Benim burada
yazmayacağım bir argo deyimim var. Eğer ülkem bu halde ise bunda “İstanbul’un,
Ankara’nın ve Diyarbakır’ın büyük vebali var.
Şu kadarını
belirteyim “ İstanbul ekonominin, Ankara siyasi yönetimin ve Diyarbakır etniğin
merkezleridir.”
Dünyada hiçbir
devlet yok ki ekonomik çevreler tarafından kontrol edilmesin! (Dolaylı ve
dolaysız) partileri de, silahlı kuvvetleri de, hukuku da onlar kontrol eder. Bir
manada devlet yönetiminin hâkimleridir. Kimi zaman şu partiyi veya bu partiyi,
kimi zaman (dolaylı) silahlı kuvvetleri, kim zaman ise (dolaylı) hukuku kontrol
eder. Konu uzamasın, mesela “yandaş zenginler” ne anlama geliyor?
Hangi kültür,
din ve ideolojiye bakarsanız bakınız mutlaka zenginin sorumlulukları ile
alakalı belirtmeler vardır.
Mesela,
Bakara
/ 236. Ayet
“Zengin olanlar kendi güçlerine, fakir olanlar da
kendi imkânlarına göre, onlara gönüllerini alacak ve örfe uygun düşecek şekilde
uygun bir geçimlik versin. İyilik ve ihsân sahiplerine yakışan da budur.”
Zenginin
vazifesi sadece “dinin gereği” deyip zekât dağıtmakla bitmiyor. Kazancın (çok
karlılıktan ziyade) çağın gerektirdiği yatırımları yapmaktır.
Fakir, ülkesi
için canını verirken, riske girip doğru yatırımları doğru yerlere yapmamak neye
delalettir? Ya da “kanka iktidarı” kullanarak teşvikleri amacına uygun
harcamamak hangi nefsin düşüncesi olabilir? Veya elli yıldır otomobil montajı
yapıp, kendi patentine merak salmamak nasıl bir aymazlık ve gaflettir? Ucuz
kredilerle üretim yapıp, kazancını yüksek kar getiren alakasız işlere yatırmak neyin
nesidir?
İşin özü;
Daha fazla
kar edip “zekât ya da fazla vergi” veriyorum mantığına sığınmak, zenginin ülkeye
olan sorumluluğunun ve aidiyet duygusunun delili değildir. Bu nefsin başka
türlü zuhurudur.