Bu Blogda Ara

21 Aralık 2025 Pazar

ÇİLELER DE SOSYETELEŞTİ

 


Yaşımız itibarıyla son elli-altmış yılda çok şeyler gördük, çok şeyler yaşadık. Her meşrepten, ideolojiden insanların sisteme göre “aykırı” davrandıklarını ve bedellerini ödediklerini gördük.

Yetmişli yılların karanlık günlerinde her ideolojiden gençler- gerekçeler farklı olsa bile- idealleri uğruna bedel ödediler.

Kimisi canları ile kimisi de yıllarca hapislerde çürüyerek… Ama hepsinin de gerekçeleri aynı idi. “İdealler.” İdeallerine farklı yollarda yürüseler de… Hepsinin amacı aynı idi “vatan”.

Bedel ödetenler aleme ibret olsun diye… Hemen hepsinin diyetini hak ettiklerinden ağır ödettiler. Yine hemen hepsi çektikleri çilelere ideolojilerine göre isimler koydular. Mesela milliyetçiler hapishanelere Yusufiye, çektikleri çilelere Yusuf çilesi dediler.

İç dünyalarında kendileri ile hesaplaşsalar bile, bunu dışa vurmadılar. Devlete baş kaldırmadılar, isyankâr olmadılar.

Siyasiler bile sessizce cezalarını çektiler. İntikam duygusuna kapılmadılar. “Bu da geçer yahu” dediler.

İç hesaplaşmalarını yapıp, dersler çıkardılar mı? Şüphesiz ki evet. Belki yöntemlerinin yanlışlığını kabullendiler fakat davalarındaki haklılıklarından rücu ettiklerini zannetmiyorum. Aynı dönemlere dönebilseler beki daha başka yöntem kullanırlardı. Ama aynı idealleri taşıyacaklarından da eminim.

Şundan da eminim; İdeolojik bakanlar haricinde toplumun onları kınadıkları, toplumdan dışlandıkları da söylenemez. Hatta bireysel suçları haricinde takdir de görmüşlerdir. Ama aynı toplumun sisteme şüpheci ve mesafeli davrandığını da hissediyoruz.

Kısaca,

Kutsal idealleri uğruna yapılan mücadeleleri uğruna kendilerine yapılan muameleleri kabulleneler, tek bir sızlanış ve şikâyet sözcüklerini seslendirilmediler.

Zaman geçti, siyaset sahnesinde yine aynı çatışmalar, haksızlıklar, öyle uygun görülmeler vs.

Yöntem aynı yöntem ama araçlar ve insanların davranış biçimleri değişti.

Şu anda eski ideolojiler yüzünden hapse atılan yok. İçeri tıkılmalar… Başta yolsuzluk, cumhurbaşkanına hakaret, yalan haber olmak üzere son günlerin modası uyuşturucu ve ahlaka mukayyit davranışlarda bulunarak menfaat temin etmek. Suçlar bile bayağılaştı.

Hapiste olan belediye başkanları yolsuzluk yaptıkları gerekçesi ile içerideler.

Suçu işlemişlerdir ya da işlememişlerdir. Bilemeyiz, en doğru kararı yargı verecek. Ancak tutuklananlar siyasi diyorlarsa sızlanmak niye?

Tutuklanmasının siyasi olduğunu iddia eden tutuklu bunun bir siyasi mücadele olduğunu ve bunun bedelini de ödemesi gerektiğini bilmeli, ona göre davranmalı. Çünkü biz kemale ermişler öyle gördük, öyle öğrendik, öyle bildik. Neden siyasi ise, işin içinde “dava” vardır değil mi? Dava kutsaldır. Kutsal olanın uğrunda çekilen kahır da kutsaldır.

İsim vermeyeceğim, görüyoruz ki içeri giren belediye başkanlarından birisi siyasi güç olduğunu, demokrasiyi savunduğu için tutuklu olduğunu iddia etmekte. Halbuki geçmişine baktığımızda normal zekalı bir gencin dahi girebileceği bir fakülteye birtakım alaverelerle girmiş. Ömrü bir eli yağda bir eli balda geçmiş. Deprem bölgesine gittiğinde, hazır gelmişken kayak yapayım demiş. Şehrini sel bastığında gizliden siyasi ikbali için görüşmeler yapmış.

Öbür belediye başkanı ise, gün geçmiyor ki salya sümük sızlanıyor. Şu hastalığım var, bu derdim var, günde yirmi iki tane hap içiyorum diyor. Yandaşı medya çoluk çocuğu var diye ajitasyon yapıyor. Onun da ömrü bir eli yağda bir eli balda geçmiş. Serveti değil ailesine sülalesine kırk yıl yeter. Hani halkımız diyor ya “dağda domuzu eksik.”

Adama sorarlar “eğer rahatınızdan taviz vermeyecekseniz bu neyin mücadelesi! ...”

Sosyetik çilekeşleri gördükçe,

Geriye dönüp içeride ser sefil, sahipsiz, tayine talim edip Yusufiyede çile çekenlere saygı duymamak elde değil. Hele de ibret olsun diye canları ile bedel ödetilenlere…

 

 

7 Aralık 2025 Pazar

TURAN ORDUSU

 

Geçen gün Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılları ile alakalı bir video izledim. Söyleşiyi yapan Şikago Üniversitesinde tarihçi Türk öğretim görevlisi.

Amerikalıların, tarihte çok anlaşılamaz şekilde gelişen olaylarla alakalı bir terimleri var. “Siyah Kuğu” hadiseleri. Kuğunun neden siyah olduğunu anlamaya ve araştırmaya çalışırlar.

Malum, kuğular beyaz olur. Konunun anlaşılamaz olduğunu ifade için de buna “Siyah Kuğu” diyorlar. Osmanlı devletinin kuruluşu da bunlardan biri.

Uç beyliği iken büyüyüp imparatorluk olan ve altı yüz yıl yaşayan bir imparatorluk… Osmanlının neden normal dışı geliştiğini ve büyüdüğünü araştırırlar. Elbette nedenleri var. Sonuç olarak şunu diyor tarihçi “her şeyin nedeni bir önceki fark edilemeyen olaylara ve zamanın konjonktürüne bağlı.”

Her ne kadar resmi söylem bunu (inkâr ve göz ardı etse de) Türkiye Cumhuriyeti Osmanlının mirasçısı ve devamı. Sahip olduğu miras bunu göz ardı etmemize mahal vermiyor. Bunu göz ardı etsek de ret etsek de yakamızı bırakmıyor. Halkın ruhunda yaşıyor. Günü, saati geldiğinde “buyur gereğini yap” deniliyor. Biz demez isek de birileri bizi zorluyor.

Rusya Sovyetlerin mirasçısı, bu iddia ve gerekçeyle gereğini yapmaya çalışıyor. Dünya buna izin vermek istemiyor. Nedenlerine girmeyelim. Hem konumuz değil hem de girersek başka yöne kayarız.

Orta Asya’yı gözümüzün önüne getirelim. Kuzeydeki Rusya hem bir tehdit ve hem de güney denizlerine inmek istiyor. Doğusundaki Çin de batıya açılmak istiyor. Güneyde Hindistan. Amerika da Çin’i engellemeye çalışıyor. Avrupa Birliği de aradan sıyrılmanın derdinde. Ayrıca Orta Asya’da kıymetli madenler var. Burada da Türkiye ve Azerbaycan dahil altı Türk Cumhuriyeti var.

Amerikan’ın buraları kontrol edebilmesi için de Türk Cumhuriyetlerine ihtiyacı var.

Batının da Orta Asya’ya açılabilmesinin, Çin’e ulaşabilmesinin yegâne yolu Kafkaslar. Azerbaycan 44 günlük savaş sonunda Karabağ ve işgal altındaki topraklarını kurtardı. Ermenistan ordusu buna doğrudan müdahale etmedi. Karabağ Ermenilerine Ruslar bile yardımda bulunamadı. Ermenistan’da resmi anlayış değişti. “Biz sınırlarımız içerisinde huzur ve barış içerisinde yaşamak istiyoruz” diyorlar. Azerbaycan’ı Nahçıvan’a bağlayacak Zengezur Koridorunu açma girişimleri sona yaklaştı. Amaç Nahçıvan’a bağlanmaktan çok Nahçıvan ve Türkiye vasıtası ile Orta Asya’ya Avrupa yolunun açılması.

Bu bölgesel proje için Orta Asya devletlerinin bu proje etrafında birleştirilmeleri gerekir. Ayrıca bu bölgenin korunması için de kolektif askeri gücün oluşması lazım.

Kısaca, önümüzde bölge devletlerini birlikte hareket etmelerini sağlayacak kuruluşlara ihtiyaç var. Bunlar önce amaç birliği ve sırasıyla ekonomik, kültürel, askeri birliktelikler. Rejimler öncelikli değil, önemli olan devlet yönetimlerinin bu ana fikirler etrafında birleşmeleri.

Burada asıl önemli olan, şartlar değiştiğinde yani dünya konjonktürü değiştiğinde birliktelik fikrinin değişmemesi. Bunun için devletlerin ana politikalarının (rejimler değişse dahi) devam etmesi.

Bu aynı zamanda devlet yönetimleri ile onu vücuda getiren milletlerin de barışması anlamına gelir. İnsanlar ve dolayısıyla toplumlar geçmişten aldıkları genetiklerine işleyen duygularıyla yaşarlar. Devletlerin görevleri zamanı geldiğinde bunu doğru biçimde yönetmek ve yönlendirmektir. Ayrıca bunun alt yapısını önceden hazırlamaktır.

Bir örnek verelim;

Almanya Hitler gibi bir despotun yönetiminde Almanya’yı imparatorluk yapmak istedi. Sonuç malum, milyonlarca insanın kanına girdi, Almanya’yı perişan etti. Ama Almanya savaştan sonra ekonomik alanda kendini geliştirdi ve en önemlisi (onca göçmen alımına rağmen) kültürünü kaybetmedi, zenginleşti, dünyanın dördüncü büyük ekonomisi oldu. Şimdi Avrupa Birliği ondan soruluyor. Yani Hitlerin yapamadığını barış içerisinde gerçekleştirdi.

Kısaca,

Seksen öncesinde Turan uğruna binlerce fidanın toprağa serildiği, öbür tarafta (ideolojileri uğruna) kendi benliklerini inkâr eden geleceğimizi emanet edeceğimiz gençlerin de toprağa serildiği bir dünyadan, bugün birlikte, barış içerisinde Turan Ordusunu kurma aşamasındayız.

Kim olduğunu bilmek ve sabırla o günlere, doğru olana barış içerisinde azimle yol almak… Esas amaç bu olmalı.

 

 

 

28 Kasım 2025 Cuma

AZERBAYCAN’IN GELDİĞİ NOKTA ( ve almamız gereken dersler) (II)

 

Birkaç gün önce Azerbaycan Yeni Musavat gazetesinde okudum. Temmuz 1994’den Mayıs 2020’ye kadar bakanlık yapan Abulfaz Garayev’in servetini sorguluyor. Son olarak Kültür Bakanlığından alınan Garayev’in yardımcılarının (beş milyon manat) yolsuzluk yaptıkları için tutuklandıklarını yazıyor. Ama Garayev’e görevden alınmak dışında dokunulmadığını da ilave ediyor…. Ve soruyor? Garayev’in bunda hiç mi katkısı yok? Devam ediyor… Garayev İngiltere’de şaşaalı yaşayacak kadar serveti nereden buldu? Örnek gösterdiği bir başka kurumda yolsuzluk gerekçesi ile sadece başkan tutuklanıyor. Bu ne biçim iştir diye soruyor gazete. Geçtiğimiz aylarda Azerbaycan petrol şirketi SOKAR ’da buna benzer yolsuzluk nedeniyle üst düzey tutuklamaları olmuştu. Tutuklanan kişilerin çeşitli nedenlerle Rusya ile bağlantıları var.

Belli ki yargının “tuhaflığı” sadece bizim ülkemize has değil. Her nedense yukarıdakilerin bu işlerden hiçbir haberleri yok. Yine, tıpkı ülkemizde olduğu gibi…

Özetle; 1991’de kurulan devletin sistemi ve rejimi değişse bile kadrolar Sovyet’ten miras kalan kadrolar. Otoriter bir rejimde- ki yapı itibarıyla başka türlü olması mümkün değil- ekonominin yapılanması/ nemalanması da ona göre oluyor.

Şimdi neden sistem kendini temizliyor? Biz buna bağırsakların temizlenmesi diyoruz. 

Belli ki… Azerbaycan Karabağ savaşına kadar-her ne kadar bağımsızlığını kazansa bile- Rusya ile (bir şekilde) yapısal ilişkilerini sürdürmüş. Karabağ savaşından sonra Rus tehlikesinin giderildiğine inanan Azerbaycanlılar içeride temizliğe girişmişler. Ermenistan’da da (Azerbaycan kadar olmasa bile) buna benzer olaylar cereyan ediyor.

Netice;

Devletler, ancak (ekonomik ve siyasi) güçleri ölçüsünde daha bağımsız davranabiliyorlar. Biz avam takımı bu tür operasyonları bazen yargı bazen de ideolojik kavramlar üzerinden yorumlar yapıp kararlar veriyoruz.

Peki, bu şekilde devletler varlıklarını sürdürebilirler mi? Özünde halk, devletin kimler ve hangi ideoloji ile yönetildiğiyle pek ilgilenmez. Onun için önemli olan (kültürel, ekonomik ve güvenlik alanında) adil yönetilmektir. Yarınlarından emin olarak hayatını sürdürebilmesidir. Hak ettiğini alabilmenin huzurudur. Ayrıca dünya standartlarında gelişmenin sağlanmasıdır.

Bunlar bütün dünya halklarının arzuladığı şeylerdir. Devletler bunları sağlayabildikleri ölçüde güçlerini korurlar, geleceğe emin adımlarla yürürler. Bunların sağlanmasının kesin reçetesi yoktur. Her devletten devlete değişir.

Otoriter rejimlerin zaman içerisindeki tavır değişiklikleri, iç operasyonları/çatışmaları, yarattıkları iç/dış düşmanlar aslında yönetimlerini daha pekiştirmek için ortaya attıkları kanıtlardır. Amaçları hâkimiyetlerini sürdürmektir. Kısaca yaptıkları tüm operasyonlar otorite ve hâkimiyetlerinin sürmesi üzerinedir. Sadece renk ve yöntem değişmiştir.

Bütün bu yazdıklarımın Türkiye ile ne alakası var?

Yaşımız itibarı ile yaklaşık iki yüzyıldır ülkemizde, ülke tarihini etkileyen olaylar yaşandığını biliyoruz ve bizzat yaşadık da… Elbette mükemmele varmak kolay değildir. Badireler atlatmak hayatın gerçeğidir. Önemli olanın yaşanılanlardan dersler çıkararak bugünün dünden daha iyi olmasını sağlamaktır. Şimdi sorumuz şu; Dersler çıkarıyor-muyuz? Yoksa aynı amacın başka yöntemlerine mi muhatap oluyoruz?

 

 

 


18 Kasım 2025 Salı

AZERBAYCAN’IN GELDİĞİ NOKTA ( ve almamız gereken dersler) (I)

 

Yaşamımda en çok üzüldüğüm anlardan birisi, Ebulfez Elçibey’le fırsatını bulduğum halde tanışamadığım… Daha doğrusu tanışmak istemeyişimdi. Üstelik çok komik nedenlerle.

Gerekçesi; 90’lı yılların başlarında Azerbaycan’a ilk gittiğimde randevu teklif edildiğinde, sosyal demokrat olduğunu zannettiğim içindi.

Gençlik işte, onun yerine (milliyetçi olduğu gerekçesi ile) İtibar Mammadov’la görüşmeyi tercih ettim. Ama onun “bizi Türkler iki kere sattı. Birincisi Atatürk, ikincisi Turgut Özal zamanında dediğinde hayal kırıklığına uğramıştım.

İkinci gidişimde ( 1992-93 yılları arasında savunma bakanı) Rahim Gaziyev’in, misafiri olduğum arkadaşıma, Cebrail’in korunması için Rus birliklerine para teklif edilmesi önerisi beni hayretlere düşürmüştü.

Demek ki, hiçbir şey göründüğü gibi değildi. Yazılanların, anlatılanların, görünenlerin her zaman arka planında bir şeyler vardı.

Baba Haydar Aliyev başa geçtiğinde ülkenin petrolleri batı kaynaklı şirketlerin ortaklığı ile işletilmeye başlanmıştı. Ama yönetim eski KGB sekreteri Aliyev’in elindeydi. (ideolojik baktığınızda)Tuhaf değil mi?

1994 yılında Azerbaycan ile Türkiye, Azerbaycan ordusunun kurulumu konusunda anlaşma yaptılar. Ordunun kurulması ve geliştirilmesi Türkiye’ye teslim edilmişti.

2003 yılında gittiğimde kirli sakallı genç bir Azerbaycanlı teğmene “ne bu hal” diye sorduğumda Türk komutanlarının disiplininden şikâyet etmişti. Ama ne var ki,

caddelerde on yıl öncesinin Türk izleri azalmış yerine Rus izleri artmıştı. Ekonomide Batı, sosyal yaşamda Rus izleri, ordu da Türk komutası… Tuhaf bir durum değil mi? 2005 yılından sonra İsrail’in silah üretim yatırımları cabası…

Zaman zaman ufak çatışmalar olsa bile Ermenilerle uzun bir çatışmasızlık… Nihayet 2020 yılına gelindiğinde Azerbaycan Ordusunun hamlesi ve kırk gün savaşları… Yılların sabırla hazırlanışı semeresini vermiş, Karabağ kurtarılmıştı. Bu arada, savaştan hemen önce Azerbaycan Genelkurmay başkanı Hüseyin Sadıkov, 27 Eylül 2020’de essiz sedasız görevden alındı. Görevden alınması ile ilgili tek bir resmi açıklama yoktu. Ordu web sayfasından sessiz sedasız fotoğrafı kaldırıvermiş. Dedikodular, Rus yanlısı olduğu gerekçesiyle alındığı üzerine.

Akabinde Ermenistan’la barış, ABD’nin devreye girmesi, Zengezur Koridoru, Ermenistan’ın Paşinyan yönetiminde Rusları tasfiye çabaları, Ermenistan içinde iç mücadeleler vs.

Konumuz Azerbaycan,

Bugüne kadar Azerbaycanlıların hissettiği ve bildiği ama dünya kamuoyunda bilinmeyen bir durum vardı. Ülke yönetiminde ve kaynakların kullanımında baş aktör Ramiz Mehdiyev’in tutuklanarak ev hapsi verilmesi.

Ramiz Mehdiyev yaklaşık yirmi yıl Azerbaycan’ın iki numaralı adamı olmuş. Bütün işler ondan sorulmuş. Ekonomi, kamu kaynaklarını yönlendirme/yönetme, kamu makamlarına atamalar, haddini aşan gayrimeşru servet edinimi vs. Adamda ne ararsan var. Aslında Azerbaycan’da bunu bilmeyen yoktu. Daha 2013’de gittiğimde, falanca kasabalar ona ait deniliyordu.

Ev hapsi gerekçesi şu; Azerbaycan’da demokratik olmayan yönetimin Rusya desteği ile alaşağı edilmesi için Kremlin’e mektup gönderilmesi. Demek ki seksen yedi yaşına gelmiş bir adamın böyle işlere kalkışması “akıl ziyanı” olduğu ile ancak izah edilebilir.

Bu arada, akabinde birçok kamu görevlisi “suiistimal ve yolsuzluk” suçlaması ile görevden alınmış.

Bana bütün bunların, evvelden beri bilindiği ama gününün beklendiği izlenimi veriyor.

Sorum şu; Neden şimdi?

Devletler kurulduğunda ( hele Azerbaycan gibi devletler) geçmişin bazı yüklerinden hemen kurtulamıyor. Mayıs 1920’den Ekim 1991’e kadar Sovyet hegemonyasında olan bir devletin, bağımsızlığını kazandıktan sonra, tüm işbirlikçi kadrolardan bir anda kurtulması mümkün değil. (devamı gelecek yazımda)

14 Kasım 2025 Cuma

BALÇIKTAKİ CHP

 




Güzel bir analiz,
Ancak CHP'nin geçmişini sorgulama kabiliyeti ve en önemlisi geleceği analiz etme isteği olabileceğinden şüphelerim var!.. Zira ideolojik takıntılar yakalarını bırakmaz gibi geliyor bana...

Yanıtla  (2)  (12)

Dün İbrahim Kiras’ın Karar Gazetesindeki yazısına yaptığım yorum iki olumluya karşılık on iki olumsuz tıklama almış.

Normal.

Eğer ülke öteden beri aynı atmosferde ve kurallarda yürüyorsa bu son derece normal bir durum.

Ülkemizin (her türlü)yaşam felsefesi irdelenmeden yapılan bütün eleştirilerin bizi böyle bir sonuca götürmesi son derece normaldir.

Bunu birincisi şahit olduğum bir söyleşi ve bugün okuduğum bazı yazarların yazılarından alıntılar yaparak açıklamaya çalışayım.

Birincisi,

Geçen seçimde küçük bir ilçede belediye başkanlığı seçimine girmiş ama kazanamamış bir adayın, gelecek seçimde yeniden aday olacak-mısın? Sorusuna verdiği yanıt; “ seçim masrafları için bana bir milyon seçim yardımı yapan kardeşim öldü. Parayı nereden bulup da seçime gireceğim. Ben kendimi ancak geçindiriyorum.”

Parti teşkilatının seçim masraflarını karşılamadığı bir adayın neden seçime girdiğinin yorumunu hayal gücünüz nispetinde tasavvur edin. Bu örnek aşağı yukarı bütün adaylar için geçerlidir. Ben her zaman şunu derim, “fakir öğrenciye üç kuruş cep haçlığı vermeyi düşünmeyen bir kişinin yaşadığı şehir için yanıp tutuşması bana pek sağlıklı bir düşünce gibi gelmiyor.”

İkincisi,

Kamudan ihale alan iş insanlarından, kurumlara ya da sosyal yardım çalışmalarına katkısı yapmalarının istenmesi, “rüşvet” midir?

İddianameye göre, Seyfet Taştan isimli iş insanından, “ruhsat” sürecinde “dar gelirli vatandaşlara dağıtılan market alışveriş kartları” vermesi istenmiş, o da vermiş, “hayır için verdim” diye ifadesi varmış.

Yazar devamında (birçok defadır eleştirdiği ve mesafeli durduğu Hayrettin Karaman’ın fetvasını örnek göstermiş.

Fıkıh Profesörü Prof. Hayrettin Karaman şöyle yazmıştı:

İhale almış, para kazanmış bir kimseyi, iş olup bittikten sonra bir yetkili, bir hayır kurumuna yardıma davet ederse ve o da yardım ederse bu rüşvet olmaz' dedim, yine diyorum.” (Yeni Şafak, 24 Ocak 2014)

Biz vatandaş olarak bu tür durumlarda şunu bilir ve deriz “istersen verme, adamın ümüğünü sıkarlar.”

Bu iki örneği biz vatandaşlar her zaman bilir ve şahit oluruz. Ama sesimizi çıkartmayız ve deriz ki “neme lazım, yarın, öbür gün önümüze çıkar.”

Yine ben ülke siyasetini “başçıkta güreş tutan pehlivanlara” benzetirim… Ve elbette CHP de bu balçığın içerisinde debeleniyor. CHP önce balçığı nasıl kurutacaklarının çözümünü anlatmalı ve ona göre davranmalı ki… Biz avam takımı “hah işte” diyelim. Yoksa CHP %30 bilemediniz %35’i geçemez. Diyelim ki kazansalar da ülkeye bir faydaları olmaz.

Bir akıl; CHP demokrasi, fakir fukara, ideolojiler üzerinden yürüdüğü müddetçe sağ seçmen her zaman şunu diyor “ geç bunları, onlar yeşilse sen de kırmızı…” Neden sana oy vereyim ki?

10 Kasım 2025 Pazartesi

ÜNYE !.. BAŞKAN TAVLI BOŞ ZAMANLARINDA NE YAPAR? (2)

 

(Yazımıza devam ediyoruz)

Önce şu notumuzla devam edelim,

Bir önceki yazımda Moğol ve Fatih örneklerini vermiştim. Ordular şehirleri fetih ettiklerinde, eğer fetih ettikleri şehrin kültürü kendilerinden yüksekse… Önce talan ederler. Sonra hâkim kültürün etkisiyle kendi benliklerini yitirirler.

Tersi; eğer şehre hâkim olanın kültürü mevcuttan yüksekse, bu sefer şehir halkı yeni gelenlerin içinde erirler. Fatih örneğinde olduğu gibi…

Özelde Ünye’ye gelirsek;

198O’den önce çok az göç alan Ünye, zaman içinde, imkânları ölçüsünde kendi kültürel gelişmesini devam ettirdi. 80’den sonra birden bire dışarıdan göç almaya ve vermeye başlayan Ünye’de kültürel gelişme duraksamaya başladı. 2000’li yıllara kadar olanla yetinmeye çalıştı. 2000’li yıllardan günümüze kadar hızla göç alan ve değişen siyasal görüş/sistemlerin etkisiyle şehrimizin kültürel ve sosyal gelişmesi hep sekteye uğradı.

Şu soru akla gelebilir,

Mevcut şehirli ile yeni gelenler arasında neden yeterli etkileşim sağlanamadı?

Bunun iki nedeni var.

1   1-    Demek ki, mevcut şehir kültürü yeterince etkin/baskın değildi.

2-     2 -Yeni gelenlerin ise, şehirleşme/şehirleşmek gibi bir iddiaları yoktu.

Şu soruyu da soralım; mevcut şehirliler neden şehir kültürü oluşturamamışlardı?

1-   1-  Şehir kültürü oluşmasında ne belediye yönetimlerinin ne de şehirlinin (80’den sonra) böyle bir kaygıları olmadı.

2-    2-  Gelişmeyi hep park, yol gibi alanlarda yatırımlar yapmakla eşdeğer tuttular.

3-  3-  80’den sonra ( yeni siyasal örgütler ve kadrolarla) değişen siyasal sistemle beraber yeni bir zengin sınıfı ortaya çıktı. Bu 2002 den sonra gelenlerin öncüleriydi.

2002’den sonra gelen yönetimlerin ise, yukarıda da değindiğimiz gibi şehirleşme/ şehir kültürü gibi hiç kaygıları olmadı. Atatürk Parkı, Belediye sineması yerine yapılan AVM, Pazar yerine yapılan 15 Temmuz, Yunus Emre yatırının ihyası(!) gibi yatırımlar sosyal yatırımlarmış gibi görünse de; aslında birer getirim yatırımlarıydı.

Aslında 90’lı yıllardan itibaren başlayan kamplaşmalar 2002’den sonra iyice belirginleşti. Modern/ laik/ Atatürkçü/ demokrat (her ne dersek diyelim) kesim ile iktidar destekli dindar/muhafazakâr kesim arasındaki mesafe iyice belirginleşti.

İşin en acı ve sıkıntılı tarafı ideolojiler ve tarafgirlikler yaşam felsefesinin kendisi haline geldi. Hâlbuki toplumlar ortak kültürleri ile yaşar ve gelişirler. Peki, ortak kültür nasıl sağlanabilir? Bunu ne iktidar ne de muhalefet soruyor/sorguluyor.

Geleceğin Ünye’si nasıl olmalı? Hangi temel taşlara oturmalı? Çevresinde (hinterlandında) hangi özellikleri ile ön plana çıkmalı? Birlikte yaşamanın huzurunu nasıl sağlamalı? Medeni, sosyal faaliyetleri gelişmiş bir Ünye nasıl sağlanmalı?

Sorunlar barışçıl ve ilmi bir şekilde nasıl çözümlenmeli?

Barışçıl?(!) Mesela…

Yalıkahvesi sorununda bir milletvekilinin naraları ile mi? Yoksa “ben yaptım oldular-la mı?”  Yoksa buranın Ünye için bir anlamı var. Deyip medeni bir şekilde projeler yarıştırarak/ münazara ederek mi?

Bir akşam sohbetini, her meşrepten dostlarla birlikte siyasi kafa-göz yarmalarla mı? Yoksa geçen hafta gittiğimiz bir etkinliğin, okuduğumuz bir kitabın kritiğini yaparak mı? Yapmak ister.

He sahi… Başkan Tavlı bunların hangisini yapmak ister?

 


6 Kasım 2025 Perşembe

ÜNYE !.. BAŞKAN TAVLI BOŞ ZAMANLARINDA NE YAPAR? (1)

 

Eskiden yaşadığım şehir olan Ünye’miz ile övünürdük. Bölgemizin en eğitimli ve medeni şehri diye…

Geçmişinden miras aldığı ( her ne kadar Cumhuriyetle beraber sekteye uğrasa bile) liman şehri özelliği, yetiştirdiği kadıları, kaptanları, çeşitli okulları ile dışarıya her zaman açık olan Ünye, artık eski özelliğinden çok şey yitirdi.

Yazları bütün civar şehirler gece dokuzdan sonra uykuya yatsa bile, Ünye gece birlere kadar sahilin tadını çıkaran insanları ile neredeyse yirmi dört saat yaşayan bir şehirdi.

Yine yazları Yunus Emre parkında gençlerin orkestralarıyla günün revaçta müziği ile şehir yaşayanlarını eğlendiren, müzik ziyafeti çektiren… 1950’lerde halkın ihtiyacı için Çamlığın ihdasını düşünecek kadar sosyal yaşama önem veren… Çevre il ve ilçelerden bile rağbet gören eğlence mekânları… Her zaman tıklım, tıklım olan yazlık ve kışlık sinemaları ile sosyal yaşamın ihtiyaçlarını karşılayan tam bir medeniyet şehri idi.

Sosyal faaliyet olarak müzik ve futbol takımlarıyla çevre şehirlerin ön sıralarındaydı. Dışarıdan gelen profesyonel tiyatro kumpanyalarını ve müzik sanatçılarını saymıyorum bile. Bunları icra edecek sanat yapıları günün şartlarına göre mükemmeldi.

Şehir kültürü kolay oluşmuyor. Oluşabilmesi için on yıllar, hatta yüzyıllar gerekli. Rahmetli şehircilik hocam Prof. Kemal Ahmet Aru “şehirler yüz yılda kurulur, yüz yılda yıkılır” derdi. Elbette Ünye bu özelliğini hemen kazanmadı. Yüzyıllar sürdü. Ama rahmetli hocam Ünye’nin son halini görse bu tezini bir daha düşünür-müydü?

Öyle ya… Yüzyılların alışkanlıkları, özellikleri nasıl oldu da bir çırpıda yıkılıverdi?

Dışa açık, medeni, sanatsever, sosyal yaşamın her türlüsünü tadan bu şehir nasıl oldu da içine kapanıverdi. Nerede hata yaptık?

Doğu blokunun etkisi ve Samsun limanı ile ihracat özelliğini kaybetmesi, zenginlerin büyükşehirlere göç etmesi, gelenlerin ve yeni zenginlerin şehir kültürünü henüz özümseyememesi, (zannedildiğinin aksine) ekonominin zayıflaması, fındık ve memur maaşlarına bağımlı kalması, ( doğma, büyüme ) genç neslin iş bulmak umuduyla Ünye’yi terk etmesinin etkileri olabilir-miydi?

Bir de… Eski siyasal sistemin yavaş-yavaş ortan kalkması ve yeni gelenlerin daha henüz- bırakalım şehre intibak sağlamayı ( doğal olarak) şehir yaşamının ne anlama geldiğini öğrenecek zamana erişemediklerinden-miydi?

Bunlar tarihin ve hayatın akışında son derece normal şeyler. Zaman içerisinde devletler gibi şehirlerinde iniş, çıkışları olabilir. Hatta yeni gelenler (belediye sineması gibi) bir kültür eserini yıkıp yerine AVM yapacak kadar aymaz da olabilirler. Moğollar Bağdat Kütüphanelerini yakmadılar mı? Ama bunun yanında Fatih gibi bir dehanın İstanbul’u tüm eserleri ile nasıl korumaya çalıştığını da biliyoruz.

Burada şu aklımıza geliyor. Moğollar kalıcı olmadıklarının idrakinde olup akılları talana mı ermişti. Ya da Fatih geleceği mi düşünmüştü. Elbette öyleydi.

Özelde Ünye’ye gelenler, ya da şimdi idare edenler geleceklerini nasıl kurguluyorlar? Daha açık bir ifade ile nasıl bir şehirde yaşamak istiyorlar? Yoksa böyle bir hayalleri yok mu?

Sizi yormayayım öbür yazımızda devam edelim.

 


1 Kasım 2025 Cumartesi

UÇUK KAÇIK BİR YAZI

 Televizyonlar henüz siyah beyazken ve çanak antenlerimiz yokken, bazen televizyonlarımıza (özellikle) Sovyet yayınları karışırdı.

Mesela tv.’de kovboy filmi varken, birden bire Sovyet kanallarından futbol maçları yayına girerdi. Belli belirsiz… Yani her iki görüntüyü aynı anda seyrederdik. Ama her iki görüntünün de birbirinden haberleri yoktu. Ne kovboyların ne de oynayan futbolcuların bundan haberleri vardı.

Bir gün acaba dedim kendi kendime, “ iç içe geçmiş kâinatlar olamaz mı? Biz de ölünce başka bir boyuta mı geçiyoruz?” Bu fikrimi birkaç arkadaşımla paylaşınca bir tuhaf baktılar bana.

…………………..

Bundan yirmi beş yıl kadar önce bir doçent konuşmacının sözleri dikkatimi çekmişti. Dedi ki; “ kıyamet ne zaman kopacak biliyor-musunuz?” Biz hep bir ağızdan “Allah bilir” dedik. “Ona şüphe yok ama neden?” diye tekrar sordu. Nereden bilecektik. “İnsanoğlu insan üretecek ve Allah’a diyecek ki; bak ben de senin yaptığına muktedir oldum. O zaman Allah kendisine şirk koşulmasına karşı kâinatı yok edecek.”

O zaman demiştim ki; “bu adam kafayı ayazda bırakmış.” Ama şimdi öyle düşünemiyorum. Diyorum ki “acaba?” Yapay zekâyı geliştiren ve insan uzvu üretebilen insanoğlundan korkulur vallahi!

………………………

Eflatun vaktiyle kâinatın dört ana maddeden oluştuğu kanısına varmış. Uzun yüzyıllar da böyle kabul edilmiş. Şimdi gülüp geçiyoruz.

Daha geçen yüzyıl, ( ideolojilerin gemi azıya alındığı daha kısa zaman önce) bilimin öngörüleri kati ve değişmezdi. Dogmalar ve inanç üzerine kabuller çağ dışıydı. Şimdi bilim bile “şimdilik doğru bildiğim bu” diyor. Her an yeni şeyler ortaya çıkıyor ve geçmişi çürütüyor.

Geçen hafta (yarı) bilimsel bir makalede okudum. Gerçi hepsini anlamakta zorlandım. Lakin şunu anladım; yeni geliştirilen kuantum işlemci, bugünün en hızlı bilgisayarından on üç bin kat daha hızlı. Vaktiyle şunu da okumuştum; ilk kullanıma sokulan bilgisayarın büyüklüğü 167 m2 büyüklüğünde bir odaya ancak sığıyor ve saatte 187 kw. Elektrik harcıyordu. Ama günümüzün el kadar cep telefonundan bilmem kaç bin defa daha yavaştı. O yılların bilginleri bugünün cep bilgisayarlarını görselerdi ne yaparlardı acaba?

Daha yeni okudum. Doğacak çocuğun şeklini, şemalını (yaptığı müdahalelerle) ayarlayabilen bilim bir üst evreye geçmiş. Artık karakterini bile belirleyecek. Hatta siyasal tercihlerini bile ayarlayabileceklermiş. Çok değil, ekiz on yıla kadar bunu gerçekleştirebileceklermiş.

Allah’ım ne günlere kaldık?

Düşünsenize, uğrunda ölünen bilumum liderlerin yeni baştan üretildiğini… Ama şundan kesinlikle eminim. Uğrunda öldükleri önce kendileri liderlerini ortadan kaldırmanın çaresine bakacaklardır.

Mehdilere ne demeli? Dünyada mehdi enflasyonundan geçilmezse ne olacak? Bu sefer dünyada benim mehdim senin mehdini döver kavgası başlarsa şaşırmam.

Geçen yıllarda, bir Kurban bayramı arifesinde, hoca hutbede “ kurban kesmenin kesilen kurbanın kılı sayısı kadar sevabı var” demişti. İlk kurbanın da Cennette kırk yıl beslenen koyunun Hz. İbrahim’e gönderildiğinden bahsetmişti hoca.

Daha geçen Cuma vaazında hoca, Allah meleklerine “Âdemi yarattım, secde edin buyurdu” dedi. Biz de aval-aval dinledik. “Yahu bizler hala oralarda-mıyız” dedim kendi kendime…

Korkarım, bir gün eloğlu öyle bir mahlûkat yaratır ki “haydi buyurun secde edin” der mi der… O zaman yandı gülüm keten helva.

İnanmıyor-musunuz? O zaman geçmişte olduğu gibi bugün bile adı konulmamış secdelere ne demeli?

Dedim ya,

Uçuk kaçık bir yazı bu… İnanıp inanmamak size kalmış!..

 

 

 

 


28 Ekim 2025 Salı

“YALUGAVELÜLERİN” HANDİKAPI !..

 

Aslında yazımın başlığını “YENİLENLER BİZİ FETHETTİ, BİZ ONLARI DEĞİL.” Koyacaktım. Ben de insanım, bu başlığımın dikkat çekmeyeceğini düşünerek günün moda figürleri olan Yalıkahveliler’i tercih ettim. Ama merak etmeyin, yazı aslında onlarla da alakalı.

Büyük Roma, Yunanistan’ı fethedip Yunan ülkesindeki değerli heykelleri Roma’ya getirdiğinde, Romalı yaşlı Cato “yenilenler bizi fethetti, biz onları değil.” Demiş.

Nitekim İkinci Dünya Savaşında Alman Orduları Paris’e girdiğinde işgal komutanı Alman Generali Fransız Aristokratına böbürlenerek “artık ilelebet Fransa Almanya’nın himayesinde” dediğinde, Fransız Aristokrat “Fransızlar Almanlardan daha kültürlüdür. Beş yıl sonra ya siz Fransız olursunuz ya da çekip gidersiniz.” Sonuç malum.

Farslar son Ahameniş İmparatorluğunun Büyük İskender tarafından yıkılmasından sonra, Fars Sasaniler ve sırasıyla Araplar, Türkler, Moğollar ve nihayetinde yine Türkler tarafından idare edilmelerine rağmen, baskın kültürleriyle hepsini kendi içlerinde eritmişlerdir. Nihayetinde 1922’de son Kaçar hanedanından sonra tekrar Farsların hâkimiyetine geçti.

Bilge Kağan yazıtlarında Çin’in kültürel hegemonyasının tehlikelerinden bahsetmiştir.

Günümüzde Batı Emperyalizminin ekonomik hegemonyasından çok, kültürel işgali daha ön plandadır.

Otuz beş yıl geçmesine rağmen Azerbaycan dâhil, Orta Asya Türki Cumhuriyetlerde hala Rus dili ve kültürü hâkim. İki yüz yıllık hegemonyadan sonra böyle bir hâkim kültürü söküp atmak kolay değil elbette. Bu konuda daha çok yol alacaklarına benzer. Ama onun yerine ne koyacaklar? Esas mesele burada!..

Yarın cumhuriyetimizin yüz ikinci kuruluş yıldönümü. Geriye dönüp baktığımızda kültürel birlikteliğimizi sağlayabildik mi? Cumhuriyeti kuranlar bu konuda ne düşündüler?

Kültür, her türlü sanatla ve geleneklerle geliştirilir. Sanatta modernleşmek için batı sanatı örnek alındı. Müzikte önce halk müziği ve sanat müziği tasfiye edilmeye çalışıldı. Yerine çok sesli senfoni orkestraları kuruldu. Hâlâ cumhurbaşkanlığı halk müziği orkestrası kurulamadı. Mimarimiz hep içler acısı… Alman şehircilik ve mimari eserleri örnek alındı. Mustafa Kemal’in ant mezarı bile buradan esinlendi.

Medeniyet ve kültür ayrı şeylerdir. Medeniyet evrenseldir ama kültür toplumun kendi dinamiğidir. Kültür teknolojiden ve medeniyetten esinlenir ama bire bir uygulamaz. Kendi potasında eritir, şekillendirir. Zaman içerisinde kendi kültürel değerlerini üretir, geliştirir. Kısaca “ben buyum” der.

Elbette bunlar kolay şeyler değildir. Bir imparatorluktan milli devlete geçeceksiniz ve (millet olama vasfını kazanamamış ve üstelik kırkambar) bir toplumu millet yapma yolunda büyük reformlar yapacaksınız. Kolay meseleler değil.

Yirminci yüzyılın “yık yeniden yap”  olan eskiye pirim vermeme hastalığına kapılıp batı medeniyeti özentisi ile yeni şeyler icat edeceksiniz. …. Ve üstelik bir idolün adıyla. Bir de ideolojilerle tatlandırarak. Toplum yüzyıllardır yaşam biçiminden vazgeçer mi? Tutmadığı ortada.

Elbette karşı duranlar olacaktı. Bu insanlığın doğasında var. “Karşı durmak.” Fırsatını buldukları an kendi değer anlayışlarını öne süreceklerdi. Sürüldü nitekim. Ne var ki yanlış şurada; Çatışmalarla kültür üretilmez. Dipçikle, zorla kültür kabul ettirilemez. Toplum günün getirdikleri ile zaten kabullenir. Devlet yönlendirir, alan açar.

Şimdi, bunların Yalıkahvesi ile ne alakası var diyeceksiniz. Eğer, bunca geçen yıllarda şehir kültürü üretememişseniz ve ideolojilerin peşinden yıllarınızı heder etmişseniz, yeni gelenler ne sizin ideolojini ne de kültür ya da medeniyet sandıklarınızı dikkate almayacaklardır. Tıpkı sizin gibi onlarında kendi ideolojileri, medeniyet ve kültür anlayışları var.

Köhnemiş, modası geçmiş ideolojilerin yerine, sığındığınız ve birlikteliğinizi muhafaza refleksiyle icat ettiğiniz “çevrecilik” söylemleri ile bir yere varamazsınız. Kaldı ki, bu sizin icadınız da değil. İthal. Tıpkı ( toplumu yok sayarak) savunduğunuz dünkü sığ fikirleriniz gibi…

Bir nasihat; Toplumun bütününü kucaklayın. Onları iyi tanıyın ve kendi hayallerinizle değil onların hayalleri ile hasbihal olun.

Yoksa iki arada bir derede kalırsınız. Yani Araf da… Orası da hiç de iç açıcı bir yer değil. Benden söylemesi…

Daha nice yüz ikinci yıllara… Kutlarım.

 

20 Ekim 2025 Pazartesi

ONEY BİLİM ŞENLİĞİ

 

Cuma günü öğle tatili gerekçesi ile alınmadığım şenlik alanına, cumartesi günü yine öğle suları Cumhuriyet Meydanına vardığımda, meydan çocuk cıvıltısından geçilmiyordu.

Hava son günlerin en güzel havasıydı.

Çocuklar, gençler kendilerine göre birtakım buluşlarını, faaliyetlerini stantlarda sergiliyorlardı.

Milli Eğitim ne iyi etmiş de böyle bir etkinliği düzenlemiş dedim kendi kendime. Demek ki istense, arzu edilse gerçekleştirilebiliyor.

Mesela, öğrenim sonunda okulların bu tür faaliyetlerinin sergilendiği etkinlikler, yarışmalar olsa… Ne de güzel olur.

Ne var ki,

Okul idareleri öteden beri (yukarıdan emir komuta ile geldiği için) bu tür faaliyetlere angarya gözü ile bakarlar. Sonuçta bir şeyler ortaya çıkarılır. Fakat “oldu mu oldu” hesabı…

Böyle güzel bir şenliğe maydanoz olmak hiç de hoş değil. Ama meydandaki afişe gözüm takılınca “hınzırlık damarım” kabardı. Aklıma bundan on beş yıl kadar önce, lisenin bahçesinde yabancı müzik eşliğinde On dokuz Mayıs bayramına hazırlanan öğrenciler aklıma geldi.

Sonra,

Daha geçen yıl yine aynı bayramda sahilde yabancı müzik eşliğinde gençlerin bayram kutlamalarına şahit olduk.

Hâlbuki bayramlar toplumsal bağların güçlendiği, milli benliğin pekiştirildiği etkinliklerdir.

Bilim şenliği ile bayramların ne alakası var? Diye bir soruya muhatap olabilirim. Haklısınız.

Lakin…

Eğer etkinlik, TÜBİTAK destekli Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından düzenlenmişse A’dan Z’ye… En ufak ayrıntısına kadar titiz davranılmalıdır.

Birincisi,

Böyle bilimsel bir etkinliğin “ONEY” adı ile ne alakası var? Eli kulağa verip kırk saat düşünsek bir bağlantı kuramayız. Çünkü bu isim, ne yer ne de bilim literatüründe geçmiyor.  

İkincisi,

En vahimi, yerel tarihle ilgilenen arkadaşlarıma sorduğumda bu ismin “uyduruk” olduğunu söylediler. Onlara “inanmadım”  Google Amcaya sordum, sadece Ekşi Sözlükte iki satırla Ünye’nin eski adı diyor. Google amca Fransa’da bir bankayı ve ülkemizde Ünye menşeli firma adlarını gösteriyor. İçlerinden biri de halı yıkama dükkânı.

Hal böyle olunca,

Adı üzerinde “Milli” olan bir kurumun böyle uyduruk, düzenlediği etkinliğe (yakın-uzak) hiçbir ilişkisi olmayan bir kelimeyi ad olarak seçmesi manidar geldi bana.

Kurdele kesmek için sıraya giren Büyükşehir belediye başkanı ile Ünye Belediye Başkanından, parti, idareci ve oda başkanlarından bilumum yöneticilerin hiçbirinin dikkatini de çekmemiş. Özellikle MHP ilçe başkanının…Hayret!..

Kim bilir, şenliği düzenleyenler sohbet esnasında “açacakları dükkâna isim arar gibi” dikkat çekmek için mi koymuşlar acaba?

 

 

 

15 Ekim 2025 Çarşamba

KENDİNİ HESABA ÇEKMEK…

 



“Tecrübe, yaşadıklarından ders almak sanatıdır” der büyüklerimiz.

Hz. Allah “ ben saftım, bilemezdim” mazeretlerine ön vermez. Dersek büyük laf mı etmiş oluruz?

Nitekim Yusuf/7. Ayet “Yemin olsun ki, Yusuf ve kardeşlerinin yaşadıklarında, gerçeği arayanlar ve sorup öğrenmek isteyenler için nice dersler ve ibretler vardır.”  Yukarıdaki haddi aşma ihtimali olan cümlemi bu ayetten cesaret alarak yazdım.

Mustafa Kemal yaşadıklarından sonra Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” Diyor. Bu büyük sözden sonra, izinden gittiklerini iddia edenlerin sığ sularda debelenmelerini görünce insanın içi sızlıyor.

Albert Einstein Yaşadığınız başarısızlıklarda ne yaparsınız, nasıl davranırsınız?” He sahi… Oturup, salya-sümük ağlar-mıyız? Yoksa eli kulağa verip düşünür-müyüz? Neden bu yanlışı yaptım diye…

Uzak-yakın yaşanılanlardan dersler çıkarmak gelişmenin olduğu kadar hayatın gerçeği de. Bunlar kolay işler değil. Kolay olsaydı dünya mükemmel olurdu zaten. Olmadığı içindir ki-ayrıca nefsi de hesaba katmak gerekir- dünyamız yanlışlarla doğruların çatışması üzerine kurulu.

Yaşanılanlardan dersler çıkarmak… Gelişme (eskilerin deyimi ile tekâmül) bu yöntemle sağlanmıyor mu? Düşünmek ve yeni şeyler keşfetmek! Bu aynı zamanda aklı esir etmemek, cendereye sokmamak da değil mi?

“Ders alınmazsa her hata bir sonraki hatanın virüsü olur” diyor Fars âlim ve şairi Sadi Şirazi. Virüslere karşı ilaçların çare olmadığını düşünenler keşfetmiş notunu düşüp devam edelim. Bunun için aşı gerekli ama henüz bulunmadı. Nefis virüsünü yok etmek mümkün olabilir mi? Yaratılışımızın özünde var galiba… Yine de biz kim bilir? İnşallah diyelim iyi niyetimizle…

Burada arif halkımızın “inadım inat, adım Kel Murat” deyimini atlamamak gerekir. Dediğinden şaşmamak, “bildiğini okumak” yani… Bunu arif halkımız anlamış da… Aklını esir eden “bilgiç geçinenler” anlamamış gibi geliyor bana. Ne yazık ki dünyayı da onlar idare ediyor.

“Yanlış yapmaktan korkma, düzeltememekten kork.” Bu da benim veciz sözüm olsun. Belki tarihte yerini alır. Gerçi bunu Ulu Büyük Dedemden çaldım ya… Görmezden geliverin.

Bilim bile bu sayede ilerliyor. İlk tekerleğin bulunmasını bir düşünün; rahmetliler ne kadar çok kafa patlatıp, ağaç harcamışlardır bunun için. Yüzyıllar sonra geldiğimiz noktayı hatırlatmama gerek var mı? Saatte bilmem kaç yüz km. giden elektrikli arabalar… Kafasını et yığını olmaktan çıkaranların eseri değil mi?

Fikir dünyamıza bir bakalım,

Aristo’dan- Platon’dan beri neler değişmedi/gelişmedi. Müslüman İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Farabi bile “bunlar putperest” dememişler onlardan feyiz almışlar, yeni düşünceler geliştirmişler.

Demek ki,

Bilgi, tecrübe evrensel olduğu kadar tarihe de şamildir. Zira tarih üzerine koyarak ilerliyor.

Ne var ki,

Galiba “nefis denen muhannet” şekil değiştirse bile özü itibarıyla aynı kalıyor. Yani tecrübeden dersler çıkarmanın, gelişmenin düşmanı nefistir diyebilir-miyiz?

Acaba nefis denen meret, beynimizin hangi lobundan türemiş? Hep merak eder dururum. Orasını köreltmenin çaresi yok mu?

Yüzyıllar geçse de, kutsanan liderlerin, ideolojilerin kuyruğuna yapışmanın; “düşünmeden yaşamanın kolaycılığı, hayata tasasız tutunmanın tembelliği, elde olanın muhafazası… Ve en önemlisi, kendi var olma nedenini idrak edememenin yahut yaradılışın nasip ettiği mükemmelliği sömürmenin ve dar kalıplara hapsetmenin bir başka yolu gibi geliyor bana.”

Netice olarak,

Her nedense, nefsin girdabındaki insanoğluna “kutsanmış rehber liderler, ideolojiler yaratmak” haz veriyor. Bu da ayrı bir muamma. Bir arkadaşımın ağzında pelesenk olduğu gibi, “ne yapalım bu da dünyanın gerçeği, yapacak bir şey yok!”

 

ÇİLELER DE SOSYETELEŞTİ

  Yaşımız itibarıyla son elli-altmış yılda çok şeyler gördük, çok şeyler yaşadık. Her meşrepten, ideolojiden insanların sisteme göre “aykırı...