Bu Blogda Ara

20 Eylül 2025 Cumartesi

MUSTAFA KEMAL “YURTTA SULH CİHANDA SULH”

 



Atatürk’e eleştirel yaklaşsam bile, onun “yurtta sulh cihanda sulh” özdeyişini çok beğenirim.

Bu özdeyiş bir anlamda “huzurlu toplumu” ifade ediyor. Başka bir anlamda ise, toplumun barış içerisinde yaşamasını, (devlet ve millet) olarak nefse esir düşmemesini tanımlıyor. Bu aynı zamanda dünya ölçeğinde de huzuru/barışı getiriyor.

Ancak,

Önce birey sonra toplum olarak barış içerisinde yaşamak azmi öyle çok da kolay tesis edilemiyor.

Toplumu huzursuzluğa sevk edecek argümanları bilmeniz gerekiyor. Bunun için de toplum yapısını, geleneğini, değerlerini velhasıl toplumu yaşatan, ayakta tutan unsurları iyi analiz etmek; sonrasında da toplumu medeniyette ileri taşıyacak fikirleri üretmek, uygulamaya geçmek becerisine sahip olmaya kalıyor.

Bunlar çetin işlerdir/ yollardır. Önce irade gerekir. Bu konuda bilgi birikimine sahip inanmışlar gerekir. Yine kurucu iradenin ve belli başlı toplum kesimlerinin bu konuda hemfikir olmaları gerekiyor. Bunlar kolay işler değil elbette…

Geçtiğimiz yüzyılın ideolojik güce dayalı kurucuları ve rejimleri “en doğrusu bu” diktası ile toplumu hizaya getirme yöntemlerinin işe yaramadığını tarih bize gösterdi.

İkinci dünya savaşından sonra Batı yeniden yapılandı, hızla eski yaralarını sardığı gibi medeniyette büyük adımlar attı. Bir anlamda “toplumsal mutabakatını” sağladı. Elbette yaklaşık yüz elli yıl yaşadığı toplumsal ve siyasal travmalarından, savaşlardan aldıkları dersler bunda büyük rol oynadı. Yani akıllandılar…

Bunun en güzel örneklerinden birisi Japonya’dır. İkinci Dünya Savaşına kadar otoriter, yayılmacı, militarist Japonya şu anda bu huyunu terk etmiş görünüyor.

Bu alanda travma yaşamayan ülkemiz Cumhuriyetin kurulması ile birlikte “çağdaş, medeni bir toplum” yaratma iddiası ile birlikte yeni uygulamalar ortaya koydu.

“Lider, önder kültü” her zaman işe yaramıyor. Yukarıda da değindiğimiz gibi yaşanacak travmalardan gelen tecrübeler, irade, toplumsal dönüşüm için gerekli bilgi birikimleri ve en önemlisi azami “toplumsal mutabakat” gerekiyordu. Bunlar ne derece mevcuttu? Sorusu aklımıza geliyor.

Olmadığını şuradan anlıyoruz,

Kuruluşumuzun yüzüncü yılını kutladığımız halde, halâ “toplumsal mutabakatımızı” sağlayamadığımız ve huzura eremediğimiz ayan beyan ortada.

Yaşadığımız bunca olaylar bizim aklımızı başımıza getirir mi? Tamir etmek yeni yapmaktan zordur. Hangi siyasal irade ve hangi toplumsal yapıyla?

Devlet bir şekilde ayakta kalır, onda şüphem yok. Fakat ömrümüz hep didişmeyle, düşman ve hain yaratmayla, duygusal ve ekonomik sömürme/sömürülmeyle geçecek gibi geliyor bana…

 

 

 

18 Eylül 2025 Perşembe

ZENGİNLER ve ÜLKEMİZ

 


Nüfusu seksen beş milyonu aşan bir ülkeyiz. Yaşı benim gibi yetmişi devirmiş olanlar aşağı yukarı yetmiş yılından bu yana, ülkemizin geçtiği yolları çok iyi hatırlarlar.

Memleketimizin ana gündem maddesi hep memleketin geleceği, ideolojiler, hainler, memleket sevdalıları, fakir fukara edebiyatları üzerinden yürümüştür.

Müsebbipler de hep karşıtlardır. İleri sürülen sorunlar ya (ideolojik olarak) partilere, silahlı kuvvetlere ya da hukukçulara yüklenmiştir. Bunlar ya yandaştır ya da haindir. Bizden olanlarsa ya vatanperver ya “namus ehli kişiler” ya da demokrattırlar. Bunların yanında elbette STK’lar ve meslek odaları da vardır.

Ne var ki hangi siyasi parti ya da ideoloji iktidar olursa olsun aynı sorunlarla cebelleş ediyoruz. Yani formalar hangi renk olursa olsun sahada oynanan oyunun kalitesi ve yürüdüğü yol aşağı yukarı aynı.

O zaman, sorun ne renkte ne teknik direktörde ne de oyunculardadır. İşin tuhafı oyunun kuralları (gerekli hukuk yollarından geçse bile) lider takıma göre değişmektedir/ değiştirilmektedir. Biz lider taraftarları olarak buna alkış tutmaktayız. Ancak, sonuca baktığımızda, dünya sıralamasındaki yerimiz değişmemektedir.

Hiç kimse oturup şu soruyu sormaz; Neden böyleyiz? Çünkü sistem bu tür sorulara izin vermediği gibi, bizim de işimize gelmez. Sorup, kafa yormak hem nefsimize uymaz hem de bu meşakkatli bir yoldur. En kolayını seçeriz; Yani “iktidarı kötüleyip yandaşları çoğaltmak.” Bir anlamda mağdurları oynamak daha çok işimize gelir.

Devlet soyut gibi gözükse de, sahip olduğu kuruluş mantığı, kamu organları ve en önemlisi sosyal sınıfları, buna bağlı olarak kültürü ile canlı bir organizmadır.

Devletin kuruluş mantığı, yönettiği halkının yaşam felsefesi ile doğru orantılıdır. Her ne kadar halkının yaşam felsefeleri ile uyuşmayan, otoriter devletler var olsa bile; bunlar ya (petrol gibi) sabit geliri olan ya da (menfaatleri gereği) diğer ülkelerin yardımları/onayı ile yaşamışlar/ yaşamaktadırlar.

SSCB’nin dayattığı ideolojinin tutmaması, Suriye’nin diğer ülkelerin menfaatleri gereği ayakta tutulması gibi…

Bir anlamda, devletin kutsallığı veya ( elli-yüz- yüz elli yıl) yaşamasından ziyade vatan bilinen topraklarda yaşayanların geleceğinin ilelebet olmasıdır.

Devletlerin ömürleri ( kaç yüz yıl olursa olsun) sınırlıdır, sonu vardır. Kısaca devletler ölümlüdür. Ama devleti ayakta tutan milletin ölümlü olması her şeyin sonudur. Millet yoksa devlette yoktur.

Milleti meydana getiren etnik guruplar ve sosyal sınıflar vardır. Her sosyal sınıfın ve etnik gurubun sahip oldukları ile doğru orantılıdır. Demem o ki; Bir milletin ayakta tutulması, dünya medeniyet ailesinde itibarlı bir mevkide olması, sosyal sınıfların ve etnik gurupların bulunduğu yerin idrakinde olmalarıdır. Bu millerin bekası kadar devletin de uzun ömürlü olmasının gereğidir.

Sosyal sınıflardaki bireyler (doğal olarak) nefsi davranabilirler. İşte bunu önleyecek, gem vuracak hukukun düzenlenmesi(en önemlisi) bilincin verilmesi devletin asli görevidir. Burada devlet devreye girer. Toplumu analiz eder, (yaşam felsefesine ve hukuka uygun) gerekli düzenlemeleri yapar.

Ülkemizde siyaset (dediğimiz gibi) özetle partiler, silahlı kuvvetler ve adalet kurumları ürerinden ideolojik olarak yürütüldü.

Hâlbuki bir ülke millet bilinci ve ekonomi ile ayakta tutulur, yaşatılır.

Öyleyse, ekonomi kimlerin elinde? Sorusu aklımıza geliyor.  Burada, komplo teorilerine sığınıp yabancıların elinde demeyeceğim. Eğer dünya bir mücadele arenası ise dış güçlere beddua etmenin bir faydası olmayacağı gibi, ülkemiz de gücü nispetinde bu mücadelenin içinde.

Benim burada yazmayacağım bir argo deyimim var. Eğer ülkem bu halde ise bunda “İstanbul’un, Ankara’nın ve Diyarbakır’ın büyük vebali var.

Şu kadarını belirteyim “ İstanbul ekonominin, Ankara siyasi yönetimin ve Diyarbakır etniğin merkezleridir.”

Dünyada hiçbir devlet yok ki ekonomik çevreler tarafından kontrol edilmesin! (Dolaylı ve dolaysız) partileri de, silahlı kuvvetleri de, hukuku da onlar kontrol eder. Bir manada devlet yönetiminin hâkimleridir. Kimi zaman şu partiyi veya bu partiyi, kimi zaman (dolaylı) silahlı kuvvetleri, kim zaman ise (dolaylı) hukuku kontrol eder. Konu uzamasın, mesela “yandaş zenginler” ne anlama geliyor?

Hangi kültür, din ve ideolojiye bakarsanız bakınız mutlaka zenginin sorumlulukları ile alakalı belirtmeler vardır.

Mesela,

Bakara / 236. Ayet

“Zengin olanlar kendi güçlerine, fakir olanlar da kendi imkânlarına göre, onlara gönüllerini alacak ve örfe uygun düşecek şekilde uygun bir geçimlik versin. İyilik ve ihsân sahiplerine yakışan da budur.”

Zenginin vazifesi sadece “dinin gereği” deyip zekât dağıtmakla bitmiyor. Kazancın (çok karlılıktan ziyade) çağın gerektirdiği yatırımları yapmaktır.

Fakir, ülkesi için canını verirken, riske girip doğru yatırımları doğru yerlere yapmamak neye delalettir? Ya da “kanka iktidarı” kullanarak teşvikleri amacına uygun harcamamak hangi nefsin düşüncesi olabilir? Veya elli yıldır otomobil montajı yapıp, kendi patentine merak salmamak nasıl bir aymazlık ve gaflettir? Ucuz kredilerle üretim yapıp, kazancını yüksek kar getiren alakasız işlere yatırmak neyin nesidir?

İşin özü;

Daha fazla kar edip “zekât ya da fazla vergi” veriyorum mantığına sığınmak, zenginin ülkeye olan sorumluluğunun ve aidiyet duygusunun delili değildir. Bu nefsin başka türlü zuhurudur.

 

15 Eylül 2025 Pazartesi

PAPAZ DÂHİL DOKUZ KİŞİYDİK

 


Yıllardan seksenlerin sonu, doksanların başıydı galiba… Yılını tam hatırlamıyorum.

Büroma Belçika’da çalışan bir müşterim, yanında yaşlı bir Belçikalı hanımla ziyaretime gelmişti. Hoş sohbetten sonra (huyum gereği) Belçikalı hanıma sordum. “Biz Türklerin en çok tuhafınıza giden huyu nedir?”

“Siz cenaze törenlerinizi ne kadar çok abartıyorsunuz?

Şaşırdım… “Nasıl yani?” Diye sordum.

“Geçen ay bir Türk ölmüştü. Cenaze töreninde yüzlerce kişi vardı. Birkaç ay önce annem ölmüştü. Cenaze töreninde papaz dâhil dokuz kişiydik. Bin kişi de olsa, dokuz kişi de olsa gideceği yer belli.”

O günkü mantığımla “bu bir itibar meselesi” diyemedim.

Nitekim…

9O’ yılında Azerbaycan’dan dönerken Batu’ma gelmeden önümüzde asfalta saçılmış bir kilometreyi aşkın karanfilleri görünce otomobilin şoförüne “bunlarda ne? Diye sorduğumda “itibarlı bir kişinin cenazesi geçmiş.” Dedi.

Yıllar sonra,

Mustafa Koç’un cenazesinin defnedildiğinin akabinde gazetelerde “Mustafa Koç’un tabutunun üzerine Osmanlıdan kalma altın simlerle işlenmiş nadide bir örtü konmuştu.” Diye okumuştum. İtibardan taviz verilmemişti yani… Öbür tarafta ne faydası olacaksa!..

Ötür tarafta karanfillere, nadide örtülere ne kadar itibar edilir? Bizce meçhul!..

Yine,

2013 yılında arkadaşımın vefatının kırkıncı anma töreni için Azerbaycan’dayım. Anma salonunda yemekler yeniliyor, çaylar, meşrubatlar ikram ediliyor. Hoca kürsüde ayetler okuyor, dualar ediyor. Biz de arada bir âmin diyoruz. Bu böyle öğlenden akşama kadar sürdü.

Bir sonraki gün mezar başına gittim. Mermerden güzel bir mezar. “Dahi iyisi olamazdı” dedim kendi kendime.

Bu kadar masraf garibime gitmiş olacak ki oğluna “ne kadar masrafınız oldu?”

“Cenaze masrafımız çok oldu Yakup Amca, altı bin doları geçti.” Nasıl yani… Deyiverdim.

Delikanlı, itibarımız bunu gerektiriyor, oğlu atası için bir şey yapmamış dedirtmemek için. Aslında başka bir faydasının olmadığı biliyorum.”

Cevap ortada,

“İtibar meselesi.” Ama asıl soru şu… “Gidenin mi yoksa kalanın mı itibarı?”

Bizde de bu kadar olmasa bile, başka bir biçimde kendini zuhur ediyor.

(Gerçi vazgeçildi) Mezar başında “ıskat, devir” çok önemli idi. Şükür bu iş savsaklandı. Detaya girmeyeceğim. Şimdi definden sonra üç mü olur yedi mi olur akşamları ikramlı kuran okutmalar moda. Mali imkânlar nispetinde ikramların önü arkası yok. Hocaların sayısı ve meşhurluğu cenaze sahibinin mali durumuyla doğru orantılı. “Öbür dünyada yine zenginler cennette başköşeyi kaptılar”  demiştim bir arkadaşıma.

Ben hep şunu düşünürüm,

Ölen liderler için yaptırılan heyula anıtlar giden için mi yoksa sisteme hâkim olanlar için mi? Ben ikinci şıktan yanayım.

Neyse, size gülümseyeceğinizi umduğum bir anımla yazımı noktalayayım.

On beş yaşlarındayım. Bir gün eski konağımıza komşu olan konağın hizmetine bakan kadın geldi. Hışımla odadan içeri girdi.

“Kör olmayası, bize sağken çektirdi, öbür tarafa gidince de rahat bırakmayacak.” Rahmetli anam  “hayırdır kız, ne bu hışım.”

“Öbür tarafa gidecek ya… Bize durmadan vasiyet ediyor.”

Ne vasiyeti?

(Komşu konağın yaşlı hanımı ağır hasta, artık kendinden umudunu kesmiş, öbür tarafı düşünmeye başlamış.)

Diyor ki,

“Ben öldükten sonra her Cuma akşamı kuran okutturacaksınız. Cuma günleri, kadir geceleri hatim indirteceksiniz. Ramazanda Mukabele okutacaksınız.”

Başka,

“Ramazanda her akşam fakire iftar yemeği vereceksiniz.”

Anam, “dünyada iken bunları yapıyor mu?”

“Nerde, bırak fakiri bize bile zırnık koklatmıyor.”

Siz-siz olun kendi itibarınızı kendiniz sağlayın. Geride kalanların sizin üzerinizden nam salmalarına müsaade etmeyin. Size de hiçbir faydası olmaz.

 

 

 

 

 

12 Eylül 2025 Cuma

YALIKAHVESİ EŞLİĞİNDE CHP!..


Hukukçularımız beni bağışlasınlar,

Mahkemelerde bir kaide vardır; Usul esastan önce gelir. Dolayısıyla hâkimler ilkönce buna dikkat ederler.

Usule bakalım,

Ordu büyükşehir Belediyesi bir uygulama başlatmış. Atatürk parkından Yüzüncüyıl’a kadar yürüyüş yolu planlamış ve yapıyor. Tam Yalıkahvesi’ne gelindiğinde geçmişte de olduğu gibi “dur bir dakika geçemezsin” deniliyor.  

Neden?

Sosyal medyada ve basında yazılıp çizilenlere göre belli başlı neden “Yalıkahvesi’ni betona boğdurmayız.”

Hâkim o zaman sormaz mı?

İyi de bu beton buraya gelene kadar neredeydin? Öbür taraflar Ünye sahili değil mi? Neden o zaman itiraz etmediniz?

Hadi diyelim “zamane hâkimi” usulü atladı. Esasa geldi.

Anlatın bakalım gerekçeniz ne? Dedi.

“Efendim, doğal alanımız yürüyüş yolu gerekçesi ile betona gark ediliyor. Zaten yeterince büyük kaldırımımız var.”

Şimdi orada ne var ve nasıl kullanılıyor?

“Halis yoz yeşilliğimiz ve dünyaca ünlü kumsalımız var. Bir de eşi benzeri olmayan koyumuzun güzelliği…”

Kumsalın deniz kıyısında uygulama var mı?

“Yok, kaldırımın beş- altı metre kıyısı.”

Ana koya tecavüz yok yani. Peki, orası şu anda nasıl kullanılıyor?

“ Sere serpe kayıklar, jet şeyler falan…”

Daha başka?

“Arada bir otomobilimizi park ediyoruz. Yazın çay masaları kuruyoruz. Bazıları yüzme mevsiminde kimseye zarar vermeden “ufacık” çadırlar kuruyor. Eğer yer kalırsa kumda top oynuyoruz.”

Özel mülk gibi yani… İş anlaşıldı… Yaz kızım.

………    …………   …………   …….

Bir profesör konusunu kürsüde ilkokul çocuğu gibi anlatırsa “in lan aşağı” dersiniz. Eğer serde kibarlığınız varsa “ya sabır” çekerek anlatımın sonunu zor getirirsiniz.

Yalıkahvesi konusunda CHP kendinden beklenmeyecek kadar “en hafif tabirle” acemice davrandı. Bu işi Mustafa Adıgüzel’e yıktı. İlçe teşkilatı da “figüranlık” yaptı. Aslında konu bizatihi ilçe yönetiminin sorumluluğunda idi.

Zaten (zannımızca) Adıgüzel hazır gelmişken “tam benlik” deyip üzerine atladı. Şovunu da yaptı, çekip gitti. Muhtemel ne yaptığını ne söylediğini bile unutmuştur. Onun için “vakayı normalden.”

Halbuki CHP konuya daha ciddi ve bilimsel yaklaşmalıydı.

Ne yapması gerektiğini, hangi yöntemi izlemesi gerektiğini burada anlatacak değilim. Şunu söylemekle yetineceğim. Türkiye’de olduğu gibi umduğum ve tasavvur ettiğim ama hayal kırıklığı yaşadığım bu CHP, çağdaş olabilmesi için daha kırk fırın ekmek yemesi lazım geldiği ayan beyan ortada.

Hazır yeri gelmişken,

Ben belediyenin gezinti yolunu Yüzüncüyıl’ın deniz tarafından Çamlığı geçip Batıpark’a kadar götürmesini arzularım.

Son olarak mimarca,

Yüzüncüyıl’dan sonra Çamlığa kadar denize nazır “balaca seyir terasları” yapılırsa fena olmaz hani…

 

 

 

 

 

 

 

  

 

 

 

 

 

 

 

 

  

 

 

 

6 Eylül 2025 Cumartesi

YALIKAHVELİLERİN MEDAR-I İFTİHARI

 



Yalıkahvesi,

Ünye’nin medar-ı iftiharı… Yaşı kemale ermişler Yalıkahvesi’nin ne anlama geldiğini iyi bilirler.

70’lerde Ünye’nin nüfusu on bin var-yoktu. O zamanlar mahallelerin kendilerine has karakterleri vardı.

Mesela,

Kaledere mahallesi Osmanlılardan beri Türk konaklarının olduğu, çarşıyı da içine alan ana mahalleydi. Dolayısıyla ayrı bir ağırlığı vardı.

Çamurlu mahallesi nispeten yeni zenginlerin oturdukları mahalle, bir anlamda “ekâbir” zenginlerin mahallesi olarak bilinirdi. Ünye’nin en iyi iki İlkokulundan birisi İnönü bu mahallede idi. Diğeri ise Hükümet meydanındaki Anafarta’ydı.  Hatta aralarında gizi bir çekişme de vardı.

Şu anda Hamidiye mahallesine biz o zamanlar Kasap Mahallesi derdik. Belediye müzesinin hemen üzerindeki tepede yer alırdı. Herhalde kasap ve balıkçıların çoğunlukla oturduğu mahalle olsa gerek bu adla anılırdı. Ama adı hiçbir zaman resmiyete geçmemiştir. Kadınları erkeklerinden daha erkekti. Sataşmaya gelmezdi. Onları Konak sinemasının Pazar günü kadınlar matinasından çıktıklarında eski konağımızın önünden geçerlerken, kimini (seyrettikleri filmin etkisiyle) ağlarken ya da aralarında filmi hararetli tartışmalarından hatırlarım.

Diğer Çınarlık ve Fevzi Çakmak Mahallesi “kenar” mahalle olarak anılırdı. 70’leden sonra siyasi kavgaların başlamasından sonra sol görüşlü geçlerin hâkimiyetinde olduğu için orayı “Eyalet” olarak adlandırırdık. Gitmeye çekinirdik. Zaten kolay, kolay işimiz de düşmezdi.

Özelde,

Birde Yalıkahvesi vardı. Köprüden Burunucu’na giderken güzel bir koydu. Bir kısmı Çamurlu’ya bir kısmı da Orta Yılmazlar mahallesine bağlıydı.

Unuttum,

Orta yılmazlar mahallesi Osmanlı devrinde mübadeleden önce (çoğunlukla) Rum ve Ermenilerin oturduğu, çoğunluğu taştan iki ya da üç katlı evlerden birbirine bitişik evlerden müteşekkildi. Sahildeki eski kilise ve tepedeki Ünye’nin ilk ortaokul ve lisesi buraya yapılmıştı. Biz Kaledere’lilere orası her zaman mesafeli gelmiştir. Binalarının kasvetinden olsa gerek. Fakat okullar orada olduğu için her zaman aşina idik ve yabancılık hissetmezdik.

Bir de Ortayılmazlar’a bitişik Samsun tarafında Burunucu Mahallesi vardı. Bize uzak ve tenha gelirdi. Eski hastaneye vardığınızda kışın rüzgâr iflahınızı keserdi. Ancak yazları Feneraltı’na yüzmeye gittiğimizde teşrif ederdik.

Konumuza, yani Yalıkahvesi’ne dönelim.

Yalıkahvesi öteden beri kendini özel hissetmiştir. Özellikle gençleri her zaman okulda bile birlikteliklerini korumuşlardır. Koyu her zaman sahiplenmişler, bunu hissettirmişlerdir. Çamurlu, (Eski Hapishane) Tepe, Ortaokul yanı ve Ortayılmaz uşakları Feneraltın’a gidemeyecek yaştakiler denize ilk orada girerlerdi. Biz Kaledere ve öbür mahallenin uşakları On dokuz Mayıs çalışmalarından sonra Yalıda terimizi akıtmak için orada denize girerdik. Bir anlamda deniz mevsimini orada açardık.

70’den sonra orası da kurtarılmış bölge haline geldi. Sol görüşlü arkadaşların toplandığı ve sohbet ettikleri yerdi. (Adını vermeyeyim) bir kitapçı dükkânında memleketi kurtarmanın derdine düşerlerdi. Ferzi Çakmak’ın aksine avam değil (karakterleri ve genetik yapıları gereği) entel takılırlardı. Bizim mahallenin kurtarıcıları bile oranın müdavimleri idi.

80’den sonra siyasi olaylar sona erdiğinde eski havasına geri döndü. Günün şartları gereği çevreye açıldılar. Zaman zaman futbol kum turnuvaları düzenlendi. Seyretmesi ve takımlar arası mücadeleler hoş da oluyordu.

2000’den sonra ülkenin her tarafında olduğu gibi kimlik arayışları burada da görüldü. Yalıkahveliler kumsalla kendilerini özdeşleştirdiler, sahiplendiler. Yine devrin getirdiği “rant” emareleri de görülmeye başlandı. Bunlar elle tutulur şetler değildi. Ama sahiplenme duygusu ile menfaat birleştiğinde burası “savunulması gereken” kale oluverdi. Bundan birkaç yıl evvelki hengâmede Atatürkçüler dahi işe el attı. Oradaki pejmürdelik birdenbire “saray bahçesi ve tarihi doku” haline getiri verildi. Otunun ve kumunun dünyada eşi benzeri olmayı verdi.

Sonuç,

1-   Yalıkahvesi artık “yalugavelilerin” değil tüm Ünyelilerindir.

2-   Hiçbir yer ve mekânın ilelebet aynı kalması mümkün değildir. Günün şartlarına ve imkânlarına göre ana fikri bozulmadan yeniden düzenlenebilir. Düzenlenmelidir de…

3-   Düzenleme projesine itiraz edebilirsiniz. Bu o şehrin yaşayanları olarak hem hakkınız hem de vazifeniz. Ayrıca o muhitin yaşayanları olarak ilk itiraz hakkı sizindir. Bu doğrultuda öneriler getirebilirsiniz. Zaten çağdaşlığın ve gelişimin  gereği de budur. Ama “istemezük” derseniz, o zaman Bayramcalılar’da der ki “hayırdır, sen de kimsin?”

 

                      

 

 

5 Eylül 2025 Cuma

FENERLİ ALİ KOÇ’A KÜSTÜM!..

 



Sayın ALİ Koç’u ülkemizde tanımayanımız yok gibidir. Hele futbolla ilgileneler bir kat daha tanır.

Hatırlayalım,

Türkiye’nin en büyük holdingi Koç Holdingin başkan vekili. Fenerbahçe spor kulübünün 2018’den beri başkanı. Yani ülkemizin önemli ailelerinden birinin mensubu… Ticari faaliyetinin yanı sıra sosyal faaliyetlerde de ön sıralarda.

Böyle bir insandan her zaman başarı beklenir. Gerçi, başarı izafi bir kavramdır. Toplum fertlerinin başarı ölçüsü, niteliği ve niceliği farklıdır.

Ama toplum, konumları itibarı ile kişilere vazife yüklerler ve daima başarı grafiklerinin yukarıya doğru seyrini beklerler. Bu bir anlamda o kişinin yaşadığı topluma, ülkeye olan vazifesidir, dahası borcudur.

Mesela,

Normal bir şirket sahibinden Koç ailesinin (özelde) Ali Koç’tan beklenenler istenemez.

Zira Türkiye’nin Koç ailesine yüklediği vazife sıradan tüccarlardan ölçülemeyecek derecede fazladır. -Bunun nedenleri konumuz değil- Hatta Koç ailesi istese de bu konumunu terk edemez.

Bizi bu yazımızda ilgilendiren ( ki ticari faaliyetleri ile de bağlantılıdır) Fenerbahçe’nin başkanı olarak ne yaptığı, ne yapmadığıdır.

Ali Koç Fenerbahçe başkanı olduğunda çok sevinmiştim. Fenerbahçeli değilim, hatta bu takıma oldukça mesafeliyim.

Öyleyse neden sevindim?

Sevincim, ülkemizdeki konumu ve sahip olduğu imkânlar itibarı ile ülkemiz futboluna ve hatta her alandaki sportif faaliyetlerine yeni bir anlayış getireceği umudumdandır.

Ben bekledim ki,

Ülkemizin en büyük kulüplerinden birisi olan Fenerbahçe; ülkemizdeki (özellikle futbol alanındaki) sportif faaliyetlere çağdaş bir anlayış getirecek, ülkemizi spor alanında çağdaş ülkeler arasına sokmak için çaba sarf edecek. Rakip kulüpler dahi “helal olsun” deyip gıpta ile bakacaklar ve örnek alacaklar.

Ülkemizin sporda ve özellikle futboldaki durumunu ve anlayışını burada tekrarlamayacağım. Spordaki durumumuzu, (özellikle) futbol yönetimleri ile birazcık ilgilenenlerimiz pekâlâ biliyoruz.

İşin tuhaf tarafı,

Ali Koç ülkemizin (özelde) futbol kulübü ve yönetim mantığını da bilmiyor. Zaten konumu ve yetiştirilme tarzı gereği beceremez de… Futbol kulüpleri kendi başlarına başka bir dünya.

Denilebilir ki,

Her insan futbol kulübü nasıl yönetilir bilemeyebilir. Ali Koç’ta bilemeyebilir. Çok doğru.

Ama ALİ Koç gibi kişilerin sorunların ne olduğunu, eldeki imkânlarla başarıya hangi yollardan gidilmesi gerektiğini ve en önemlisi gerçek başarının ne olduğunu çok iyi bilmeleri gerekir. Bana göre biliyordur da…

Acaba diyorum,

Sorun Ali Koç’un yaşam anlayışında mı? Yetişme tarzı ve hayata bakışı  “faydacılık” felsefesinde mi yatıyor. Yani “en kısa yoldan ve en maliyetsiz istediğini elde etmek” diye tanımlıyorum bunu… Kısa aklımla.

Bu tür “faydacılık” anlayışında karşısındakinin durumu önemli değildir. Kendisine konumu itibarı ile 8olması gerektiği halde) toplumsal vazife de yüklemez. Bireydir, en maliyetsiz ve en kısa yoldan “fayda” sağlamak.

Ali Koç’a fazla yüklenmemek mi gerekir? Belki de… Çünkü (özelde) Koç Holdingin genelde “İstanbul ekâbirlerinin” tedrisatından geçti.

Türkiye Cumhuriyeti sade vatandaşı olarak Ali Koç’a küsmekte haksız-mıyım?

 

 

 


MUSTAFA KEMAL “YURTTA SULH CİHANDA SULH”

  Atatürk’e eleştirel yaklaşsam bile, onun “yurtta sulh cihanda sulh” özdeyişini çok beğenirim. Bu özdeyiş bir anlamda “huzurlu toplumu” ifa...