25 Kasım 2008 Salı

ARABA SIRTINDA ORMAN YOLLARINDA



Haydi, şu “allı Turna”mı söyle de sabah mahmurluğumuz gitsin” dedi arkadaşı.
“Yok ya durmadan şarkı mı söyleyeceğim size , şarkıcı mıyım ben” diye itiraz etti mühendis.Onun adı mühendisti. Daha doğrusu bu onun takma adı idi, ona arkadaşları mühendis derlerdi. Zira mühendislik okulunda okuyordu. Aslında o mimarlık öğrencisiydi, ama çoğu kişiye mimarlığın ne olduğunu anlatamıyordu. Mimarlık öğrencisiyim dediğinde ,mimar ne iş yapar derlerdi. O da mimarlığın ne olduğunu bıkmadan usanmadan uzun, uzun anlatırdı. Bir keresinde yaşlı, ak sakallı bir ihtiyar “ha anladım mimar cami yapar” demişti. Belli ki bir yerlerden Mimar Sinan’ı öğrenmişti. Bazen de bu uzun uzadıya anlatımlardan bıkar kısaca mühendislik okulunda okuyorum derdi. Ama kendisine “mühendis” denilmesine de çok içerlerdi.
Yaşıtı, çocukluk arkadaşı olan şoför “hadi sende okuyorum diye havalara girme, babam mal çobanlığı yaptırmasaydı bizde okurduk. Küçükken mal çobanlığında süründük, şimdi de araba sırtlarında sürünüyoruz.”
- “Ne yani şarkı söylemekle okumanın ne alakası var şimdi” dedi mühendis kızarak. “Sen de işi nerelere sürüklüyorsun”.
- Araya şoförün abisi girdi. “Mühendis haklı mekteple şarkının ne alakası var.”
- Olmaz olur mu dedi şoför kardeşi. Bu okumuşlar çok havalı olurlar. Seslerini bile ağıra satarlar.
- Bak sen, “biz ne imişiz be abi”, büyük adammışız da haberimiz yokmuş dedi gülerek mühendis.
Kendi sözü bile şoföre komik gelmişti. Hep beraber güldüler. Ufak atışma yerini yarenliğe bırakmıştı.
Yola koyulan BMC markalı kamyon stabilize yolda ağır aksak giderken, araba sesine alışık olmayan yol kenarlarındaki ağaçlarda sabah şarkılarını söyleyen kuşlar kaçışıyorlardı. O sabah, her zamanki alışkanlığı içersinde güneşin doğuşu ile birlikte uyanmaya başlayan, kuşların neşeli şarkıları ile güne başlangıç yapmaya alışmış orman, kamyonun homurtusu ile birlikte bir telaşa içersine girmiş gibiydi. Kuşlar kaçışıyor, ağaçların yola sarkmış dalları kamyonun çarpması ile sallanıyor yaprakları yola dökülüyordu.
Yaz sıcağında iyice kurumuş olan toprak yolda, arkasında toz bulutu bırakarak ilerleyen kamyonun etrafı ile olan uyumsuzluğu karşısında mühendisin canı sıkılmıştı. Yeşilliğin ortasında kirli sarı, hiçbir canlının itibar etmediği, bir tek bitkinin dahi uç vermediği zeminde,insan yapımı hilkat garibesi,demir yığını, homurtularla ilerleyen bu çirkin aracın, huzuru bozan görüntüsü ve gürültüsü karşısında ruhu altüst olmuştu.
“ Ah şu insanoğlu gittiği her yeri tarumar ediyor” dedi içinden. Şu ormana bak her şey düzenli, uyumlu ve herkes haddini biliyor. Her şey birbirinin tamamlayıcısı. Bu ormandakiler bir şeyler alabilmesi için kendinde olanı da paylaşması gerektiğini biliyorlar. Ya insanoğlu ”Rabbena, hep bana ,hep bana, onca peygamberden sonra bile adam olamadılar yine” , her zaman ciddi olan yüzü önce gerildi sonra gülümsedi,ağzından “tövbe rabbim,işine karıştım” sözleri döküldü.
- Ne o yine daldın derine mühendis……
- O dalar,… okumuş ya,…. memleketi kurtarıyordur yine dedi şoför.”Bunlar kendilerinden önce memleketi kurtarmaya kalkarlar”.
- Takılma şuna, zaten yeni sulh oldunuz ,….ama, bak mühendis sabahın köründe derine dalıp memleketi kurtarmak akla ziyandır,…..kafayı çabuk yersin, benden söylemesi.
- Mühendis kafaya alınmaya başlandığını anlamıştı. “Yok ya ne memleket kurtarması, şu insanoğlunu düşünüyorum, Allah onca peygamber gönderdi hala adam olamadı, ona gülüyorum”
- Lan, tövbe de bu nasıl söz.
- Ben sana diyorum da inanmıyorsun, bunlar fakülteye giriyorlar sonra başımıza komünist kesiliyorlar. Adam olsun diye gönderiyoruz yoldan çıkıp geliyorlar, bu da iyice yoldan çıkmış, demek mezun olsa bunu tutabilene aşk olsun.
- Ağabeyi manalı, manalı gülerek şoföre, “sen canını sıkma biz onu adam ederiz, hele bir okulu bitirsin de”
Bu söz mühendisin hoşuna gitmese de yine de kendini gülmekten de alıkoyamadı.
Hep beraber yine gülüştüler,…………

Salman’dan yola koyulalı yarım saati biraz geçiyordu. Mühendis gittikleri yeri, adından başka bir şeyini bilmiyordu. Sabahın köründe böyle yola koyulmalarına bakılırsa gidecekleri pazar uzak olmalıydı.
-Gideceğimiz yer kaç saat sürüyor
- En fazla bir saat sonra oradayız dedi şoförün ağabeyi
- Ne! dedi mühendis hayretle, bu ramazanlık gününde, sabahın köründe ne demeye yollara düşürdün bizi? . Pazar da yer kapmak için mi böyle erken gidiyoruz?
- Yoo! dedi şoförün ağabeyi kayıtsızca
- Mühendis daha da hiddetlendi” oranın pazarı erken başlayıp erken mi bitiyor.”
- Yoo! dedi yine şoförün ağabeyi “biz ne zaman varırsak o zaman başlayacak”
- ”Deli etme lan adamı, ne demek yani biz gidince başlayacak”
- Basbayağı biz gidince başlayacak, aynen Guzköy gibi, biz gidersek pazar olacak
- O zaman ne diye erken gidiyoruz, uykudan ettin bizi
- Sahurdan sonra uyuyacağımıza erken gidip erken döneriz dedim.
**
Salman pazarı kalabalık olurdu. Pazarcı da çok gelirdi. Sabah altıda sergiyi kurmaya başlarlardı. İki üç saatte ancak kurarlardı sergiyi . Sergiyi kurmadan önce itiş kakışlarda olurdu.Yer kavgası yani.Oranın muhtarı veya ileri geleni ile ilişkilerini sıcak tutup hediyesini ihmal etmiyorsa kimse o sergiciye bulaşamazdı.Salman gibi yörelerin kanunu hatırlılardı,zenginlerdi,en önemlisi muhtarlardı.Orada devlet jandarma idi.O da vukuat olunca vardı.
Pazarcı arada bir gelir ve oranın ağalarını da tanımaz ise, o zaman her hafta yer değiştirme ihtimali çok yüksekti , hatta kesindi. Oraya buraya itilip kakılır, sürtülürlerdi.
Onlar hatırlı pazarcılardı. Her pazarda itibar görürlerdi, el üstünde tutulurlardı. O hafta gelmeseler bile yerleri bir başkası tarafından doldurulamazdı. Çünkü Pazar işlerini organize edenler izin vermezlerdi. Onlarda pazara gelirken hediye getirmeyi ihmal etmezlerdi. Onlarla yaptıkları alış verişlerde malları uygun fiata verirlerdi.
Bazı pazarlarda özel dostluklarda kurmuşlardı. Özellikle yazın bazen akşam yemeğine davet edilirler, hatta geceleri kamyonda uyumalarına izin verilmez evlerde misafir olurlardı.
O gecede oranın ileri gelenlerinden Rahmi ağanın evine misafir olmuşlardı.
Rahmi ağa altmış yaşlarında orta boylu, kalın yapılı ,biraz göbekli oturaklı bir adamdı.İlk bakışta kaba saba gibi algılansa da Salmanın en efendi kişilerinden biriydi.Ama ağalığını her yerde ve zamanda hatırlatma ihtiyacını da duyardı. Alçak gönüllü ağa görüntüsü vermeye çalışırdı. Konuşurken karşısındakini incitmemek için olmadık şekillere girerdi. Kelimeleri ağzında eze eze konuşmaya çalışır, kalın sesini olduğunca incelterek konuşmaya çabalardı. Bu onu kimi zaman komik hallere de düşürürdü. Bazen şaşırır, ağzından kelimelerin yarısı kalın yarısı ince çıkardı.
Şoförün ağabeyi Hakkı sergiyi kurduklarında mühendise “haydi Rahmi ağaya gidelim” dedi.
-Memlekette artık ağalığın kalmadığını zannediyordum
-Hakkı “Yahu, öyle zannettiğin ağalık değil bu, zamane ağalarından dedi gülerek”
-Zamane ağalığı da nasıl oluyor dedi mühendis şaşkınlıkla
-Hakkı bunalmıştı ama hissettirmek istemedi, “herkes ağa diyor bizde ağa diyoruz işte” diye kestirip attı.
Mühendis üstelemedi. Bu güne kadar ağa görmemişti. “olur gidelim , ama sergi ne olacak”
- Ahali daha köyden gelmedi, gelmeleri saat onu bulur, alışverişe de onbirden önce başlamazlar.
Kırk elli metre ilerideki dükkanın önüne geldikleri zaman, dükkanın önünün henüz Pazar olmanın emarelerini gösterecek kadar kalabalık olmadığını gördüler. Dükkan iki katlı betonarme binanın zemin katıydı. Zaten betonarme olarak yapılmış üç dört tane binadan birisiydi Rahmi ağanın binası. Son derece kötü bir işçilikle yapılmış kaba saba bir bina idi.Dışı beyaz badana ile boyanmıştı.İkinci katına dışarıdan merdivenle çıkılıyordu. Mühendis dükkana girmeden binayı süzdü, alaycı bir gülümseme belirdi yüzünde. Önde Hakkı arkada kendisi dükkana girdiler.
- Selamın aleyküm Rahmi abi
- Oooo !.. Aleyküm selam.,, buyursunlar
- Hayırlı işler, ramazanın mübarek olsun
- Sizinde,….şöyle buyurun.. diyerek oturduğu tahtadan yapılmış basit masasının yanındaki tabureyi gösterdi,, ..oturun dedi Rahmi ağa
- Yanında bir tabure vardı, sanki mühendis uzun süre ayakta kalmış ta bundan mahcup olmuş gibi, telaşa ile oğluna seslendi” oğlum ayıp değimli ayakta bıraktık misafirimizi şu sandalyeyi getir” diyerek iki üç metre ilerideki sandalyeyi işaret etti.
- Misafirlerini rahat ettirdiğine emin olduktan sonra, patron edası ile, yıllarca kullanılmaktan iyice eskimiş, kenarları lime lime olmuş döner koltuğuna oturdu, arkaya doğru yaslandı, koltuğa iyice yerleştikten sonra, sanki eskiden görmüşte nerede gördüğünü hatırlamaya çalışıyormuş gibi mühendisi süzdü, “ben bu beyi çıkaramadım” dedi.
- Bu mühendis Rahmi abi, daha doğru su mühendislik fakültesinde okutuyoruz, mühendis çıkacak, inşallah dedi Hakkı böbürlenerek. Zaten bu gibi durumlarda hep böyle davranırdı. Sanki kendisi okutuyormuş gibi. Mühendis bu söze bir kez daha içerledi, bir şey demedi ama Hakkı’ya ters ters bakmadan da duramadı. O duygularını hiçbir zaman saklayamazdı. Halbuki Hakkı’yı kırk kere ikaz etmişti.”Ulan bu Hakkı’da sırf hava” dedi içinden.
- Öyle mi?... dedi Rahmi ağa, büyük bir iş başaran birini görmüş gibi hayret ve takdirle baktı Mühendise, “maşallah, çok güzel, Allah hayırlısı ile bitirmek nasip etsin… birdenbire “bu memleketten de mühendisler çıksın tabii”, öğüt vermekle durum tespiti arası bir tavırla, memleketin mühendislere ihtiyacı var, tekrar aferin, çok güzel,…. Sonra önemli bir şeyi unutmuşta aklına yeni gelmiş gibi “ ne mühendisi olacak”
- Hakkı atıldı “ inşaat üzerine”
- İnşaat mühendisi yani, çok iyi, aferin, çok güzel, hımm…takdirden öte hayranlık vardı Rahmi ağanın tavırlarında.
- Mühendis okuduğu fakültenin inşaat mühendisliği ile ilişkilendirilmesine çok kızardı. Rahmi ağanın bu sözüne kayıtsız kalamadı ”yok mimarlık fakültesinde” dedi
- Rahmi ağa hayretle “ o da ne” dedi. Bu fakülteyi de yeni duyuyordu. Ama dediğine pişman olmuştu, cehaleti ortaya çıkmıştı, hemen işi toparlamaya çalıştı “ onlarınki de inşaat üzerine değil mi?” diye hüküm verdi.
- Evet ikisi de inşaat üzerine, ikisi de bina projesi çiziyorlar, ama mimarlar daha çok binaların güzellikleri ile ilgileniyorlar dedi Hakkı bilgiçlikle. Ne kadar engin bilgiye sahip olduğunu ispat etmişti böylelikle
- Haa .. dedi Rahmi ağa, o eski takdir ve yüceltme edaları gitmiş yerine olağan hatta olağandan da aşağıda bir tavırla “binaların dışını güzelleştiriyorlar yani”….. mühendisin bozulduğunu, hiddetinden karardığını görünce işi toparlamaya çalıştı ”memlekete oda lazım canım, binaları çirkin yapmak olur mu?”….sonra gururla geriye yaslandı, öğüneceği bir şey bulmuştu ”bu binamı nasıl buldun mimarım, projesini ben çizdim,?”
Bu Rahmi ağa da çok anasının gözü idi. Aklı sıra hem mimara fikrini sorarak onu adam yerine koyduğunu hissettirecekti hem de bu çirkin binanın “güzelliğini” ve bu konudaki kabiliyetini ona tasdik ettirmiş olacaktı.
- Mühendis gerildiğini, sinirinin doruklara ulaştığını hissetti. “Ulan şu ramazanlık günde ya sabır “dedi içinden. Sırıtarak, alaycı bir tavırla “ güzel Rahmi ağa” dedi. Bunu kelimelerin üzerine bastırarak söyledi. Hakkı bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu, bir çuval inciri berbat etme der gibi Mühendise sert bir bakış attı.
- Rahmi ağa bozulmuştu,hissettirmek istemedi, duymazdan geldi.
- -Yerinden hafifçe doğrularak oğluna seslendi. Sesinde kızgınlık ifadesi vardı. ”Ne dikiliyorsun müşteriye baksana”
- - Hakkı konuyu değiştirmenin yolunu aradı”abi bak sana Ünye’den ne getirdim”
- - Rahmi ağa ne olduğunu bile merak etmeden “ niye zahmet ettin, ne gereği vardı”
- - Olur mu abi ne zahmeti senin bize yaptıkların yanında hiç kalır.
- Rahmi ağanın biraz keyfi yerine gelmişti. Gülümsedi” bak ramazan olmasaydı size sabah çorbası içirirdim”
- - Sağol, biz senin ne kadar eli açık olduğunu biliriz, bundan şüphen olamasın
- -Akşama neredesiniz,erken gitmeyin, iftarda misafirim olun
- - Abi akşam buradayız, sabah erkenden Alan pazarına gideceğiz ama zahmet etme geceyi oğlak bağırttıranda geçirmeyi düşünüyoruz
- - Yahu orası ramazanda çekilmez, “ aslan sütü” olmadan oranın zevkimi olur. Ben sizi eve iftara bekliyorum tamam mı dedi Rahmi ağa ,sesinde otorite vardı.
- - Abi yengeme eziyet olur, bizi iki kişi zannetme beş kişiyiz.
- - Yok, olur mu yengenin hoşuna gider misafir, sonra ne ki kazana iki bardak su fazla koyacak o kadar.
- Rahmi ağa böyle söylemekle kendini sözde küçültüyordu, karşısındakinin kendisinin ne olduğunu hatırlatmasına fırsat vermeden kendi mevkisini kendisi hatırlattı” bizim soframız ne kadar kalabalık olursa biz o kadar hoşnut oluruz” dedi söyleyişinde bir büyüklenme edası vardı.” Hem misafir demek bereket demek”
- ** ****
- - İki de bir ne esneyip duruyorsun mühendis, çocuk mu salladın
- - Yok ya gece uyku tutmadı, bir de sabah güneşi vurdu, mayıştım,….
- - Neden diye atıldı şoför, ne düşünüyordun, memleketi kurtarma planlarımı yapıyordun
- - Memleket kurtarmak bunlara mı kalmış dedi ağabeyi,
- - Niye, memleket sevdasına her gün birbirlerini boğazlıyorlar ya!.... Yok sağcısın yok solcusun, vurun anasını satayım, …. Memleketi kurtaracak bir siz kaldınız,….. daha önünüze konulanı yemekten acizsiniz,…..
- - Hee’ dedi ağabeyi, şoföre gaz verdi, bunları okutmaya gönderiyoruz “anarşist” olup dönüyorlar.
- - “Tahta kurusundan uyuyamadım” dedi mühendis, konuyu değiştirmek istiyordu. Gerçi bunların hakkından gelirdi ama deymezdi bu güzel havada böyle can sıkıcı konulara değinmenin ne faydası vardı.” Ben size kamyonda uyuyalım dedim.”
- - Bize bir şey olmadı dedi Hakkı bizi ısırmadı
- - Beni de ısırmadı dedi Hakkının şoför kardeşi Yusuf “ senin kanın şehir uşağı kanıdır, lezzetlidir de onun için yemişlerdir seni”
- - “Tabii ne zannettin ya” dedi mühendis gülerek“ biz ekabur takımındanız, kanımız asil kanı, tahta kuruları bile anladı” Bunlarla ancak bu şekilde baş edebilirdi.”Ama siz anlamadınız”.
- - Bu söz Yusuf’a dokunmuştu.”Yani, sizin tahtakurusu kadar da aklınız yok mu demek istiyorsun? Ben sana demedim mi ağabey bunlar okuyunca topurundan çıkan kestane gibi asıllarını inkar ederler.”
- - Eee! bu işler böyledir, sefillikten kurtulmak için okurlar, sonra kendilerini bir şey sanıp bizleri beğenmezler, sen fazla takma kafanı. Hele bir okulu bitirsin, gelsin adam olur buralarda. Hakkı bunları gülerek söylemişti.Ama her şakanın altında bir gerçek vardır.
- Tozlu, kasisli yolda ağır aksak ilerleyen kamyon arada bir taş tümseğine çıkıp birdenbire inince sarsılıyor, kasasını kapatan tentenin ağaçları gıcırdıyordu.Kamyon yolun çok bozuk olduğu yerlerde iyice yavaşlıyor,adeta adım- adım ilerliyordu, Yol düzelince Yusuf gaza birdenbire yükleniyordu.Bu yüklenme ile birlikte kamyon şaha kalkmak isteyen atlar gibi burnunu havaya kaldırıp büyük bir homurtuyla ileri atılıyordu. Kamyonun gürültüsü ormanın derinliklerinde kaybolurken, arkasındaki toz bulutu daha artıyordu.
- Bazen ormanın içine dalıp, ağaçlar arasından süzülen ışıklarının oynaştığı, bazen de ekin tarlalarının çiğlerini kuruttuğu güneşle yüz yüze geliyorlardı.
- Hafif bir yokuşu çıkıp virajı döndüklerinde Hakkı Yusuf’a kornayı çal dedi. Yusuf parmağını olanca gücüyle kornaya bastırdı. Korna “can hıraş” bir feryat kopardı.Mühendis yayıldığı koltuktan birdenbire doğruldu” ne oluyor, önümüze “camış” mı çıktı?” Yola baktı bir şey göremedi, ne oluyor der gibi Hakkı’ya baktı.
- Hakkı gülerek bilmiş bir tavırla” geldiğimizi haber veriyorum”
- - Mühendis bir şey anlamadı, Alan’a gelmiş olamazlardı, çünkü görünürde binalar falan yoktu. Nereye geldik ki, korna sesinden geldiğimizi mi anlayacaklar?
- - Nereye olacak Alan’a tabii ki, Yanıklı Ticaret’in geldiğini hatırlatıyorum
- Virajı dönüp elli metre kadar ilerlediklerinde üç yol ağzına geldiler.Burada zemin katı kahvehane olan üç katlı bir ahşap taş dolgu bir evin yanında durdular. Evin önünde büyük bir kiraz ağacı vardı. Yusuf kamyonun kornasına olanca gücü ile bastırmaya devam ediyordu.
- - Hakkı otoriter bir sesle “Yusuf sergiyi kiraz ağacının gölgesine kuralım, kamyonu ona göre park et”
- Yusuf kamyonu park ederken mühendis meraklı gözlerle çevreyi süzüyordu.Burası üç yolun kesiştiği bir yerdi.Hafif meyilliydi, yolun kıyısı mısır tarlası idi. Burada bir evden başka üç tane daha ahşaptan, küçük barakalar halinde , birbirine bitişik dükkanlardan başka bir şey yoktu.Etrafta kimsecikler de gözükmüyordu.
- -Yahu burada kimsecikler yok ya!
- - Merak etme şimdi gelirler dedi Hakkı
- - Emin misin, bana pek sarmadı ya ,her ne ise ,bu işin ağası sensin dedi gülerek mühendis
- - Hakkı mühendisin alaylı konuşmasına kızdı , Mühendisi dürterek “Çok konuşmada in aşağıya”
- Mühendis kamyondan indi, gerindi, kiraz ağacının serin gölgesi onu biraz kendine getirmişti ama hala gözlerinden uyku akıyordu. Gerindi ,elleri ile yüzünü sıvazladı,bacaklarını birkaç defa dizine çekti bıraktı. Yorgundu, çevrede kimseciklerde yoktu. Üzerindeki üşengeçliği üzerinden atamıyordu. Ben neden buradayım diye geçirdi içinden, şimdi evde olup yatakta keyfince uyumak vardı. Aslında onu Akkuş’un ormanlarında “pırtı” satması için zorlayan yoktu. Kendisi istemişti.Hem ağabeyine yardımcı olarak ondan zaman- zaman aldığı ufak cep harçlıklarının karşılığını vermek istiyordu, hem de tabiatın bu güzel diyarında dolanmak onun hoşuna gidiyordu.
- Ne var ki bu yıl dolanma işi ramazana rast gelmişti. Üstelik bu yaz son yılların en sıcak mevsimiydi. Gece bile bu ormanlık alanda sıcaklık kendini hissettiriyordu. Kamyonun içerisinde sıcaktan bunaldıkları geceler oluyordu.
- En çok Salmana giderken Oğlak bağırttıranda konaklamayı seviyordu.”oğlak bağırttıran ulu gürgen ağaçları ile dolu orman yolunun kıyısında bir pınardı. Bir gürgen ağacının ortasından geçirilmiş bilek kalınlığında bir borudan akan bir defada üç yudumdan fazla içemeyeceğimiz kadar soğuk bir pınardı burası.
- Bu adı neden taktıklarını sormuş ama net bir cevap alamamıştı. Zaten oda fazla merak da etmemişti. Böyle şeyleri fazla merak etmezdi. Bilirdi ki çoğu yakıştırma olurdu böyle adların.
- Orayı ilk defa üniversiteye yeni başladığı yıllarda yani bundan üç sene önce tanımıştı.Yine ağabeyi ve Hakkı’larla Guzköy’e Pazar kurmaya giderlerken konaklamışlardı. Akkuş pazarından yiyecek erzakı almışlardı. Erzakın içerisinde etten başka aldıkları beş kilo patates dikkatini çekmişti. Zira patates yemeği yapmak onlara göre değildi.Hem pratik değildi hem de yaz gününde canları çekmezdi.Bu kadar patatesi ne yapacaksınız diye sorduğunda ağabeyi akşam anlarsın demişti.
- Oraya gece 9.30 sıralarında varmışlardı. Yolun 10 metre kadar yukarısında çok az bir düzlüğü olan, ulu gürgen ağaçları arasında gür bir pınardı burası. Ağacın ortasından geçirilen bir demir borudan akan su kalın bir gürgenin içi oyularak yapılmış bir su yalağına akıyordu.Yolun altı hafif meyilli çayırlık arazi idi. Çayırlığın bitiminde taz yaylasının yamaçları başlıyordu.
- Etraftan çalı toplayıp pınarın biraz uzağında ateş yakmışlardı. Ateşin köz olmasını beklerken domatesleri, biberleri, salatalıkları yıkamışlardı. Soğanları soymuşlardı, büyücek bir tepsiye salata yapmışlardı, etleri dövüp baharatlamışlardı.
- Köz olduğunda etleri ızgarada pişirmişlerdi. Karınları çok acıkmıştı.Salata ile birlikte etleri doyasıya yemişler karınlarını doyurmuşlardı.Karın tokluğundan adım atacak mecalleri kalmamıştı.
- Aklına patatesler gelmişti.”Yahu bu patatesleri boşuna aldınız, karnımız doydu ziyan olacak onlar” demişti.Bunun üzerine Hakkı kendisine bir şey hatırlatılmış gibi Yusuf’a dönerek patatesleri köze gömün demişti.
- “ Bu saatten sonra patates mi yiyeceğiz ?”diye itiraz etmişti.Yine her zamanki gibi patron edasıyla “Merak etme bir saat sonra karnın acıkacak” demişti Hakkı.
- Gecenin ilerleyen saatinde gürgen ağaçlarının arasından bütün ihtişamıyla kendini gösteren dolunayı hiç unutamıyordu. Gökyüzü bulutsuzdu, dolunayın gümüş renkli ışıkları ormanı aydınlatmaya başlamıştı.. Taz yaylası tüm güzelliği ile ortaya çıkmıştı. Orman karanlık ,kasvetli korkutuculuğundan huzur verici bir ortama dönüşüvermişti.
- Mühendis tabiata tutkundu. Hele Dolunayı ve dolunaylı geceleri daha çok severdi. Hatta ona tutkundu. İleriki yıllarda bir kızım olursa adını Dolunay koyacağım derdi.
- Dolunay doğmuştu ve Mühendis yine duygusallaşmaya başlamıştı. İçinde fırtınalar esiyordu. Sevdiği aklına geldi. Ülkesi aklına geldi, soydaşları aklına geldi. Kaybedilmiş, terk edilmiş diyarlar aklına geldi. Ülküsü aklına geldi. Bir duygudan öbürüne geçiyor, içi içine sığmıyor,bütün her şey sorunlar yumağı haline geliyor,yumak gittikçe büyüyordu.Büyüdükçe içinden çıkılamaz hale geliyordu.
- Bir ara uzaktan bir ses duyar gibi olmuştu.Kulak kabarttı,dikkat kesildi;bu bir kaval sesiydi, mahalli bir hava çalıyordu.Kavalın sesi bazen yanındakilerin gürültülü konuşmalarına karışıyor duyamıyordu,.Zaten bunlar basmadan ,entariden başka ne anlarlardı.Burası bile onlar için soğuk bir su pınarından başka bir şey değildi. Tabiat ne idi, buralar ne idi, ne ifade ediyordu, kimlerindi, kimlerin olmalıydı,sorunları ne idi,çözümü ne idi?Onların umurunda değildi. Dertleri satışlardı, o gün satışların iyi olması onlar için yeterliydi. Onların sorunları Ünye’den öbür tarafa geçmezdi. Yeter ki satışlar iyi olsundu. Ülke ile ilgileri sadece ülkeye komünizm gelmemesi idi. Gerisi boştu, çünkü varsa yoksa malları idi,kazandıkları paralardı.
- Birde değerleri vardı. Bunlar dindi,kur-andı,camilerdi,namustu.Bunların hepsine komünistler düşmandı. Komünizm bütün kötülüklerin anası idi onlar için.Görüldüğü yerde ezilmeli,yok edilmeliydi.
- Fakat burada komünistler yoktu,dolayısıyla tehlikede yoktu. Komünizm gazetede idi radyoda idi. Onlarda kasabada ve şehirlerde vardı. Bu dağın başında,ormanlık yerde komünizm ne arardı?
- Burada para kazanma vardı,yeme içme vardı.Yiyorlardı,içiyorlardı,kazanıyorlardı.Yani keyifleri yerindeydi.
- Mühendis gürgen ağacına sırtını dayayıp sigarasını tüttürürken bunları düşünüyordu.Ulan dedi içinden şunların haline bak,akılları fikirleri basmayı kaç liraya sattıklarında,memleket elden gidiyor haberleri yok.
- Dolunaya baktı,kaval sesine dikkat kesildi,yanındakilerin abuk sabuk konuşmalarına kulak tıkadı,kendine odaklandı,düşüncelere daldı.Sevdiğini düşündü, ülkesini düşündü,ülküsünü düşündü,kahırlandı,karanlıkta iki damla gözyaşı yanaklardan aşağı süzüldü.Bir türkü yankılandı ormanın derinliklerinde.Bu türkü değil bir ağıttı.Bu hasretliğe,çaresizliğe yakılan ağıttı.
-İnsanlar sustu, kaval sesi yitti,cırcır böcekleri yuvalarına çekildi,ay kederlendi bulutlarda yüzünü gizledi. Karanlık ormana hakim oldu.Orman içine kapandı.
- Sesi güzeldi,davudi bir sesi vardı, ses gittikçe gürleşti,gürleştikçe hüzünleşti,hüzünleştikçe yanıklaştı.
- ******
Devamı var

3 yorum:

Yavuz Halıcı dedi ki...

çok fazla kısa cümle kuruyorsun. Böyle olunca da akıcılık bozuluyor. Bir örnek;
" Ateşin köz olmasını beklerken domatesleri, biberleri, salatalıkları yıkamışlardı. Soğanları soymuşlardı. Büyücek bir tepsiye salata yapmışlardı. Etleri dövüp baharatlamışlardı. "

- mışlardı ile biten cümleler.. çok sıklar.. hemen sonlanan akıcılığı olmayan bir hikayeye dönüşüyor.

fikri Terzioglu dedi ki...

Yakup ben Yavuz'un dediklerini görmedim, siril siril akan dere suyu
nun akisi gibi bi solukta okudum.
cok güzeldi, devamini bekliyorum.
ellerine emegine saglik.

fikri Terzioglu dedi ki...

Sevgili Yakup, bana bu yazinin devamini yazdigini söylemistin, hani ben bisey göremedim. Selamlar.

  Kalemi kırmışlar bir kere...  Temyiz etmenin ne kârı var.  Hükmünü  erteleme kadı...  Ruhuma zulmün ne kârı  var.