13 Kasım 2008 Perşembe

HANIMİNGEMİN LAMBASI


HANIMİNGENİN LAMBASI

Yahu nedir benim bu ecinnilerden çektiğim. Akşamları karanlık bastığında, ıssız yerlerde özellikle mezarlık kenarlarında dolaşmak bana korku verir.
Küçüklüğümden beri evde yalnız kalmamaya , gece ıssız yerlerde dolaşmamaya ya da mezarlıktan geçmemeye özen gösteririm.
Bu korkunun bilimsel adını bilmesem de, benim gibi bu tür şeylerden korkanların çok olduğunu bilmem beni biraz olsun rahatlatır ,teselli bulurum. Ecinni korkuları yüzünden, bu yaşıma kadar başıma gelmedik işler kalmadı desem abartmış olmam.
Hele bir tanesi var ki; gece yarısı sokağın ortasında, kışın soğuğunda beni buram, buram terletti.
Hey gidi günler; bir tarihler Ünye’de Ofisbank diye bir mağaza vardı.Bu mağazada giyim, kuşam alanında yok yoktu.Basmaların enva-i çeşidi,giyimin her türlüsü vardı Ofisbank’ta...
Mağaza 1964’de açıldı.İlk ismini mağaza sahipleri Sümerbak koymuşlardı.Ama Sümerbank mağazası taklitçilikten mağaza sahiplerini mahkemeye verince onlarda mağazanın adını Ofisbank yaptılar.
Bu mağazanın ilk sahipleri üç kişi idi.Nedim ve Nihat Şahin kardeşler ile Hacı gazinin oğlu Yaşar Gazioğlu idi.Daha sonra onlara Bedri Hasdemir de katıldı. Nihat hariç diğerleri rahmetli oldular.
Mağazada tezgahtar olarak yedi sekiz kişi çalışırdı.Mevsimine göre bir iki tane de çırakları olurdu.Orada çıraklık yapmış olanlardan biri de benim.1972 yılında üniversiteyi kazanamayınca 4-5 ay burada çalıştım.100 lira maaş alıyordum.Öbür tezgahtarlar bunu öğrenince sana çok veriyorlar diye sitem ettiklerini gayet iyi hatırlıyorum.
Çarşamba günleri, özellikle fındık mevsiminden sonraki aylarda müşteri ve hasılatı çok olurdu. Her bir reyonda satış fişleri vardı.Her bir fişin hasılat yekunu dört- beş bin lirayı bulurdu.Bir işçinin maaşının 200 lira civarında olduğu düşünülürse her bir fiş bir işçi maaşının yirmi katı hasılat yapıyor demektir ki, bugünün değeriyle(bir işçi maaşı 500 ytl civarında olduğunu kabul edersek) 10.000 ytl hasılat yapıyorduk demektir...Ve mağazada dört fişle çalışırdık.Yani hasılat toplam 40.000 ytl civarında olurdu.
Bu günlerde öğle tatilimiz olmazdı. Akşam eve ancak normal mesaiden 2-3 saat sonra gidebilirdik.Öğlenleri karın doyurma işini,mevsimine göre şu anda Yapı Kredi bankasının yanında, bodrumu olan iki katlı(üst katı depo olarak kullandığımız) mağazamızın bitişiğindeki Enver(Gündüz) amcadan gelen limonata veya sıcak saleplerin yanında şekerci Niyazi amcadan alınan pastalarla geçiştirirdik.
Her ne kadar mağaza sahiplerinin “mıkırlığı”ndan şikayetçi olsak da ben bunları yemekten ayrı bir zevk alırdım.
Bunun nedeni her halde çarşı imalatlarının ev imalatlarından bugünkülerden daha farklı ve profesyonelce olmasından kaynaklanıyordu gibi geliyor bana.Ya da bizim evde böyle şeyler yapılmazdı. Kim bilir?
Yıl başından bir hafta önce sayım işine başlardık.Yani mağazada terekte ve depoda ne kadar mal varsa teker, teker ölçer, sayar kayıtlarını çıkarırdık.
1972 yıl sonu sayımının son akşamı denildi ki; saat kaçta biterse bitsin bu akşam sayım işini bitirelim.
Gece saat iki sularında işi bitirdik. Bayan çalışanları patronlar taksilerle eve gönderdiler,biz erkekler yayan evlerimizin yolunu tuttuk.
Evimiz kadılar yokuşunun başındaki düzlükte idi.
Kadılar yokuşu adından da anlaşıldığı üzere Osmanlı zamanında ülkenin çeşitli yerlerinde kadılık ve kaptanlık yapmış kişilerin oturdukları bir cadde idi.
Oldukça dik ve dar bir caddeydi. Şimdi de öyledir. Eskiden granit parke taşlarla döşeli ve taşıtların çıkamadığı yarı belinden sonra basamaklı Arnavut kaldırımı şeklinde yapılmıştı. Değil kışın karlı havalarda oradan inmek, yazın bile dikkat ederek inerdik.
Şimdi o taşlar tamamen söküldü yerine daha çağdaş(!) beton parkeler döşendi.
Kadılar yokuşunun sağında ve solundaki evler klasik Türk konakları idi. Her birisi Türk mimarisinin nadide örneklerindendi ve hala öyledir.Bugün tek farkları endamlarından bir şey kaybetmemelerine karşılık biraz daha eskimiş ve etraflarını çirkin betonarme binaların çevrelemiş olmasıdır.
Yokuşun alt başında Konak sineması vardı.Vardı diyorum, zira şimdikini Konak sineması olarak kabul etmiyorum.Hem cismiyle hem de işlevi ile eskisinin yerini alması mümkün değildir.Yeni yetmelere büyüklüğünü anlatmak açısından, şimdi otopark olarak kullanılan yer tamamen Konak sinemasına aitti.
Şüphesiz Ünye’nin tek sineması değildi.Ama daha modern sayılan Belediye sineması ve yazları açılan Paşabahçe’deki yazlık sinemaların en eskisi ve en büyüğü idi.
Akşamları iki film oynardı.Cumartesi günleri saat 13.30 da talebe matinası, Pazar günleri de bayanlar matinası vardı.O matinalarda da iki film oynardı.Bazen çok nadir olarak üç film oynatılırdı.
Makinistimiz (Allah uzun ömür versin) Ömer ağabeydi. O hem makinistti,hem biletçi hem de asayiş işlerinden sorumlu idi.
Konak sinemasında her mahallenin veya caddenin bir yeri vardı. Bu kendiliğinden oluşmuş bir durumdu.Bizim mahallenin yeri girişin solundaki kapının hemen yanındaki sıralardı.
Talebe matinasında o hafta iyi bir film oynayacaksa önceden yer tutmaları için bir iki arkadaşımızı görevlendirir ,onlar sinemaya önceden girerlerdi.Ben ilk kuyruğu Konak sinemasında gördüm.Bazen bu kuyrukların uzunluğu elli metreyi bulurdu.
Konak sinemasının localarında film seyretmek ayrıcalıktı.Her ne kadar talebe matinalarında bu göz ardı edilip ilk kapan grupların elinde kalsa da, akşam matinalarında locaları aileler kiralar, dostlar buralarda ağırlanırdı.
--- Hatice hanım Ayfer hanımlara sabahın köründe telefon eder”Ayfer hanım bu akşam için bizim bey loca kiralayacak akşam bizim misafirimiz siniz,… sakın bir şey hazırlama, her şeyi biz hazırlayacağız” derdi.
Bu localarda dostlarla film seyredilir,hem de onlara ikramlarda bulunulurdu.
O yokuştan her çıkışımda Muammer Tekin’lerin evini gördükçe nadir olarak gördüğüm Muammer Bey gözlerimin önüne gelir, Demokrat Partililerin onun Asak’ta köylüye olan davranışları ile ilgili dedikoduları aklıma gelirdi.Ben bir şekilde siyasete onun sayesinde bulaştım diyebilirim.Zaten Ülkemizde siyaset hep hırs üzerine yapılmaz mıydı?
Muammer Tekin’in konağının cümle kapısına bahçe kapısından yedi sekiz metre sonra dik bir taş merdivenden çıkılırdı.Cumbayı iki ahşap şutun taşırdı. Bu ona diğer konaklardan farklı, daha heybetli bir hava verirdi.
Her ne kadar bahçeyi şöyle böyle görsek de , içeride neler olup bittiğini merak etmeden duramazdım.Belki de ulaşamadıklarımıza duyduğumuz meraktan başka bir şey değildi.Bu bahçesi duvarlarla çevrili diğer konaklar içinde geçerliydi.
Kadılar yokuşunda sıralanan, bir zamanlar toplumun “ekabir” kesiminin oturduğu, sosyal hayatı yönlendirdiği, kenar köşe mahallelerinin gıpta ile seyrettiği, eskimeye yüz tutmuş, devrini tamamlamaya ramak kalmış bu konaklar, eski görkemlerinden çok şeyler kaybetmelerine rağmen; “mihrabı yerinde hanımlar” misali biz daha devrimizi tamamlamadık der gibiydiler.
Ama bu halleri beni hiç etkilemez onlara eskimiş, içinde oturmak artık zulüm haline gelmiş, çağ dışı binalar olarak bakmakta idim. Özellikle geceleri; perdelerini sıkıca kapatmış, içerinin düşük yoğunluklu ışığını dışarıya çok az sızdıran, küçük pencerelerinin koyu gölgeleri ile kasvetli, metruk bir hal alan, hatta bazen bana çağ öncesi yaratıklarmış gibi gelen bu binalar gündüzleri nispeten sevimli görünseler dahi, bana korku ve ürperti verirlerdi.
Kim bilir eski bir konakta doğup, gençlik yıllarını bu tür bir konakta geçiren, beton binalarda yaşama özlemi içersinde olan, beklide bunun hırsı ile okuyan ben; daha sonraları mimar olup, bu yapılara hayranlık duyacağımı nereden bilebilirdim!
Bu caddenin çocukları ne kadardı, kimlerdi ? Konaklarının bahçesinde mi oynarlardı, ya da caddede oynarlardı da biz mi göremezdik, bilemiyorum. Bildiğim bir şey varsa bu caddenin, konakları gibi sessiz,hüzünlü ve mağrur oluşu idi. Kadılar yokuşuna ses veren ne konakları ne de çocukları idi. Oraya canlılık getiren Konak sineması idi. Oda olmasa terkedilmiş duygusu veriyordu.
Bu caddede oturan bir ilkokul arkadaşım vardı.Adı Filiz’di. Lakapları “Ekmekçiler”di. İlkokulda sınıfta önümdeki sırada otururdu.Caddesi gibi sessiz ve sakindi.Çok iyi ezberi vardı.Bir gün tarih dersinde Kemal Çınar onu ders anlatması için tahtaya kaldırdığında sayfayı aynen tekrarlamıştı.Hatta öyle ki noktalarda duraklamış, sayfa geçişlerinde başı ile sayfa çevirmişti.
Kadılar yokuşunun en dik yeri Selahattin(Memiş) kaptanların evinin yanı idi.Orası öyle diktir ki bugün bile otomobiller çiseli havalarda çıkamazlar. Selahattin amcaların bahçe kapısının kaidesi çok güzeldir.Kaidesi yıllar içersinde bazı tahribatlara maruz kalsa da yinede taş işçiliğinin nadide örneklerinden biridir. Bahçe kapısı yoldan yüksektedir ve birkaç basamakla çıkılır.Yaşlılar buraya geldiklerinde basamaklara otururlar,birkaç dakika nefeslenirlerdi.
Ben bu yokuşu Ofisbank’tan evimizin olduğu düzlüğe kadar kaç saniyede çıkabileceğimi ölçmek için ,bir koşucu gibi Ofisbank çıkışından koşar adım yürür düzlüğe kadar hiç duraksamazdım. Selahattin kaptanların evinin yanına geldiğimde ayaklarımdaki derman kesilir, nefesim daralır, yorgun düşerdim.Geriye kalan yirmi metreyi can havli ile aşardım.
Bazen okula geç kalmamak için Kadılar Yokuşundan koşarak inmek isterdim.Yokuşu inerken kendimi zapt edemem,viraja hızlı giren arabalar gibi Eski Hamama çarpmamak için kendimi zor frenlerdim. Beklide bunu bir oyun olarak algılardım. Kim bilir bizim çocukluğumuz hep beden gücüne dayalı oyunlarla geçtiği için olsa gerek bu tür davranışlar bana haz verirdi.
Eski Hamam benim yaşamımda işlev olarak hiç yer etmedi desem yeridir.Çünkü yıkanmaya ancak bir elin parmakları kadar gitmişimdir. Hiçte heves etmedim.Ama bir anım var ki Eski Hamamı gördükçe hatırlar, yüzümde hüzünlü bir tebessüm belirir.Yediğim çubuk darbelerin acısını hisseder gibi olurum
Çocukluk yıllarımızdı. Senesini hatırlamıyorum ama ilkokul sonu gibiydi.Çünkü bu tür oyunları ancak bu yıllara kadar oynardık Oyunumuz kılıç oyunu idi. Mahallede kılıç takımı kurar,mahalleler arası maç yapardık.Herhalde bu oyuna pek rağbet etmezdik ki kuralları nasıldı,galibiyet nasıl olurdu tam olarak hatırlayamıyorum.
Bir gün bir ağabeyimiz Eski Hamamın orada Bekir (Şimşek) lerle yarın öğleden sonra kılıç maçımız var, herkes kılıç ve kalkanlarını alsın gelsin antreman yapacağız dedi. O gün birkaç saat antreman yaptık.
Her takım nasıl kılıç kullanacağına kendisi karar verebilirdi. Serbest olmasına rağmen yinede birtakım kuralları ve standartları vardı.En önemli kural kılıçlar aslına uygun büyüklüğü geçmeyecekti Mesela, eğer o takım roma kılıcı kullanıyorsa ebatları o kılıçların standardına uygun yapılacaktı.Bizim takım Fransız şovalyelerinin kullandığı ince uzun kılıçları seçmişti.
Ertesi gün öğleden sonra eski hamamın oraya gittiğimizde bizim gibi beş çocuğun kendi aralarında son hazırlıklarını yapar bulduk. Kullandıkları kılıçlar roma kılıcı idi. Tahtadan yapmışlardı.Yağ tenekelerinin kapaklarından kalkanları vardı.Kılıçlarını ve kalkanlarını siyaha ve beyaza boyamışlardı.Anlaşılan hepsi Beşiktaşlı idi. Maçı Hükümet binasının arkasında yaptığımızı sonuçta biraz yara bere birazda hırlaşmış bir vaziyette mahallemizin yolunu tuttuğumuzu hatırlıyorum.
Mal sayımı yaptığımız gün hava kapalıydı ve aralıklarla yağmur yağmıştı. Gece saat iki sularında Ofisbank’tan dışarı çıktığımda hava kasvetli ve oldukça soğuktu. Dışarıda in cin top oynuyordu. Ne bir araba ne de bir insan vardı.Köpekler dahi kendilerine sıcak bir in bulmak için ortalıktan kaybolmuşlardı.
Enver amcanın dükkanını dönüp Taşkınsu’yun tuhafiye dükkanını geçip Taslıların Ünye’nin ilk beş katlı betonarme binalarından olan apartmanlarının yanına geldiğimde, Kadılar yokuşu bütün gizemi ile karşıma çıkıverdi.
Ben o ana kadar bir an evvel eve gidip yatma düşüncesi ile zaman ve mekandan soyutlanmıştım. Bütün düşüncem bu soğuk ve ıslak gecede sıcak yatağıma bir an evvel girmekti.
Şimdi karşımda hantal Konak Sineması ve onun arkasında bir iki tane fersiz sokak lambalarının aydınlatmaya çalıştığı yokuşun sağına soluna dizilmiş; cephesindeki koyu gölgelerle garabet bir görünüm almış konaklar sıralanmıştı. Akşam üzeri yağan yağmurdan ıslanan dalları hala kurumayan konakların bahçelerindeki ağaçlar bu garabet görüntüye ortak oluyorlardı.
Ah , şimdi şu apartmanın bir dairesi bizim olsaydı, duvarlarından rüzgar üfürmeyen,damı akmayan yatak odamda ne güzel uyurdum diye geçirdim içimden.Bu düşüncelerle Konak sinemasına vardığımda fırıncı Mahmut(Arın) amcanın konağının birinci kat çıkmalarını taşıyan ahşap direkleri görünce aydım, “Yakup oğlum işte şimdi hapı yuttun ecinnilerin kol gezdiği saatler şimdi” dedim.
Ecinniler ıssız, metruk yerleri severlermiş. Akşam ezanından sonra insanların sokaktan çekildiği saatlerde ortaya çıkarlarmış. Büyüklerimiz öyle derlerdi bizlere. Akşam ezanından sonra sokakta bulunmamızı, oynamamızı istemezler hele bina köşelerine çiş yapmamızı kesinlikle yasaklarlardı.Cin çarpar, ağzınız eğrilir, kötürüm olursunuz derlerdi.
Büyüklerimizden çeşitli ecinni hikayeleri dinlerdik. Bunları arkadaşlarımıza abartarak anlatmaya bayılırdık. Her konağın bir ecinni sahibi olduğunu da öğrenmiştik büyüklerimizden. Bu ecinniler bazı geceler herhangi bir hayvanın şekline girer insanlara kötülük ederlermiş. Annem gece konak içerisinde veya kenarlarında terk edilmiş kedi veya köpek yavrusu görürseniz sakın ilişmeyin, hele sesinizle onu yanınıza çağırmayın derdi. Çünkü seslendiğimizde sesimizi alır sesimiz ömür boyu kısık kalırmış. Ayrıca eğer gece vakti peşinizden bir köpek veya kedi gelirse dönüp bakmayın ,çağırmayın,onu kovmayın derlerdi büyüklerimiz.
Konakların sahipleri olan ecinniler insanlara nadir olarak ve özel günlerinde kendilerini gösterirlermiş. Mesela Pakize hanım teyzenin evlerinin sahibi olan ecinni köpek şeklinde insanlara kendini gösterirmiş. Komşumuzun oğlu Sezai bazı geceler Pakize hanım teyzelerin evinin sahanlığından kıçık sesleri geldiğini, hatta bir keresinde merak edip duvar deliğinden baktığında beyaz iki tane köpek eniği gördüğünü yeminlerle anlatmıştı.
Bizim evin sahibi olan ecinni beyaz bir kıratmış. Amcanın Oğlu Mustafa görmüş. O bardabaştı gençliğinde. Bir gece yarısı eve geldiğinde zemin kattaki odunlukta bir tıkırtı duymuş. Merakla kapı aralığından baktığında beyaz bir küheylan görmüş. Küheylan arada bir kafasını sallayıp uzun yelelerini havalandırıyormuş. Bunu bize defalarca ballandıra, ballandıra anlatır, ecinniyi evde sadece kendisi görebildiği içinde böbürlenirdi. O daracık odunluğa kocaman küheylanın nasıl olup ta sığabildiğini sormayı akıl edemezdik.
Fırıncı Mahmut amcanın evinin önüne geldiğimde bu güne kadar ne kadar dinlediğim ecinni hikayeleri varsa aklıma geldi. Birden içimi bir korku sardı. Gecenin kaçı olduğunu, nerede olduğumu iyice idrakine vardım. Etrafım artık ecinnilerle çevrili idi.Yüzlerce, binlerce varlıklarını iliklerime kadar  hissettiğim ama kendilerini göremediğim ecinniler konaklardan, sokak içlerinden ,ağaç dalları aralarından çıkıp etrafımı yavaş yavaş çevirmeye başladılar. Arkamdan yaklaşıp ensemden yakalamak, omzumdan kavramak için yarışıyorlardı. Ben artık gemi azıya almış atlar gibi kontrolsüz, muhakemeden yoksun bir şekilde koşmaya başladım.
Yol yokuşmuş, düzmüş benim için fark etmiyordu. O yokuşta hayatımın en hızlı koşusunu yapıyordum. Önde ben, arkada ecinniler yakalamalarına ramak kala ellerinden kurtuluyordum, ama az sonra başkaları musallat oluyordu.Balıkçı Selahattin amcanın evini nasıl geçtiğimi hatırlamıyorum.Çünkü orada değil duraklamak, yorulma emareleri dahi hissetmedim.

Kadılar yokuşunun başında mahallemizin ilk evi olan Sucu Tahsin amcanın evinin yanına vardığımda biraz rahatladım. Evler tanıdıktı. Ecinnileri de nasıl olsa beni tanırlardı. Rahat bırakırlardı beni.”Yok oğlum ne rahat bırakması bunlar ecinni lan sağı solu belli olmaz bunların,emi dayı hatırı dinlemez bunlar “ dedim içimden. Beni bir korku dalgası daha sardı.Yavaşlattığım hızımı yeniden artırmıştım ki birden olduğum yerde çakılı kaldım. Karşımda parlak, iri tek gözlü bir mahlukat bana doğru bakıyordu. İşte şimdi hapı yutmuştum.
Hipnoz olmuş gibiydim. Gözlerimi parlak iri gözden alamıyordum. Bende parmağımı dahi kımıldatacak hal kalmamıştı. Yolun ortasında kala kalmıştım. Şimdi birbirimizi süzüyorduk. Eminim ki birbirimizi kolluyorduk. Ben savunmadaydım ve onun hamlelerini savuşturmak için pür dikkatle onu takip ediyordum. O da herhalde benim zayıf anımı kolluyordu.
Birkaç dakika sonra kendimi biraz toparlamaya başlayınca yolun ortasında savunmasız olduğumu arkamı sağlama almam gerektiğini düşündüm.Yavaş yavaş, yan yan giderek Yusuf dayının bahçesinin tahta darabasına yaslandım. Bu bana biraz güven verdi ama arkadan yaklaşan ecinnileri ne yapacaktım. Enseme yapışmaları uzun sürmezdi. Soğuk terler dökmeye başladım. Allahım ne idi bu başıma gelenler.
Bizim mahalle Kadılar Yokuşu ile Kaledere okulu yanından çıkan Tatar Osman yokuşunun Ekmekçioğlu sokağı ile birleştikleri yerdi. Burası mahallemizin orta noktası idi. Mahallemizin bütünü ise bu sokakların birleşme noktasından itibaren tahmini yetmiş – seksen metre çapında alandan ibaretti.
Kadılar yokuşundan çıkıp düze vardığımızda bizi ilk karşılayan Sucu Tahsin amcaların çıkışa göre soldaki evi olurdu. Onun karşısında Ahmet Solmaz’ların evi vardı. Tahsin amcanın evinin yanında Fiskobirlik müdürü Remzi Sanioğlu’nun evi onun karşısında ise Yusuf dayıların evi vardı. Evlerin hepsi bahçeli idi. Bahçeleri yoldan tahta darabalar ayırırdı.
Mahallemiz tıpkı Kadılar yokuşu gibi eski bir Türk mahallesi idi. Hemen hepsi ahşap konaklardı.Yalnız sadece Remzi Sanioğlu konağını yıkarak yerine biri bodrum olmak üzere dört katlı betonarme bina yapmıştı. Bayılmıştık binaya, mutfağı , odaları hele “gızma hamamı”na diyecek yoktu. Ünye’yi ayaklarımızın altına alan balkonuna hayran kalıyorduk. Zengin olmak, okumuş olmak hele de “ekabir” takımından olmak bir başkaydı doğrusu o zamanlar. Onlar her şeyin en iyisine layıklardı.
Herhalde paraları yetmemiş olacak ki son katı yapıp içine yerleşmişlerdi. Zemin ve birinci katların tuğlaları dahi örülmemişti. Belki de kim bilir yapmaya ihtiyaç duymamışlardı. Ama betonarme binaların böylesi de hiç hoş görünmez hani. Dişsiz ağızlar gibi “ govuk” görünürlerdi. Hele geceleri konaklardan daha korkunç olurlardı. Hiç olmazsa konakların bir şekli şemali vardı. Bunların böyle bir durumları da söz konusu değildi. Karşıdan bakıldığında karanlık dehlizlerden başka bir şey görünmezdi.Ne “idiğü” belirsiz yaratıklardı sanki.
Ben, arkada Yusuf dayının tahta darabası önümde Remzi amcanın “govuk” binası arasında sıkışıp kalmıştım. Parlak iri göz bu “govuk” binanın içinden bakıyordu bana. Parlak iri gözün etrafında haleler vardı. Bunlar bazen genişliyor bazen de küçülüyordu. Arada bir öne arkaya , sağa sola ufak hareketler yapıyordu. “Garanti seni deniyor Yakup” dedim.Hani saldıracakmış gibi yapıyor ama saldırmıyor,çünkü senin arkanı dönüp kaçmanı bekliyor. Sonrada arkandan yetişip ensene yapışacak.
Planını çözmüştüm ama çaresizdim. Kaçsam enseme yapışacak, kaçmasam zaten öldüm. Ben bu korku ile yavaş yavaş, ufak adımlarla tahta darabaya sürünerek ama gözlerimi de parlak iri gözden ayırmayarak ilerlemeye başladım. Birkaç metre gitmiştim ki arkamdan birisi paltomdan yakaladı.
“Sonun geldi Yakup” dedim. Dizlerimiz bağı çözüldü, çökmemek için darabaya dayandım. Öyle maharetli bir ecinni idi ki beni sadece bir balık oltası kancası ile tutuyordu sanki. Ben kurtulmak için çektikçe sırtımdaki geniş yakalı ekose palto sırtımdan kaymaya başladı. Korkumdan arkama dönüp bakamıyordum. Gözlerimi parlak iri gözden ayırmadan arkamdaki ecinniden kurtulmaya çalışıyordum.
Sonunda geniş yakalı ekose paltom öyle bir gerildi ki cart diye bir sesten sonra birden bire yularından boşanmış atlar gibi ileri fırladım. Ben o şaşkınlık, arkadan yakalayanın tahta darabaki çividen başkası olmadığını anlamanın rahatlığı ve hızlanmanın verdiği cesaretle koşmaya başladım.
Elli metre ötedeki evimizin kapısına nasıl vardığımı, kapıyı açıp iki katın merdivenlerini nasıl çıktığımı, yatağıma paltomla beraber girip yorganı kafama nasıl “bürüklediğimi” anlayamadım.
Uzun süre yorgan altında ecinnilerin gelip üzerime çullanmalarını korku ve ürpertiyle bekledim.Sanki başımı yorgandan çıkardığımda dev gibi kapkara bir yaratık boğazımı sıkacaktı.
Koridordan gelen yüksek seslerle uyandığımda gün öğleye yaklaşıyordu. Vediye ablam anneme bir şeyler söylüyordu.
Evimiz yaklaşık yüz yıl önce orta halli bir aile tarafından yapılmış.Sokağa adını veren “Ekmekçioğulları” tarafından yapıldığını, daha sonra kırklı yıllarda dedeme satarak İstanbul’a göç ettiklerini biliyorum.Tipik bir Türk konağı idi.Sanatsal özellikleri olmamasına karşılık 19 yüzyıl Türk konaklarının bütün özelliklerini taşıyordu.
Bizim konak üç katlı idi. Zemin katta cümle kapısından içeri girdiğimizde geniş bir taş sahanlık vardı.Bu sahanlığın tavanı ikinci kata kadar çıkardı.Sahanlık haricinde kalan yerler müştemilat olarak yapılmıştı.Burası alçaktı.Yüksekliği iki metre kadardı.Eskiden sahanlığın kıyısında yağmur sularının toplandığı bir sarnıç varmış.Babamlar şehir suyu geldiğinde yer açmak için sökmüşler.
Birinci katta amcamlar oturuyorlardı.Son kat olan ikinci katta da biz oturuyorduk.Eskiden konaklarda her katta bir kardeş otururdu. Hatta bazen katlar bölünmeye müsait değilse katlar oda oda paylaştırılırdı. Zamanla imkanı olan kardeş diğerine hakkını devrederek başka bir eve taşınırdı.
Hararetli konuşmalara kulak kabarttığımda benden bahsettiklerini fark ettim.
- Zela abla Yakup’un neydi o geceki gürültüsü,ev yıkılacak zanneddük.
- Hagget Vediye gürültüye bizde uyanduk Memetle. Çok gızdık, hem de saşırduk.
- Merdivenleri yıkacak zanneddük zela abla, neydi o öyle basamakları üçer beşer çıktı sanki.
- Vediye,he gız gapıları da bi çarpması vardı ki evi yıkacak zanneddük,zaten ayakda zor duri.Yalnuz bişiden gorkmuş galiba,yoksa öyle yapmazdı.Hem yatada paltasuyla girmiş.
- Niye zela abla soyunmamış mı, üstüyle,başıyla mı yadmış.
- He gız gorkmuş belli, sakın hanimingenin lambasından gorkmasın
- İyide zela abla Remzi Beyin anasının ödlünü biliya
- Bili ama, teneşürün üzerine akşam goydukları lambayı bilmezdür.
- Desene gız lambayı görünce ecinni zanneddi. Zaten ecinniden çok gorkar
- Vediye Görele’de de var-mıydı böyle aded.Benim kızlığım Vakfıkebir’de geçti biliin
- Ne bilim zela abla bizde ilk gece mezarlığa goyarlardı. Burada da teneşüre goyılar. Her yerin gendüne gere bir adedi var.Ruhlar ilk gece geri dönüp bakarlarmış bedenim orada mı diye
- Öle şey olurmu gız, ruh muh galdı mı dünyada ki geri gelsin
- Bi umut işte zela abla, sosyetede olsak sonunda ha böyle şeylere inaniyuk
SON

Hiç yorum yok:

  Kalemi kırmışlar bir kere...  Temyiz etmenin ne kârı var.  Hükmünü  erteleme kadı...  Ruhuma zulmün ne kârı  var.