Bu Blogda Ara

28 Kasım 2025 Cuma

AZERBAYCAN’IN GELDİĞİ NOKTA ( ve almamız gereken dersler) (II)

 

Birkaç gün önce Azerbaycan Yeni Musavat gazetesinde okudum. Temmuz 1994’den Mayıs 2020’ye kadar bakanlık yapan Abulfaz Garayev’in servetini sorguluyor. Son olarak Kültür Bakanlığından alınan Garayev’in yardımcılarının (beş milyon manat) yolsuzluk yaptıkları için tutuklandıklarını yazıyor. Ama Garayev’e görevden alınmak dışında dokunulmadığını da ilave ediyor…. Ve soruyor? Garayev’in bunda hiç mi katkısı yok? Devam ediyor… Garayev İngiltere’de şaşaalı yaşayacak kadar serveti nereden buldu? Örnek gösterdiği bir başka kurumda yolsuzluk gerekçesi ile sadece başkan tutuklanıyor. Bu ne biçim iştir diye soruyor gazete. Geçtiğimiz aylarda Azerbaycan petrol şirketi SOKAR ’da buna benzer yolsuzluk nedeniyle üst düzey tutuklamaları olmuştu. Tutuklanan kişilerin çeşitli nedenlerle Rusya ile bağlantıları var.

Belli ki yargının “tuhaflığı” sadece bizim ülkemize has değil. Her nedense yukarıdakilerin bu işlerden hiçbir haberleri yok. Yine, tıpkı ülkemizde olduğu gibi…

Özetle; 1991’de kurulan devletin sistemi ve rejimi değişse bile kadrolar Sovyet’ten miras kalan kadrolar. Otoriter bir rejimde- ki yapı itibarıyla başka türlü olması mümkün değil- ekonominin yapılanması/ nemalanması da ona göre oluyor.

Şimdi neden sistem kendini temizliyor? Biz buna bağırsakların temizlenmesi diyoruz. 

Belli ki… Azerbaycan Karabağ savaşına kadar-her ne kadar bağımsızlığını kazansa bile- Rusya ile (bir şekilde) yapısal ilişkilerini sürdürmüş. Karabağ savaşından sonra Rus tehlikesinin giderildiğine inanan Azerbaycanlılar içeride temizliğe girişmişler. Ermenistan’da da (Azerbaycan kadar olmasa bile) buna benzer olaylar cereyan ediyor.

Netice;

Devletler, ancak (ekonomik ve siyasi) güçleri ölçüsünde daha bağımsız davranabiliyorlar. Biz avam takımı bu tür operasyonları bazen yargı bazen de ideolojik kavramlar üzerinden yorumlar yapıp kararlar veriyoruz.

Peki, bu şekilde devletler varlıklarını sürdürebilirler mi? Özünde halk, devletin kimler ve hangi ideoloji ile yönetildiğiyle pek ilgilenmez. Onun için önemli olan (kültürel, ekonomik ve güvenlik alanında) adil yönetilmektir. Yarınlarından emin olarak hayatını sürdürebilmesidir. Hak ettiğini alabilmenin huzurudur. Ayrıca dünya standartlarında gelişmenin sağlanmasıdır.

Bunlar bütün dünya halklarının arzuladığı şeylerdir. Devletler bunları sağlayabildikleri ölçüde güçlerini korurlar, geleceğe emin adımlarla yürürler. Bunların sağlanmasının kesin reçetesi yoktur. Her devletten devlete değişir.

Otoriter rejimlerin zaman içerisindeki tavır değişiklikleri, iç operasyonları/çatışmaları, yarattıkları iç/dış düşmanlar aslında yönetimlerini daha pekiştirmek için ortaya attıkları kanıtlardır. Amaçları hâkimiyetlerini sürdürmektir. Kısaca yaptıkları tüm operasyonlar otorite ve hâkimiyetlerinin sürmesi üzerinedir. Sadece renk ve yöntem değişmiştir.

Bütün bu yazdıklarımın Türkiye ile ne alakası var?

Yaşımız itibarı ile yaklaşık iki yüzyıldır ülkemizde, ülke tarihini etkileyen olaylar yaşandığını biliyoruz ve bizzat yaşadık da… Elbette mükemmele varmak kolay değildir. Badireler atlatmak hayatın gerçeğidir. Önemli olanın yaşanılanlardan dersler çıkararak bugünün dünden daha iyi olmasını sağlamaktır. Şimdi sorumuz şu; Dersler çıkarıyor-muyuz? Yoksa aynı amacın başka yöntemlerine mi muhatap oluyoruz?

 

 

 


18 Kasım 2025 Salı

AZERBAYCAN’IN GELDİĞİ NOKTA ( ve almamız gereken dersler) (I)

 

Yaşamımda en çok üzüldüğüm anlardan birisi, Ebulfez Elçibey’le fırsatını bulduğum halde tanışamadığım… Daha doğrusu tanışmak istemeyişimdi. Üstelik çok komik nedenlerle.

Gerekçesi; 90’lı yılların başlarında Azerbaycan’a ilk gittiğimde randevu teklif edildiğinde, sosyal demokrat olduğunu zannettiğim içindi.

Gençlik işte, onun yerine (milliyetçi olduğu gerekçesi ile) İtibar Mammadov’la görüşmeyi tercih ettim. Ama onun “bizi Türkler iki kere sattı. Birincisi Atatürk, ikincisi Turgut Özal zamanında dediğinde hayal kırıklığına uğramıştım.

İkinci gidişimde ( 1992-93 yılları arasında savunma bakanı) Rahim Gaziyev’in, misafiri olduğum arkadaşıma, Cebrail’in korunması için Rus birliklerine para teklif edilmesi önerisi beni hayretlere düşürmüştü.

Demek ki, hiçbir şey göründüğü gibi değildi. Yazılanların, anlatılanların, görünenlerin her zaman arka planında bir şeyler vardı.

Baba Haydar Aliyev başa geçtiğinde ülkenin petrolleri batı kaynaklı şirketlerin ortaklığı ile işletilmeye başlanmıştı. Ama yönetim eski KGB sekreteri Aliyev’in elindeydi. (ideolojik baktığınızda)Tuhaf değil mi?

1994 yılında Azerbaycan ile Türkiye, Azerbaycan ordusunun kurulumu konusunda anlaşma yaptılar. Ordunun kurulması ve geliştirilmesi Türkiye’ye teslim edilmişti.

2003 yılında gittiğimde kirli sakallı genç bir Azerbaycanlı teğmene “ne bu hal” diye sorduğumda Türk komutanlarının disiplininden şikâyet etmişti. Ama ne var ki,

caddelerde on yıl öncesinin Türk izleri azalmış yerine Rus izleri artmıştı. Ekonomide Batı, sosyal yaşamda Rus izleri, ordu da Türk komutası… Tuhaf bir durum değil mi? 2005 yılından sonra İsrail’in silah üretim yatırımları cabası…

Zaman zaman ufak çatışmalar olsa bile Ermenilerle uzun bir çatışmasızlık… Nihayet 2020 yılına gelindiğinde Azerbaycan Ordusunun hamlesi ve kırk gün savaşları… Yılların sabırla hazırlanışı semeresini vermiş, Karabağ kurtarılmıştı. Bu arada, savaştan hemen önce Azerbaycan Genelkurmay başkanı Hüseyin Sadıkov, 27 Eylül 2020’de essiz sedasız görevden alındı. Görevden alınması ile ilgili tek bir resmi açıklama yoktu. Ordu web sayfasından sessiz sedasız fotoğrafı kaldırıvermiş. Dedikodular, Rus yanlısı olduğu gerekçesiyle alındığı üzerine.

Akabinde Ermenistan’la barış, ABD’nin devreye girmesi, Zengezur Koridoru, Ermenistan’ın Paşinyan yönetiminde Rusları tasfiye çabaları, Ermenistan içinde iç mücadeleler vs.

Konumuz Azerbaycan,

Bugüne kadar Azerbaycanlıların hissettiği ve bildiği ama dünya kamuoyunda bilinmeyen bir durum vardı. Ülke yönetiminde ve kaynakların kullanımında baş aktör Ramiz Mehdiyev’in tutuklanarak ev hapsi verilmesi.

Ramiz Mehdiyev yaklaşık yirmi yıl Azerbaycan’ın iki numaralı adamı olmuş. Bütün işler ondan sorulmuş. Ekonomi, kamu kaynaklarını yönlendirme/yönetme, kamu makamlarına atamalar, haddini aşan gayrimeşru servet edinimi vs. Adamda ne ararsan var. Aslında Azerbaycan’da bunu bilmeyen yoktu. Daha 2013’de gittiğimde, falanca kasabalar ona ait deniliyordu.

Ev hapsi gerekçesi şu; Azerbaycan’da demokratik olmayan yönetimin Rusya desteği ile alaşağı edilmesi için Kremlin’e mektup gönderilmesi. Demek ki seksen yedi yaşına gelmiş bir adamın böyle işlere kalkışması “akıl ziyanı” olduğu ile ancak izah edilebilir.

Bu arada, akabinde birçok kamu görevlisi “suiistimal ve yolsuzluk” suçlaması ile görevden alınmış.

Bana bütün bunların, evvelden beri bilindiği ama gününün beklendiği izlenimi veriyor.

Sorum şu; Neden şimdi?

Devletler kurulduğunda ( hele Azerbaycan gibi devletler) geçmişin bazı yüklerinden hemen kurtulamıyor. Mayıs 1920’den Ekim 1991’e kadar Sovyet hegemonyasında olan bir devletin, bağımsızlığını kazandıktan sonra, tüm işbirlikçi kadrolardan bir anda kurtulması mümkün değil. (devamı gelecek yazımda)

14 Kasım 2025 Cuma

BALÇIKTAKİ CHP

 




Güzel bir analiz,
Ancak CHP'nin geçmişini sorgulama kabiliyeti ve en önemlisi geleceği analiz etme isteği olabileceğinden şüphelerim var!.. Zira ideolojik takıntılar yakalarını bırakmaz gibi geliyor bana...

Yanıtla  (2)  (12)

Dün İbrahim Kiras’ın Karar Gazetesindeki yazısına yaptığım yorum iki olumluya karşılık on iki olumsuz tıklama almış.

Normal.

Eğer ülke öteden beri aynı atmosferde ve kurallarda yürüyorsa bu son derece normal bir durum.

Ülkemizin (her türlü)yaşam felsefesi irdelenmeden yapılan bütün eleştirilerin bizi böyle bir sonuca götürmesi son derece normaldir.

Bunu birincisi şahit olduğum bir söyleşi ve bugün okuduğum bazı yazarların yazılarından alıntılar yaparak açıklamaya çalışayım.

Birincisi,

Geçen seçimde küçük bir ilçede belediye başkanlığı seçimine girmiş ama kazanamamış bir adayın, gelecek seçimde yeniden aday olacak-mısın? Sorusuna verdiği yanıt; “ seçim masrafları için bana bir milyon seçim yardımı yapan kardeşim öldü. Parayı nereden bulup da seçime gireceğim. Ben kendimi ancak geçindiriyorum.”

Parti teşkilatının seçim masraflarını karşılamadığı bir adayın neden seçime girdiğinin yorumunu hayal gücünüz nispetinde tasavvur edin. Bu örnek aşağı yukarı bütün adaylar için geçerlidir. Ben her zaman şunu derim, “fakir öğrenciye üç kuruş cep haçlığı vermeyi düşünmeyen bir kişinin yaşadığı şehir için yanıp tutuşması bana pek sağlıklı bir düşünce gibi gelmiyor.”

İkincisi,

Kamudan ihale alan iş insanlarından, kurumlara ya da sosyal yardım çalışmalarına katkısı yapmalarının istenmesi, “rüşvet” midir?

İddianameye göre, Seyfet Taştan isimli iş insanından, “ruhsat” sürecinde “dar gelirli vatandaşlara dağıtılan market alışveriş kartları” vermesi istenmiş, o da vermiş, “hayır için verdim” diye ifadesi varmış.

Yazar devamında (birçok defadır eleştirdiği ve mesafeli durduğu Hayrettin Karaman’ın fetvasını örnek göstermiş.

Fıkıh Profesörü Prof. Hayrettin Karaman şöyle yazmıştı:

İhale almış, para kazanmış bir kimseyi, iş olup bittikten sonra bir yetkili, bir hayır kurumuna yardıma davet ederse ve o da yardım ederse bu rüşvet olmaz' dedim, yine diyorum.” (Yeni Şafak, 24 Ocak 2014)

Biz vatandaş olarak bu tür durumlarda şunu bilir ve deriz “istersen verme, adamın ümüğünü sıkarlar.”

Bu iki örneği biz vatandaşlar her zaman bilir ve şahit oluruz. Ama sesimizi çıkartmayız ve deriz ki “neme lazım, yarın, öbür gün önümüze çıkar.”

Yine ben ülke siyasetini “başçıkta güreş tutan pehlivanlara” benzetirim… Ve elbette CHP de bu balçığın içerisinde debeleniyor. CHP önce balçığı nasıl kurutacaklarının çözümünü anlatmalı ve ona göre davranmalı ki… Biz avam takımı “hah işte” diyelim. Yoksa CHP %30 bilemediniz %35’i geçemez. Diyelim ki kazansalar da ülkeye bir faydaları olmaz.

Bir akıl; CHP demokrasi, fakir fukara, ideolojiler üzerinden yürüdüğü müddetçe sağ seçmen her zaman şunu diyor “ geç bunları, onlar yeşilse sen de kırmızı…” Neden sana oy vereyim ki?

10 Kasım 2025 Pazartesi

ÜNYE !.. BAŞKAN TAVLI BOŞ ZAMANLARINDA NE YAPAR? (2)

 

(Yazımıza devam ediyoruz)

Önce şu notumuzla devam edelim,

Bir önceki yazımda Moğol ve Fatih örneklerini vermiştim. Ordular şehirleri fetih ettiklerinde, eğer fetih ettikleri şehrin kültürü kendilerinden yüksekse… Önce talan ederler. Sonra hâkim kültürün etkisiyle kendi benliklerini yitirirler.

Tersi; eğer şehre hâkim olanın kültürü mevcuttan yüksekse, bu sefer şehir halkı yeni gelenlerin içinde erirler. Fatih örneğinde olduğu gibi…

Özelde Ünye’ye gelirsek;

198O’den önce çok az göç alan Ünye, zaman içinde, imkânları ölçüsünde kendi kültürel gelişmesini devam ettirdi. 80’den sonra birden bire dışarıdan göç almaya ve vermeye başlayan Ünye’de kültürel gelişme duraksamaya başladı. 2000’li yıllara kadar olanla yetinmeye çalıştı. 2000’li yıllardan günümüze kadar hızla göç alan ve değişen siyasal görüş/sistemlerin etkisiyle şehrimizin kültürel ve sosyal gelişmesi hep sekteye uğradı.

Şu soru akla gelebilir,

Mevcut şehirli ile yeni gelenler arasında neden yeterli etkileşim sağlanamadı?

Bunun iki nedeni var.

1   1-    Demek ki, mevcut şehir kültürü yeterince etkin/baskın değildi.

2-     2 -Yeni gelenlerin ise, şehirleşme/şehirleşmek gibi bir iddiaları yoktu.

Şu soruyu da soralım; mevcut şehirliler neden şehir kültürü oluşturamamışlardı?

1-   1-  Şehir kültürü oluşmasında ne belediye yönetimlerinin ne de şehirlinin (80’den sonra) böyle bir kaygıları olmadı.

2-    2-  Gelişmeyi hep park, yol gibi alanlarda yatırımlar yapmakla eşdeğer tuttular.

3-  3-  80’den sonra ( yeni siyasal örgütler ve kadrolarla) değişen siyasal sistemle beraber yeni bir zengin sınıfı ortaya çıktı. Bu 2002 den sonra gelenlerin öncüleriydi.

2002’den sonra gelen yönetimlerin ise, yukarıda da değindiğimiz gibi şehirleşme/ şehir kültürü gibi hiç kaygıları olmadı. Atatürk Parkı, Belediye sineması yerine yapılan AVM, Pazar yerine yapılan 15 Temmuz, Yunus Emre yatırının ihyası(!) gibi yatırımlar sosyal yatırımlarmış gibi görünse de; aslında birer getirim yatırımlarıydı.

Aslında 90’lı yıllardan itibaren başlayan kamplaşmalar 2002’den sonra iyice belirginleşti. Modern/ laik/ Atatürkçü/ demokrat (her ne dersek diyelim) kesim ile iktidar destekli dindar/muhafazakâr kesim arasındaki mesafe iyice belirginleşti.

İşin en acı ve sıkıntılı tarafı ideolojiler ve tarafgirlikler yaşam felsefesinin kendisi haline geldi. Hâlbuki toplumlar ortak kültürleri ile yaşar ve gelişirler. Peki, ortak kültür nasıl sağlanabilir? Bunu ne iktidar ne de muhalefet soruyor/sorguluyor.

Geleceğin Ünye’si nasıl olmalı? Hangi temel taşlara oturmalı? Çevresinde (hinterlandında) hangi özellikleri ile ön plana çıkmalı? Birlikte yaşamanın huzurunu nasıl sağlamalı? Medeni, sosyal faaliyetleri gelişmiş bir Ünye nasıl sağlanmalı?

Sorunlar barışçıl ve ilmi bir şekilde nasıl çözümlenmeli?

Barışçıl?(!) Mesela…

Yalıkahvesi sorununda bir milletvekilinin naraları ile mi? Yoksa “ben yaptım oldular-la mı?”  Yoksa buranın Ünye için bir anlamı var. Deyip medeni bir şekilde projeler yarıştırarak/ münazara ederek mi?

Bir akşam sohbetini, her meşrepten dostlarla birlikte siyasi kafa-göz yarmalarla mı? Yoksa geçen hafta gittiğimiz bir etkinliğin, okuduğumuz bir kitabın kritiğini yaparak mı? Yapmak ister.

He sahi… Başkan Tavlı bunların hangisini yapmak ister?

 


6 Kasım 2025 Perşembe

ÜNYE !.. BAŞKAN TAVLI BOŞ ZAMANLARINDA NE YAPAR? (1)

 

Eskiden yaşadığım şehir olan Ünye’miz ile övünürdük. Bölgemizin en eğitimli ve medeni şehri diye…

Geçmişinden miras aldığı ( her ne kadar Cumhuriyetle beraber sekteye uğrasa bile) liman şehri özelliği, yetiştirdiği kadıları, kaptanları, çeşitli okulları ile dışarıya her zaman açık olan Ünye, artık eski özelliğinden çok şey yitirdi.

Yazları bütün civar şehirler gece dokuzdan sonra uykuya yatsa bile, Ünye gece birlere kadar sahilin tadını çıkaran insanları ile neredeyse yirmi dört saat yaşayan bir şehirdi.

Yine yazları Yunus Emre parkında gençlerin orkestralarıyla günün revaçta müziği ile şehir yaşayanlarını eğlendiren, müzik ziyafeti çektiren… 1950’lerde halkın ihtiyacı için Çamlığın ihdasını düşünecek kadar sosyal yaşama önem veren… Çevre il ve ilçelerden bile rağbet gören eğlence mekânları… Her zaman tıklım, tıklım olan yazlık ve kışlık sinemaları ile sosyal yaşamın ihtiyaçlarını karşılayan tam bir medeniyet şehri idi.

Sosyal faaliyet olarak müzik ve futbol takımlarıyla çevre şehirlerin ön sıralarındaydı. Dışarıdan gelen profesyonel tiyatro kumpanyalarını ve müzik sanatçılarını saymıyorum bile. Bunları icra edecek sanat yapıları günün şartlarına göre mükemmeldi.

Şehir kültürü kolay oluşmuyor. Oluşabilmesi için on yıllar, hatta yüzyıllar gerekli. Rahmetli şehircilik hocam Prof. Kemal Ahmet Aru “şehirler yüz yılda kurulur, yüz yılda yıkılır” derdi. Elbette Ünye bu özelliğini hemen kazanmadı. Yüzyıllar sürdü. Ama rahmetli hocam Ünye’nin son halini görse bu tezini bir daha düşünür-müydü?

Öyle ya… Yüzyılların alışkanlıkları, özellikleri nasıl oldu da bir çırpıda yıkılıverdi?

Dışa açık, medeni, sanatsever, sosyal yaşamın her türlüsünü tadan bu şehir nasıl oldu da içine kapanıverdi. Nerede hata yaptık?

Doğu blokunun etkisi ve Samsun limanı ile ihracat özelliğini kaybetmesi, zenginlerin büyükşehirlere göç etmesi, gelenlerin ve yeni zenginlerin şehir kültürünü henüz özümseyememesi, (zannedildiğinin aksine) ekonominin zayıflaması, fındık ve memur maaşlarına bağımlı kalması, ( doğma, büyüme ) genç neslin iş bulmak umuduyla Ünye’yi terk etmesinin etkileri olabilir-miydi?

Bir de… Eski siyasal sistemin yavaş-yavaş ortan kalkması ve yeni gelenlerin daha henüz- bırakalım şehre intibak sağlamayı ( doğal olarak) şehir yaşamının ne anlama geldiğini öğrenecek zamana erişemediklerinden-miydi?

Bunlar tarihin ve hayatın akışında son derece normal şeyler. Zaman içerisinde devletler gibi şehirlerinde iniş, çıkışları olabilir. Hatta yeni gelenler (belediye sineması gibi) bir kültür eserini yıkıp yerine AVM yapacak kadar aymaz da olabilirler. Moğollar Bağdat Kütüphanelerini yakmadılar mı? Ama bunun yanında Fatih gibi bir dehanın İstanbul’u tüm eserleri ile nasıl korumaya çalıştığını da biliyoruz.

Burada şu aklımıza geliyor. Moğollar kalıcı olmadıklarının idrakinde olup akılları talana mı ermişti. Ya da Fatih geleceği mi düşünmüştü. Elbette öyleydi.

Özelde Ünye’ye gelenler, ya da şimdi idare edenler geleceklerini nasıl kurguluyorlar? Daha açık bir ifade ile nasıl bir şehirde yaşamak istiyorlar? Yoksa böyle bir hayalleri yok mu?

Sizi yormayayım öbür yazımızda devam edelim.

 


1 Kasım 2025 Cumartesi

UÇUK KAÇIK BİR YAZI

 Televizyonlar henüz siyah beyazken ve çanak antenlerimiz yokken, bazen televizyonlarımıza (özellikle) Sovyet yayınları karışırdı.

Mesela tv.’de kovboy filmi varken, birden bire Sovyet kanallarından futbol maçları yayına girerdi. Belli belirsiz… Yani her iki görüntüyü aynı anda seyrederdik. Ama her iki görüntünün de birbirinden haberleri yoktu. Ne kovboyların ne de oynayan futbolcuların bundan haberleri vardı.

Bir gün acaba dedim kendi kendime, “ iç içe geçmiş kâinatlar olamaz mı? Biz de ölünce başka bir boyuta mı geçiyoruz?” Bu fikrimi birkaç arkadaşımla paylaşınca bir tuhaf baktılar bana.

…………………..

Bundan yirmi beş yıl kadar önce bir doçent konuşmacının sözleri dikkatimi çekmişti. Dedi ki; “ kıyamet ne zaman kopacak biliyor-musunuz?” Biz hep bir ağızdan “Allah bilir” dedik. “Ona şüphe yok ama neden?” diye tekrar sordu. Nereden bilecektik. “İnsanoğlu insan üretecek ve Allah’a diyecek ki; bak ben de senin yaptığına muktedir oldum. O zaman Allah kendisine şirk koşulmasına karşı kâinatı yok edecek.”

O zaman demiştim ki; “bu adam kafayı ayazda bırakmış.” Ama şimdi öyle düşünemiyorum. Diyorum ki “acaba?” Yapay zekâyı geliştiren ve insan uzvu üretebilen insanoğlundan korkulur vallahi!

………………………

Eflatun vaktiyle kâinatın dört ana maddeden oluştuğu kanısına varmış. Uzun yüzyıllar da böyle kabul edilmiş. Şimdi gülüp geçiyoruz.

Daha geçen yüzyıl, ( ideolojilerin gemi azıya alındığı daha kısa zaman önce) bilimin öngörüleri kati ve değişmezdi. Dogmalar ve inanç üzerine kabuller çağ dışıydı. Şimdi bilim bile “şimdilik doğru bildiğim bu” diyor. Her an yeni şeyler ortaya çıkıyor ve geçmişi çürütüyor.

Geçen hafta (yarı) bilimsel bir makalede okudum. Gerçi hepsini anlamakta zorlandım. Lakin şunu anladım; yeni geliştirilen kuantum işlemci, bugünün en hızlı bilgisayarından on üç bin kat daha hızlı. Vaktiyle şunu da okumuştum; ilk kullanıma sokulan bilgisayarın büyüklüğü 167 m2 büyüklüğünde bir odaya ancak sığıyor ve saatte 187 kw. Elektrik harcıyordu. Ama günümüzün el kadar cep telefonundan bilmem kaç bin defa daha yavaştı. O yılların bilginleri bugünün cep bilgisayarlarını görselerdi ne yaparlardı acaba?

Daha yeni okudum. Doğacak çocuğun şeklini, şemalını (yaptığı müdahalelerle) ayarlayabilen bilim bir üst evreye geçmiş. Artık karakterini bile belirleyecek. Hatta siyasal tercihlerini bile ayarlayabileceklermiş. Çok değil, ekiz on yıla kadar bunu gerçekleştirebileceklermiş.

Allah’ım ne günlere kaldık?

Düşünsenize, uğrunda ölünen bilumum liderlerin yeni baştan üretildiğini… Ama şundan kesinlikle eminim. Uğrunda öldükleri önce kendileri liderlerini ortadan kaldırmanın çaresine bakacaklardır.

Mehdilere ne demeli? Dünyada mehdi enflasyonundan geçilmezse ne olacak? Bu sefer dünyada benim mehdim senin mehdini döver kavgası başlarsa şaşırmam.

Geçen yıllarda, bir Kurban bayramı arifesinde, hoca hutbede “ kurban kesmenin kesilen kurbanın kılı sayısı kadar sevabı var” demişti. İlk kurbanın da Cennette kırk yıl beslenen koyunun Hz. İbrahim’e gönderildiğinden bahsetmişti hoca.

Daha geçen Cuma vaazında hoca, Allah meleklerine “Âdemi yarattım, secde edin buyurdu” dedi. Biz de aval-aval dinledik. “Yahu bizler hala oralarda-mıyız” dedim kendi kendime…

Korkarım, bir gün eloğlu öyle bir mahlûkat yaratır ki “haydi buyurun secde edin” der mi der… O zaman yandı gülüm keten helva.

İnanmıyor-musunuz? O zaman geçmişte olduğu gibi bugün bile adı konulmamış secdelere ne demeli?

Dedim ya,

Uçuk kaçık bir yazı bu… İnanıp inanmamak size kalmış!..

 

 

 

 


ÇİLELER DE SOSYETELEŞTİ

  Yaşımız itibarıyla son elli-altmış yılda çok şeyler gördük, çok şeyler yaşadık. Her meşrepten, ideolojiden insanların sisteme göre “aykırı...