Bu Blogda Ara

30 Ağustos 2025 Cumartesi

SUNULAN ZEHRİN ALBENİSİ VARDIR!...

 


Hiçbir toplumsal talep sebepsiz değildir. Mutlaka on yıllar içinden gelen memnuniyetsizlikler vardır. Genelde, ülkelerin hâkim güçleri bunu görmezden gelirler. Bildiklerini okurlar ve toplumların bu taleplerini başkaldırı veya en hafifinden “nankörlük” olarak görürler. Çok sıkıştıklarında “varan hainliği, dış güçlerin oyunu” gibi sebeplere dayandırırlar.

Hâlbuki bu tamamen yıllarca hatta on yıllarca süren yanlış yönetimlerin sonucudur. Belki de devletlerin kuruluş devrine kadar gider. Yani sistem yanlış zemine oturtulmuş ya da düğmeler yanlış iliklenmiştir.

Sonunda kabak iktidara son gelenin başında patlar. Bütün kabahatler onun üzerinde kalır. Belki de, iktidara gelenler işin farkındadırlar. Ama ya iktidarı kaybetme korkusuyla ya da sistemin hâkim güçleri buna izin vermezler. Bir şekilde engellerler.

Tarihte bütün ülkeler (az çok) bu yollardan geçmişlerdir. Zaman zaman travmalar yaşamışlardır. Büyük, gelişmiş ülkeler travmaları atlatabilen, yönetebilen ülkelerdir. Ya büyük çatışmaların sonunda ya da (pek azı) önceden fark ederek toplumsal uzlaşma ve sorun çözebilme yetenekleri ile sistemlerini revize edebilmişlerdir. Zaten büyüklükleri de buradan gelir. Sorunları davulla zurnayla yapmazlar, düşman yaratıp kılıçları şakırdatmazlar. Zaten dünya da (eğer o devletin tasfiye olmasını istemiyorlarsa) buna izin vermez. Sovyetler Birliğinin yıkılması bunun güzel örneğidir. Sovyetleri yağdan kıl çeker gibi yıktılar ama Rusya ayakta kaldı.

Ama bir ülke tasfiye edilmek istendiğinde,

Hiçbir zaman “seni yıkıp, parça pürçek” edeceğiz de demezler. Buna Irak, Libya ve son olarak Suriye yakın tarihimizin güzel örnekleridir. Gerekçe otoriter rejimin zulmünden kurtarma ve daha demokratik yapama idi. Sonunda gelinen nokta belli… Yönetim olarak parçalanmış bir ülke ve kargaşa, yolsuzluk vs.

Bir ülkeyi tasfiye etmenin en kolay yolu (zaten) ekonomik olarak zor durumda olan ülkeyi daha da cendereye almak, ülkede hoşnutsuz kesimleri galeyana getirmek ve içsel taleplerini gün yüzüne çıkarmaktır. Yani insancıl masum istekler… On yıllardır sorun olmamış, dile getirilmemiş arzular birdenbire sorundan da öte, hayat memat meselesi haline getirilir.

İktidarlarda bunun farkındadırlar. Fakat ne bu konuda bilgileri, becerileri vardır ne de zamanları yetmez. Zaten projeyi yürütenler buna izin vermezler. Proje önceden hazırlanmışlardır ve kararlılıkla yürütürler.

Hiçbir ülke durup dururken işgal edilmez/edilemez. Önce ülke içindeki işbirlikçiler devreye girer. Sorunlar sıralanır, masum, insancıl istekler ortaya dökülür. Okuduğunuzda/ dinlediğinizde “haklılar yahu” dersiniz. İktidara dönüp veryansın yaparsınız. İktidar işin farkındadır ama elinden sadece daha da toplumu baskı altında tutma ve günü birlik çözümler üretmeye çalışmak gelir. Geçmişte yaptığı hatalı yönlendirmelerin, iktidara getirilme sebeplerinin farkına varmıştır ama iş işten geçmiştir.

Kısaca, iktidar ve muhalefet ülkenin nerelere sürüklendiğinin farkındadırlar ve çaresiz rollerini oynamak zorundadırlar. İktidar ülke elden gidiyor der baskıyı artırır, hukuk dışı yollara başvurur, muhalefet ise demokrasi hukuk der öyle yüklenir. Hâlbuki her ikisi de yanlıştır. Baskı dünyanın hiçbir yerinde çözüm olmamıştır. Muhalefetin dediği gibi demokrasi ve hukuk; Toplumsal katmanların oluşmadığı, şehirleşmenin tekâmül etmediği, ekonomik adaletin sağlanmadığı ve en önemlisi “aidiyet hissinin” oluşturulamadığı ülkelerde bu mümkün değildir.

Tüm bunlar “ha demekle de” olmaz. Bu on yıllarca yürütülecek ve toplumun büyük çoğunluğunun katıldığı projeler bütünü ile mümkündür.

Yani demem o ki,

Geldiğimiz nokta sadece iktidarın kabahati değildir. “ Bilmeden geliş nedeni belli” iktidar ateşe benzin dökmüştür. Ama muhalefete çok “sağlam” değildir.

Kısaca, ülkemin vaziyeti kuruluşundan bu yana gelen yönetimlerin ortak eseridir.  Bütün korkum bize zehri pasta içinde sunmalarıdır. Varılacak noktanın onlar tarafından bilindiği ama bizin bilmediğimiz neticelerin de korkusudur. Umarım ben yanılırım.

 

 

23 Ağustos 2025 Cumartesi

FINDIK BELASI!

 

Aslında bu yıl fındık konusunda yazmayacaktım. Çünkü her yıl aynı teraneler. Bir de temcit pilavı gibi aynı şeyleri tekrarlıyoruz. Sonuç malum!

Biraz önce Ünye yerel gazetesinde okuduğum bir haber beni yine fındık konusunda bir kez daha yazmaya itti.

Önce habere kısaca değineyim,

Ordu/ İkizce ilçesi Kaynartaş mevkiinde yetmiş yaşındaki bir vatandaş uçurumun kenarında fındık toplarken on metrelik uçurumdan düşüp ölüyor. Haberin özeti bu…

Otuz derece sıcakta, emeklilik yaşını çoktan geçmiş yetmiş yaşındaki bir kişinin uçurumun kenarında fındık toplaması ne anlama geliyor?

Bunu devletin yaşlılarına sahip çıkmadığı, bu sıcakta ve bu yaştaki bir vatandaşının fındık toplamaya mecbur bıraktığını söyleyebilir… Devleti, dolayısıyla iktidarı sorumlu tutabilir, suçlayabilirsiniz.

Bu işin kolay tarafı ve tam da muhalefetin arayıp da bulamayacağı bir olay.

Ama dediğim gibi bu işin kolay ve (abartarak söylüyorum) magazin tarafı. Hâlbuki ülkenin diğer konularında olduğu gibi fındık sorunu çok daha derinlerde.

Ben burada çözüm bilgiçliğine soyunmayacağım. Çünkü çözüm önce sorunların ortaya konulmasıyla başlar. Gerisi uzmanların günlerce bu konuda kafa yormasıdır. Ama mutlaka bulunur. Çünkü bilim diye bir şey var.

Aklımızın erdiğince sorunları ortaya komaya çalışalım.

1-   Ülkemizde fındık tarımı başladığında Karadeniz’in ( mısır, kendir, fasulye gibi) ürün çeşitliliği boldu. Yüzyıllardır Karadeniz köylüsü kendi yaşam şartlarına ve ihtiyaçlarına göre bu ürünleri üretiyordu. Ama ekonomik değildi. Ancak kendi geçimine yetiyordu. Sonra fındık üretimi teşvik edildi.

A)   Bununla artı değer yaratılıyordu, ihracatı kolaydı. Buna bağlı sektörler oluştu.

B)   Karadeniz bölgesi meyilli arazi olduğu için toprak erozyonunu önlüyordu.

2-   Köy nüfusu dolayısıyla aileler kalabalıktı. Fındık diğer ürünlerden daha az zahmetli baş etmek daha kolaydı.

3-   Devlet o zamanın dünya siyaseti gereği (Sovyet tehlikesi) Karadeniz’i savunma hattı olarak görüyordu. Bu itibarla fiyatta ve alımda destek çıkıyordu. Yeter ki göç olmasın.

4-   Fındık ağacının yaşı daha 20-30’ları geçmemişti. Ürün makuldü.

5-   Sovyetlerin yıkılışından sonra devlet koruma politikasını yavaş yavaş terk etti.

6-   Köyde birinci nesil büyükbabalar devreden çıkınca geriye kalan arazi evlatlar arasında bölüşüldü. Haneye düşen fındık geliri haneye yetmemeye başladı.

7-   İkinci nesil babalar köylerden şehirlere göç etti. Fındık bahçelerine uzaktan ilgilenmeye başladı. Bu da fındık verimini etkiledi. Ama fındık henüz alarm vermemişti.

8-   Babalardan sonra fındık bahçeleri bir daha bölündü. Oğullar tamamen şehirli olmuşları. Uzaktan güdümlü fındık üretimi yapmak zorunda kaldılar. Zaten iyice küçülen fındığın peşine ( mecburiyet ve ata, dede yadigârı gözüyle bakılarak) düşüldü. Fındık bahçelerinin küçülmesine rağmen, iş gücü tamamen ücretli işçiler eliyle yapıldı.

9-   Fındık ağaçlarının yaşı da en az elli ve hatta yetmiş yaşlarını bulmuştu. Bu ağaçtan verim beklemek seksenlik amcadan yirmilik işgücü beklemek kadar abesti. Ayrıca(doğal olarak) üretim anlayışı y6ine fi tarihinin anlayışı. Not olarak verelim; Amerika dekardan 280 Yunanistan 240 Türkiye ise 85 kg ürün alıyor. Ayrıca bizim girdi maliyetlerimiz onların iki katı.

10-              Kısaca, fındık tarımı hala (mecburen) köylü ürünü olmaya devam ediyor.

Aklıma gelenler bunlar. Boşuna yaygara yapmayın ve ne aldı isek kar deyin. Ayrıca muhalefetin yaygarasına da fazla kulak asmayın.

Hadi yine dayanamadım çözüm söyleyeyim.

Bu tür sorunlar iki türlü çözülür,

1-   Devlet ve ilgili kurumlar proje üretirler, yol haritasına göre neşteri vururlar. Sil baştan yaparlar. Bu epeyi acıtır.

2-   Kendi haline bırakılır. Halk arasında bir söz vardır “nerden üzülürse oradan kopar.”  Onun gibi…

Birincisinden umudum yok, ikincisinin sonucunu da biz görmeyiz.

21 Ağustos 2025 Perşembe

KAMUSAL DEVRİM!

 


Bir anımla başlayayım,

Çocukluğum ve gençliğim baba evim bir konakta geçti. Osmanlının son döneminden kalma orta sınıf bir konak.

Banyomuz anamla babamın yattığı odanın ocağının kenarında, bir insanın ancak sığabileceği kadar bir gusülhane. İçindeki kütmene oturup, sobada ısıtılmış bir tencere su ile yıkandığımız yer.

Bir gün Ordu’da hâkim olan dayımlar bize gelmişlerdi. Geri dönerlerken “hadi seni de götürelim, birkaç gün bizde kalırsın” dediler. Gittik.

Kirada kaldıkları ev üç katlı yığma, beton bir binaydı. O akşam çocukların banyo gecesiydi. “İstersen sen de yıkan” dedi yengem. Banyo pencereli, aydınlık, geniş mi geniş, altında ördek sobası gürül gürül yanan kocaman su kazanı, içerisi fırın mübarek. Sanki cennete girdim.

Kütmene oturdum, bir yandan başımdan aşağı (bitecek kaygısı olmadan) suları döküyorum, bir yandan da sabunlanıyorum. Utanmasam sabaha kadar kalacağım. Banyodan çıktığımda kendime söz verdim.” Okuyacağım ve kızma banyolu evde kalacağım.”

Lise bitti, Beşiktaş mimarlığı kazandım. Birinci sınıftayım, ders bina bilgisi. Bize işçi evi planlamamız için kroki verdiler. Ortada hol, sağında mutfak, solunda yaşama odası denilen büyücek bir oda, tam karşısında banyo ve helası bir olan müştemilat ve sağında solunda biri ebeveyn yatak odası olmak üzere iki yatak odası.

Evde üzerinde çalışırken banyo ile helanın aynı yerde olmasını kabullenemedim. Ebeveyn yatak odasının bir köşesine küçük bir banyo yaptım. Banyoya kapıyı çaresiz ebeveyn yatak odasından açtım. Bu arada… Ebeveynin ne demek olduğunu (utana, sıkıla) sınıf arkadaşıma sormuştum.

Derste asistan Aykut hoca “bu ne, banyoyu neden ayrı yaptın? Ayrıca banyoya ebeveyn yatak odasından neden girdin?”

Hocam banyo ile hela aynı yerde olmaz ki… Başka girecek yer yok ki mecburen yatak odasından girdim.” Çünkü ömrü hayatım boyunca babamların yatak odasında çimmiştim.

Aykut Hoca sert bir ifade ile “sen mimar olamazsın, köyüne dön.” Dedi ve masadan kalktı. Aşağılanmak onuruma dokundu ama yapacak bir şeyim yoktu.

Köyüme döndüm ama mimar olarak.

Bizim derdimiz zengin falan olmak değildi. Daha iyi şartlarda yaşamak, ailelerimizin çektiği sıkıntıları çekmemek için okumak zorunda kaldık. Mimar olmak, mühendis ya da doktor olmak bizim için “kızma banyolu evlerde yaşamaktan” öte bir şey değildi. Medeniyet, kültürel gelişme, ilim irfan sahibi olmak… Bunlar bizim hayal dünyamızda yoktu.

Bu ruh içerisindeki 70’lerin gençleri daha hayalî duygulara gark oldular. Kimimiz milliyetçi, kimimiz devrimci, kimimiz İslam aşkıyla yanıp tutuştu. Aklımız, fikrimiz kendimizi kurtarmadan “batan vatanı” kurtarmanın derdine düştük. Burada yine medeniyette, kültürde, ilimde ilerleme yoktu. Herkes meşrebine göre “elden giden vatanı” kurtarmanın derdine düştü. Sonuç malum. Vatanı kurtaramadığımız gibi kendimizi de kurtulamadık. Üstelik çoğumuz (bedensel ve ruhen) helak oldu. Hem de, biz aptalca ne sarsıntılar yaşamışız pişmanlığı ile…

80 darbesinden sonra Sovyetlerin yıkılması ile dünyanın yeni evresi ile birlikte 70’den kalma döküntülerle yola devam etti ülkem… Yine aynı teraneler, dogmatik idealler, söylemler. Ama bu sefer daha yumuşak, daha hümanist, özgürlük, demokrasi vs.

Kısaca, yine varsa yoksa ideolojiler üzerinden vatan kurtarmalar, yine (günün şartlarına göre) düşman yaratıp ümüğünü sıkmalar. Ama bu sefer sokakları değil, kurumları kullanarak.

Geldik AKP devrine,

Allah’ın bildiğini kuldan ne saklayayım, AKP’nin memlekete faydasının (umulduğu gibi) olmayacağını baştan beri inananlardanım. Öyle ideolojik falan değil. Şu veya bu ideolojilere sahip olmaları beni çok ilgilendirmiyor.

Öyleyse neden inanmadım;

Ülkenin sorunlarının köküne ne yetişme tarzları ve ne de ülke sorununun nelerden kaynaklandığı konusunda en ufak bir analiz kabiliyetleri olmadıkları için. Yetiştikleri ortamın alışkanlıkları ile dogmatik söylemler ve karşıt yaratmalarla hangi devlet ihya olmuş ki Türkiye ihya olsun?!..

Mesela,

2002’de köylü nüfusumuz %37 idi. Şimdi %12. Yirmi üç yılda tam %25 köyden şehre göç olmuş. Yani nüfusun dörtte biri.

1-   Şehirlerimizde “şehir kültürü” oluşturamadığımız halde, bu kadar kısa zamanda köylüyü şehirlere yığdık. Olamayan şehir kültüründe köylü nasıl şehirli olacak?

2-   Bu kadar nüfusa barınma, iş, altyapı gibi temel ihtiyaçlarını nasıl karşılayacağız?

3-   Geride kalan tarım alanlarını kimler işleyecek, ürün yetiştirecek?

Aklıma gelenler bunlar, artırılabilir.

Öte yandan,

Ülke ekonomisinin lokomotifi olan burjuvamız(!) ne durumda? Tüketim ekonomisiyle hangi ülke kalkınmış ki, biz kalkınacağız?

Ülkeyi yönetmesi ve yönlendirmesi gereken kurumlarımız (yolsuzlukları saymıyorum) ne durumda? Hala iş kapısı mantığında, çözüm üretim merkezleri olması gerekmez mi?

Yukarıda (bunlar sorunların yüzde biri bile değil) saydıklarımın derdine ne iktidarın ne de muhalefetin düştüğünü zannetmiyorum. Bu bir kamusal zihniyet yani “kamusal devrim” meselesi. Olur mu? Benim umudum yok. Allah bilir.

15 Ağustos 2025 Cuma

ALİYEV, PAŞİNYAN VE ERDOĞAN

 

Aslında tarih sürprizlerle dolu değildir. Dünya döndükçe ve “dünya zamanı” ilerledikçe yeni evrelere geçiyor. Evreler tasarlanmaz ve öngörülemez gibi gözükse de… Bu sıradan insanlar ve devletler için geçerlidir.

Dünya yaşamında başroldeki insanlar ve devletler için ileriyi öngörebilir olmak bilgi, zekâ ve gücü ile doğru orantılıdır.

Bir de,

Zannedilenin aksine her güçlü insan ve devletler zeki değildir. Ya da geleceğin onları nerelere götürdüğünün farkında olsalar bile, ellerindeki güç ve ortam onların kaderleridir. Gidişi değiştirmek ya da yönlendirmek ellerinde değildir.

Osmanlının tasfiyesi yıkılışından yüz-yüz elli yıl öncesinden belli idi. Dünya yeni bir evreye girmişti ve Osmanlı için kader ağlarını örüyordu. Osmanlı hantaldı, kuruluş felsefesi, yönetimi ve dayandığı ( ekonomik ve askeri güç) çağdışı kalmıştı. Mukadderat kaçınılmazdı. Çarlık Rusya’sı gibi ne coğrafyası ne de sosyal yapılanması ideolojik evrime müsait değildi. Mesela sanayi yoktu ki işçi sınıfı olsun, toprak aristokrasisi yoktu ki köylü kalkışması olsun. Güçlü bir “milli benlik” vardı. O da Anadolu’yu kurtarmaya ancak yetti.

Çarlık Rusya (başka bir boyutta) Komünizm devrimi ile ömrünü uzattı.  Çarlık Rusya’sı o vakitlerde toprak aristokratlarına dayanan (rejimi ve ekonomisi ile) otoriter, yayılmacı ve sömürgeci bir imparatorluktu. SSCB de devlet bürokrasisine dayanan otoriter, yayılmacı ve sömürgeci bir imparatorluktu. Her ikisi de hantal ve gelişime kapalı yapılanmalardı.

Nitekim 1991’e geldiğimizde fazla dayanamadı yıkıldı. ( 1983-1991 yılları arasında Petersburg valiliği yapan Vladimir Khodyrev “ Sovyetler tahminimizden on yıl önce yıkıldı” demiştir.) Yıkılış nedeninin şu veya bu olaylara bağlayabiliriz. Ama bunlar asıl nedenler değildir. Asıl neden imparatorluğun yapısından kaynaklanmaktadır.

Bugün de Rusya Federasyonu (şekil değişse bile) aynı yapılanma ve zihniyet üzerine kuruludur. Hantal bir ekonomi, otoriter bir rejim, sosyal sınıfların henüz teşekkül etmediği, sömürgeci, güce dayalı bir zihniyet. Böyle bir yapılanma azgın nehir akıcılığına karşı direnen gemi gibidir.

Dolayısıyla önce Gürcistan sonra sırasıyla Kırım ve Ukrayna. Hiçbir medeniyet, kültürel ve ekonomik cazibesi olmadan (sadece) “büyüklük kompleksi” ile bezenmiş askeri güçle girişilen çabalar. Dünya bununla zapt edilemiyordu, gelecekte hiç zapt edilemeyecek. Geleceğin hâkimi, önce teknoloji, ekonomi bunları sarmalayacak kültür ve medeniyet olacak.

Bu perspektiften baktığımızda Rusya’nın Kafkaslarda geldiği nokta gayet normal ve şaşılacak bir durum yoktur.

Zaman içerisinde tarih devletlerin önüne fırsatlar sunar. Bu fırsatlardan yararlanma önce o devletin tarihten gelen alışkanlıkları, hali hazır durumu ve yöneticileri ile alakalıdır.

Şunu açıkça ifade edelim ki, Kafkaslardaki (konumuz olan üç devlet) Azerbaycan, Ermenistan ve Türkiye geleceğe hâkim olabilecek kapasitede devletler değildir.

Her ne kadar 1991-2000 yılları arasındaki bocalamadan sonra gerek ekonomik ve sosyal yapının dönüştürülmesi olarak, ( iç-dış) siyaset olarak, en önemlisi silahlı kuvvetlerin yapılandırılması olarak sabırlı ve planlı bu günlere hep artılarla gelmiştir. Bu gelişimini, kendine ve halkına güvenen daha toplumcu, otoriterlikten sıyrılmış bir yönetimle geliştirebilir. Bu tür ülkeler iktidarlarını ayakta tutmak için daima (iç ve dış) düşman yaratarak sürdürmeye çalışırlar. Hâlbuki barışçı, komşularını hor ve düşman görmeyen, insani ilişkileri daima ön planda tutan, gelişime açık devlet ve toplum her zaman ayakta kalır.

Burada en çok Ermenistan’a iş düşmektedir. Bildiğimiz gibi Ermenistan 1991’den (hatta 1989’den) beri soykırım, Karabağ gibi milli galeyanı köpürten siyasetçilerin yönetiminde bu günlere geldi. Elbette bu Rusların ve diasporanın katkıları ile oldu. Ne var ki, bu bunu köpürtenlerin haricinde sade vatandaşa yaramadı. Fukaralıktan kurtulamadılar.

Eğer komşularınızdan güçlü değilseniz, bir de şovenizm hastalığına yakalanmışsanız hiçbir zaman iki yakanızı bir araya getiremez, onun bunun maşası olursunuz. Ermenistan yöneticileri halkını daha çağdaş ve müreffeh yaşatmak istiyorlarsa geçmişin (sadece) milli duyguları köpürten, intikamcı ruh halinden sıyrılmalıdır. Bunu başarmak kolay değil ama mümkün. Bana göre bunu gerçekleştirecek lider ve yöneticiler saygıyı hak ediyor demektir.

Türkiye’ye gelince,

Tarihin süreklilik arz ettiğini, liderliğin ileriyi doğru analiz etmesi gerektiğini, dünün bugünü, bugünün yarını tayin ettiğini çok iyi anlıyor ve görüyoruz. Osmanlı Kafkas İslam Ordusu, Nahcivan sınır komşuluğunun tesisi olmasa idi bugün Zengezur Koridoru bizi ilgilendirmeyecek, bize Orta Asya kapısı daima kapalı olacaktı.

Burada hazır yeri gelmişken,

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Zengezur Koridoru konusunda liderliği Trump’a kaptırdığından dem vurulur. Bu Erdoğan’a haksızlıktır. Eğer ülke olarak (Azeri Türklerinin değimi ile) bir şeye “gücünüz çatmıyorsa” kendinize ortak bulmak zorundasınız.

Netice olarak,

Gürcistan’la birlikte her üç ülke geçmişin acı yaşanmışlıklarını küllendirip, Kafkasları barış ve istikrar havzası yaptıklarında ve en önemlisi nefislerini “güç savaşına” esir etmediklerinde yakın tarihin en önemli projesini başarmış olacaklardır. Dilerim öyle olur…

 


9 Ağustos 2025 Cumartesi

TARİHİN MEZAR KAZICILIĞI

 


Bu tür tartışmalar eskiden de vardı gerçi… Ama son on yıldır( özellikle son birkaç yılda) ivmesi giderek arttı.

Özellikle iktidar ortaya bir şeyler atıyor, bunun üzerine memleketin her tarafından (aleyhte veya lehte) sesler yükseliyor.

Mesela,

Cumhurbaşkanı Erdoğan “Abdülhamit otuz üç yıl bir karış vatan toprağını kaybetmedi” diyor. Öbür taraftan bir buçuk milyon km. kare kaybedilen toprağı nerelere koyacağız deniliyor.

Son günlerde Face’de, 60’ların kudretli albayı Alpaslan Türkeş’in videosu dolaşıyor. Videoda İttihatçılar hakkında söyledikleri yer alıyor. Kısaca, “İttihatçılar vatanperver olabilirler ama şu kadar vatan toprağının kaybedilmesine sebep oldular. İttihatçılar komitacı idi ve komitacılardan devlet adamı olmaz.” Diyor.

Gönderilerin altında da (aleyhte- lehte) bir sürü yorumlar. Sonuç? Maksat içimiz ferahlasın. Rakibe bir yumruk da benden hesabı…

İletişim araçları o kadar çeşitli ve ulaşılabilir kolaylığı var ki; bu tür sitelere üye olmayı becermek, biraz da internette dolaşma kabiliyeti her şey için yeterli.

Bu tür yazı ve videolar ilmi derinlikten yoksun, magazinsel, karşıtına balyoz indirmek ve taraftarının gönlünü hoş etmek ile safları sıklaştırmak için kullanılıyor.

Elbette bu tür tarihi olayları ders almak için unutmamak gerekir. Ama bu bizim gibi sade vatandaşların işi değildir. Akademisyenlerin üzerinde çalıştığı, çok yönlü araştırıp, incelediği,( artısı ve eksisi ile) netice çıkarıp dersler sunduğu konular olmalıdır. Kısaca, eş-dost sohbetlerinde, kahvede pişti oynarken tartışılacak konular değildir.

Bu tartışmalar bize hiçbir şey kazandırmadığı gibi, konuların değerlerinin yitirilmesi, alınması gereken derslerin alınmamasına yol açar. Kısaca konu magazinleşip “mahalle dedikodularına” döner.

1-   Bu tür tartışmalar tarihi magazinleştirir, tarih bilincini törpüler, toplumu ayrıştırır, her kesimin, her meşrebin ayrı tarih bilincini yaratır. Hâlbuki millet olmanın şartlarından birisi de ortak tarih bilincidir.

2-   Bu otoriter iktidarların arayıp da bulamayacağı bir olgudur. Günümüzde tartışılması hiçbir işe yaramayacak konuları tartıştırarak muhalefeti ayrıştırmak, parçalamak, günün ve geleceğin asıl sorunlarının gündeme gelmesini engellemektir.

3-   Dolayısıyla otoriter rejimler zaman-zaman böyle konuları kasıtlı olarak ortaya döker. Böylelikle günün önemli sorunlarını göz ardı ettirdiği gibi, muhalefeti de ayrıştırır. Mesela Abdülhamit hikâyesi gibi…

4-   Ayrıca kuşaklar arası tarih bilinci ile öncelikler sıralamasını yok eder. Çünkü yaşlı kuşağın tarihi değerleri ve öncelikleri ile genç kuşakların değer yargıları ile öncelikleri farklıdır. Dolayısıyla parçalanmış tarih bilincinin genç kuşaklara aktarılması mümkün olmadığı gibi; günün ve geleceğin sorunları üzerinde kafa yorma şevkini de dumura uğratır.

5-   Bu tür “kavgalar” günün sorumlularının ve sorunlarının tespitinden ziyade, geçmişin günahlandırılması neticesini verir.

6-   Sonuç olarak; “kolay siyaset” yapmaya alışmış –muhalefet de dâhil- siyasetçilerin işine yarar. Ayrıca bu otoriter iktidarların arayıp da bulamayacağı şeydir. Böylelikle toplum kolayca yönlendirilebilir, manipüle edilebilir.

Bu “tarihin mezar kazıcılığından” başka bir şey değildir.

 

 

 





5 Ağustos 2025 Salı

RUSYA YIKILIR MI?

 

Dünya durmuyor. Daima ileri gidiyor, geri dönüşü yok. Tarihin çeşitli evrelerinde dönüm noktaları vardır. Teknolojik gelişmeler, yeni dinlerin ortaya çıkması ve bunlara bağlı olarak toplumsal dönüşümler devremler gibi dünyayı yerinden sarsar.

Bu sarsıntıların sonucunda toplumlar yerinden edilir, devletler yıkılır, yeni sistemler ve ideolojiler dünyaya hâkim olur.

Bu değişimler öyle on yıllarla gerçekleşmez. Şiddetine göre yüzyıllar da sürebilir. Hristiyanlık, İslamiyet, Amerika’nın keşfi, ateşli silahların gelişmesi, Rönesans ve son olarak 1700’lü yıllardan itibaren sanayinin gelişmesi dünyayı sarsan depremlerdir bunlar.

1800’lü yılların ikinci yarısından itibaren ümmet, tebaa bilincinin yerini ideolojilerin alması ile birlikte dünyada yeni bir anlayış hâkim oldu. Her milletin kendi kaderini tayin etme hakkı.

Ne var ki,

Emperyalist devletler şu veya bu ideoloji - ki daha “demokratik devletler” uluslara özgürlük, sosyalist Rusya “halklara özgürlük”- adı altında gelişmemiş ülkeleri ve halkları egemenlikleri altına aldılar.

Nitekim Birinci Dünya Savaşı imparatorlukların yıkılması, İkinci Dünya Savaşı ise daha henüz kimliklerini oluşturamamış devletlerin sömürgeleştirilmesi operasyonudur.     

Batı (sahip olduğu teknoloji ve buna bağlı olarak geliştirdiği kültürü ile) Sovyetler Birliğinin otoriter, hantal, (ideolojisine uygun olarak) sınıfların yani sosyal yapının bozulması ile bu hegemonyasını sürdüremeyince, bildiğimiz gibi 1991’de tasfiye edildi.

Sonuçta devlet olmasına rağmen (batıda) sosyal sınıfını kaybetmiş, kültürel yapısı bozulmuş devletler başıboş kaldı. Doğuda ise yine kâğıt üzerinde devlet olmalarına rağmen, ekonomik güçleri zayıf, siyasi birliğini kuramamış, sosyal sınıfları olmayan devletler de başıboş kaldılar.

Ayrıca bir şey daha var,

Bu ülkeler sosyalist yaşam felsefeleri ve geri teknolojileri ile batının ileri teknolojisi ve kültürel yapısıyla karşılaştıklarında sudan çıkmış balığa döndüler.

Batıdaki Avrupa devletleri Avrupa Birliğinin koltuğuna sığınarak bu geçiş dönemini kazasız atlatma imkânına kavuştular. Fakat Doğunun (büyük çoğunluğu Türk devletleri) bu imkândan yoksundular. Bu güne kadar çeşitli dengeleri korumaya çalışarak ayakta kaldılar.

Öte yandan,

Dünya durmuyor, gelişiyor. Yüz, iki yüzyılda ancak gerçekleşen (kültürel ve teknolojik) gelişmeler artık yıllık hatta aylık gelişiyor. Buna bağlı olarak toplumların talepleri de değişiyor. Dünkü değerler çöpe atılıp yeni değerler üretiliyor.

Rusya,

Sovyetler Birliğinin yıkılması ile ortaya çıkan Rusya Federasyonu yönetim ve sanayi anlamında hantal, sosyal sınıfları tasfiye edilmiş, ekonomi devlet ve işbirlikçi oligarkların elinde, güçlü orduya sahip, muazzam yeraltı ve yerüstü kaynakları olan, devasa yüzölçümlü bir ülke. Dünyaya sunabileceği bir medeniyeti de yok.

Kısaca gücü ordudan ve ekonomik kaynaklardan kaynaklanan devasa bir ülke. Ama iki handikabı var. Birincisi açık denizlere açılacak, dünya ile doğrudan bağlantı kurabilecek bir kapısı yok. İkincisi ve en önemlisi sayısız otonom cumhuriyetleri var. Kendi milli ordusunun sayısı bunları kontrol altına almaya yetmiyor.

Küçük otonom devletçiklerin Rusya gibi devasa bir devlete karşı ne yapabilirler? Denilebilir. Tarihte örnekleri görüldüğü üzere bir yerlerden sökün almaya görsün!

Kısaca, Rusya birlikteliğini ordusuna, otoriter yönetimine ve tarihten gelen “Rus korkusu” sayesinde sağlıyor.

İki yüzyıl hükmetmenin sonucunda sağlanan Rusya sempatizanlığı yeni nesillerle yavaş, yavaş kayboluyor. Sempatizanlık batıya kayıyor. Artık nesiller otoriter yönetim istemiyor. Rusya’nın yeni nesillere sunacağı ne medeniyeti ne teknolojisi ne de zenginliği var. Rusya’nın bu yönetim biçimi, kültürü ve (teknoloji dâhil) ekonomisi hükmettiği halklara artık yeni bir şey veremiyor. Kısaca, devasa toprakların ve kaynakların Jandarmalığını yapıyor. Sömürüyor.

Rusya bunu biliyor. Ben bunu 1900’lü yılların başındaki Osmanlının durumuna benzetiyorum. Osmanlının da devasa toprakları elden çıkarmamak için çeşitli siyasal ve askeri çabaları oldu. Dünya artık yeni bir evreye girmişti ve geri dönüşü yoktu.

Rusya’nın da geri dönüşü yok. Devasa büyüklükteki bir coğrafyayı otoriter rejimle elde tutmak zor. Toplumsal ve siyasal revizyonlar güç ve kolay değil. On yıllar alır. Zaten dünya da sabretmez.

Kısaca,

Rusya’nın yıkılması mukadderatıdır. Bu on yıllar belki de yüzyıl alabilir. Mesele yıkıldıktan sonra Ruslara ne kalacağı, geri kalan toprakların ne olacağı ve kimler tarafından kontrol edileceğidir.

 

 

2 Ağustos 2025 Cumartesi

ÖZGÜL AĞIRLIK

 


Yeni yetmeler bilmezler,

Sovyetler dağılmadan önce Sovyetlerin ne kadar güçlü bir devlet olduğunu okur, okumaktan öte hayal ederdik. Ama Sovyetler dağılmaya yüz tutup, sınır kapıları açılıp, Sovyet vatandaşları sökün edince şaşkınlıktan küçük dilimizi yuttuk.

Kıyafetleri, satmaya getirdikleri malzemelerin teknolojilerini görünce ne kadar iptidai olduklarını anladık.

O yıllarda herhangi bir Sovyet cumhuriyetine gittiğinizde her türlü kamusal işin ve makamın paraya tahvil edilebileceğini gördük. Azerbaycan’a gittiğimde iki bin dolara vatandaşlık ve hatta işine yarayacak bir fakültenin diplomasının verilebileceğine şahit oldum.

Ne yalan söyleyeyim(dürüstlüğümden değil) ileride başıma dert olmayacağından emin olsaydım vatandaşlık oldukça cazip gelmişti bana.

O zamanlar Sovyet vatandaşlarından edindiğim izlenim dünyanın en ileri teknolojisine sahip oldukları, yaptıkları en ufak bir işin dahi dünyada eşi benzeri olmadığından dem vurmalarıydı.

Sonuçta (onlar ne anlatırlarsa anlatsınlar) yaşam felsefeleri konusunda bir düşünce çerçevesi oluşturuyorsunuz. O düşünce yıllar geçse de sizin beyninizde yer ediyor, her defasında “acaba!” diyorsunuz.

Ülkemizde yaşadığımız afetlere, kazalara, olaylara baktığımızda bir sürü akıl almaz ihmalkârlıklar, aymazlıklar, cahillikler görüyorsunuz. Feveran, feryat figan ediyoruz. Eğer muhalefetsek iktidara, işin sorumlularına veryansın ediyor, suçluyoruz.

Elbette bir suç var ve suçun olduğu yerde suçlular da olması gerekir. İktidar da işin sorumluları saydıklarını yaka paça içeri tıkıyor.

Bir örnekle yoluma devam edeceğim. Bu örnek öyle deprem, maden faciası veya daha birkaç ay evvel olan Abant’taki 78 kişinin yanarak can verdiği otel yangını değil. Bugün gazetelere manşet olan 400 kişinin menfaat karşılığı sahte doçent ve profesör unvanı alması ile alakalı.

Eğer olaya,

“Yahu ne olacak, sahteciliği yapanları devletimiz yakaladı. Sorumlular cezalarını alırlar, olur biter.”

Diye bakarsak bu demektir ki “devlet ve millet olarak ayağa düşmüşüz.”

Bu bir kişi değil, beş kişi değil, tam dört yüz kişi. Demek ki bu sahtecilik işi kangren gibi tüm vücudumuzu sarmış. Bu tür sahtecilikler hayatımızın her alanına sirayet etmiş. Yeter ki işi raconuna uyarak yap, yakalanma. Bu işin iktidarı, muhalefeti yok, topyekûn içindeyiz. İşte esas sıkıntı burada.

İşin en acı tarafı dünya bizi bizden iyi tanıyor, yani çekerimizi, özgül ağırlığımızı gramına kadar biliyor.

Ben şöyle bir örnek veririm her zaman. “Eğer bir köyde hırsızlık haddini aşmışsa, asayiş sorunu yok, her alanda karakter sorunu var."

Siz istediğiniz kadar “Türkiye Yüzyılı” deyin, kim kimin çekerinin ne olduğunu çok iyi biliyor ve ona göre muamele ediyor.

 

MUSTAFA KEMAL “YURTTA SULH CİHANDA SULH”

  Atatürk’e eleştirel yaklaşsam bile, onun “yurtta sulh cihanda sulh” özdeyişini çok beğenirim. Bu özdeyiş bir anlamda “huzurlu toplumu” ifa...