Bu Blogda Ara

21 Ağustos 2025 Perşembe

KAMUSAL DEVRİM!

 


Bir anımla başlayayım,

Çocukluğum ve gençliğim baba evim bir konakta geçti. Osmanlının son döneminden kalma orta sınıf bir konak.

Banyomuz anamla babamın yattığı odanın ocağının kenarında, bir insanın ancak sığabileceği kadar bir gusülhane. İçindeki kütmene oturup, sobada ısıtılmış bir tencere su ile yıkandığımız yer.

Bir gün Ordu’da hâkim olan dayımlar bize gelmişlerdi. Geri dönerlerken “hadi seni de götürelim, birkaç gün bizde kalırsın” dediler. Gittik.

Kirada kaldıkları ev üç katlı yığma, beton bir binaydı. O akşam çocukların banyo gecesiydi. “İstersen sen de yıkan” dedi yengem. Banyo pencereli, aydınlık, geniş mi geniş, altında ördek sobası gürül gürül yanan kocaman su kazanı, içerisi fırın mübarek. Sanki cennete girdim.

Kütmene oturdum, bir yandan başımdan aşağı (bitecek kaygısı olmadan) suları döküyorum, bir yandan da sabunlanıyorum. Utanmasam sabaha kadar kalacağım. Banyodan çıktığımda kendime söz verdim.” Okuyacağım ve kızma banyolu evde kalacağım.”

Lise bitti, Beşiktaş mimarlığı kazandım. Birinci sınıftayım, ders bina bilgisi. Bize işçi evi planlamamız için kroki verdiler. Ortada hol, sağında mutfak, solunda yaşama odası denilen büyücek bir oda, tam karşısında banyo ve helası bir olan müştemilat ve sağında solunda biri ebeveyn yatak odası olmak üzere iki yatak odası.

Evde üzerinde çalışırken banyo ile helanın aynı yerde olmasını kabullenemedim. Ebeveyn yatak odasının bir köşesine küçük bir banyo yaptım. Banyoya kapıyı çaresiz ebeveyn yatak odasından açtım. Bu arada… Ebeveynin ne demek olduğunu (utana, sıkıla) sınıf arkadaşıma sormuştum.

Derste asistan Aykut hoca “bu ne, banyoyu neden ayrı yaptın? Ayrıca banyoya ebeveyn yatak odasından neden girdin?”

Hocam banyo ile hela aynı yerde olmaz ki… Başka girecek yer yok ki mecburen yatak odasından girdim.” Çünkü ömrü hayatım boyunca babamların yatak odasında çimmiştim.

Aykut Hoca sert bir ifade ile “sen mimar olamazsın, köyüne dön.” Dedi ve masadan kalktı. Aşağılanmak onuruma dokundu ama yapacak bir şeyim yoktu.

Köyüme döndüm ama mimar olarak.

Bizim derdimiz zengin falan olmak değildi. Daha iyi şartlarda yaşamak, ailelerimizin çektiği sıkıntıları çekmemek için okumak zorunda kaldık. Mimar olmak, mühendis ya da doktor olmak bizim için “kızma banyolu evlerde yaşamaktan” öte bir şey değildi. Medeniyet, kültürel gelişme, ilim irfan sahibi olmak… Bunlar bizim hayal dünyamızda yoktu.

Bu ruh içerisindeki 70’lerin gençleri daha hayalî duygulara gark oldular. Kimimiz milliyetçi, kimimiz devrimci, kimimiz İslam aşkıyla yanıp tutuştu. Aklımız, fikrimiz kendimizi kurtarmadan “batan vatanı” kurtarmanın derdine düştük. Burada yine medeniyette, kültürde, ilimde ilerleme yoktu. Herkes meşrebine göre “elden giden vatanı” kurtarmanın derdine düştü. Sonuç malum. Vatanı kurtaramadığımız gibi kendimizi de kurtulamadık. Üstelik çoğumuz (bedensel ve ruhen) helak oldu. Hem de, biz aptalca ne sarsıntılar yaşamışız pişmanlığı ile…

80 darbesinden sonra Sovyetlerin yıkılması ile dünyanın yeni evresi ile birlikte 70’den kalma döküntülerle yola devam etti ülkem… Yine aynı teraneler, dogmatik idealler, söylemler. Ama bu sefer daha yumuşak, daha hümanist, özgürlük, demokrasi vs.

Kısaca, yine varsa yoksa ideolojiler üzerinden vatan kurtarmalar, yine (günün şartlarına göre) düşman yaratıp ümüğünü sıkmalar. Ama bu sefer sokakları değil, kurumları kullanarak.

Geldik AKP devrine,

Allah’ın bildiğini kuldan ne saklayayım, AKP’nin memlekete faydasının (umulduğu gibi) olmayacağını baştan beri inananlardanım. Öyle ideolojik falan değil. Şu veya bu ideolojilere sahip olmaları beni çok ilgilendirmiyor.

Öyleyse neden inanmadım;

Ülkenin sorunlarının köküne ne yetişme tarzları ve ne de ülke sorununun nelerden kaynaklandığı konusunda en ufak bir analiz kabiliyetleri olmadıkları için. Yetiştikleri ortamın alışkanlıkları ile dogmatik söylemler ve karşıt yaratmalarla hangi devlet ihya olmuş ki Türkiye ihya olsun?!..

Mesela,

2002’de köylü nüfusumuz %37 idi. Şimdi %12. Yirmi üç yılda tam %25 köyden şehre göç olmuş. Yani nüfusun dörtte biri.

1-   Şehirlerimizde “şehir kültürü” oluşturamadığımız halde, bu kadar kısa zamanda köylüyü şehirlere yığdık. Olamayan şehir kültüründe köylü nasıl şehirli olacak?

2-   Bu kadar nüfusa barınma, iş, altyapı gibi temel ihtiyaçlarını nasıl karşılayacağız?

3-   Geride kalan tarım alanlarını kimler işleyecek, ürün yetiştirecek?

Aklıma gelenler bunlar, artırılabilir.

Öte yandan,

Ülke ekonomisinin lokomotifi olan burjuvamız(!) ne durumda? Tüketim ekonomisiyle hangi ülke kalkınmış ki, biz kalkınacağız?

Ülkeyi yönetmesi ve yönlendirmesi gereken kurumlarımız (yolsuzlukları saymıyorum) ne durumda? Hala iş kapısı mantığında, çözüm üretim merkezleri olması gerekmez mi?

Yukarıda (bunlar sorunların yüzde biri bile değil) saydıklarımın derdine ne iktidarın ne de muhalefetin düştüğünü zannetmiyorum. Bu bir kamusal zihniyet yani “kamusal devrim” meselesi. Olur mu? Benim umudum yok. Allah bilir.

Hiç yorum yok:

UÇUK KAÇIK BİR YAZI

  Televizyonlar henüz siyah beyazken ve çanak antenlerimiz yokken, bazen televizyonlarımıza (özellikle) Sovyet yayınları karışırdı. Mesela t...