Bir anımla
başlayayım,
Çocukluğum ve
gençliğim baba evim bir konakta geçti. Osmanlının son döneminden kalma orta
sınıf bir konak.
Banyomuz
anamla babamın yattığı odanın ocağının kenarında, bir insanın ancak sığabileceği
kadar bir gusülhane. İçindeki kütmene oturup, sobada ısıtılmış bir tencere su
ile yıkandığımız yer.
Bir gün Ordu’da
hâkim olan dayımlar bize gelmişlerdi. Geri dönerlerken “hadi seni de götürelim,
birkaç gün bizde kalırsın” dediler. Gittik.
Kirada
kaldıkları ev üç katlı yığma, beton bir binaydı. O akşam çocukların banyo
gecesiydi. “İstersen sen de yıkan” dedi yengem. Banyo pencereli, aydınlık,
geniş mi geniş, altında ördek sobası gürül gürül yanan kocaman su kazanı,
içerisi fırın mübarek. Sanki cennete girdim.
Kütmene
oturdum, bir yandan başımdan aşağı (bitecek kaygısı olmadan) suları döküyorum,
bir yandan da sabunlanıyorum. Utanmasam sabaha kadar kalacağım. Banyodan
çıktığımda kendime söz verdim.” Okuyacağım ve kızma banyolu evde kalacağım.”
Lise bitti,
Beşiktaş mimarlığı kazandım. Birinci sınıftayım, ders bina bilgisi. Bize işçi
evi planlamamız için kroki verdiler. Ortada hol, sağında mutfak, solunda yaşama
odası denilen büyücek bir oda, tam karşısında banyo ve helası bir olan
müştemilat ve sağında solunda biri ebeveyn yatak odası olmak üzere iki yatak
odası.
Evde üzerinde
çalışırken banyo ile helanın aynı yerde olmasını kabullenemedim. Ebeveyn yatak
odasının bir köşesine küçük bir banyo yaptım. Banyoya kapıyı çaresiz ebeveyn
yatak odasından açtım. Bu arada… Ebeveynin ne demek olduğunu (utana, sıkıla)
sınıf arkadaşıma sormuştum.
Derste
asistan Aykut hoca “bu ne, banyoyu neden ayrı yaptın? Ayrıca banyoya ebeveyn
yatak odasından neden girdin?”
Hocam banyo
ile hela aynı yerde olmaz ki… Başka girecek yer yok ki mecburen yatak odasından
girdim.” Çünkü ömrü hayatım boyunca babamların yatak odasında çimmiştim.
Aykut Hoca
sert bir ifade ile “sen mimar olamazsın, köyüne dön.” Dedi ve masadan kalktı.
Aşağılanmak onuruma dokundu ama yapacak bir şeyim yoktu.
Köyüme döndüm
ama mimar olarak.
Bizim
derdimiz zengin falan olmak değildi. Daha iyi şartlarda yaşamak, ailelerimizin
çektiği sıkıntıları çekmemek için okumak zorunda kaldık. Mimar olmak, mühendis
ya da doktor olmak bizim için “kızma banyolu evlerde yaşamaktan” öte bir şey değildi.
Medeniyet, kültürel gelişme, ilim irfan sahibi olmak… Bunlar bizim hayal
dünyamızda yoktu.
Bu ruh
içerisindeki 70’lerin gençleri daha hayalî duygulara gark oldular. Kimimiz
milliyetçi, kimimiz devrimci, kimimiz İslam aşkıyla yanıp tutuştu. Aklımız,
fikrimiz kendimizi kurtarmadan “batan vatanı” kurtarmanın derdine düştük.
Burada yine medeniyette, kültürde, ilimde ilerleme yoktu. Herkes meşrebine göre
“elden giden vatanı” kurtarmanın derdine düştü. Sonuç malum. Vatanı kurtaramadığımız
gibi kendimizi de kurtulamadık. Üstelik çoğumuz (bedensel ve ruhen) helak oldu.
Hem de, biz aptalca ne sarsıntılar yaşamışız pişmanlığı ile…
80 darbesinden
sonra Sovyetlerin yıkılması ile dünyanın yeni evresi ile birlikte 70’den kalma
döküntülerle yola devam etti ülkem… Yine aynı teraneler, dogmatik idealler, söylemler.
Ama bu sefer daha yumuşak, daha hümanist, özgürlük, demokrasi vs.
Kısaca, yine
varsa yoksa ideolojiler üzerinden vatan kurtarmalar, yine (günün şartlarına
göre) düşman yaratıp ümüğünü sıkmalar. Ama bu sefer sokakları değil, kurumları
kullanarak.
Geldik AKP
devrine,
Allah’ın bildiğini
kuldan ne saklayayım, AKP’nin memlekete faydasının (umulduğu gibi) olmayacağını
baştan beri inananlardanım. Öyle ideolojik falan değil. Şu veya bu ideolojilere
sahip olmaları beni çok ilgilendirmiyor.
Öyleyse neden
inanmadım;
Ülkenin
sorunlarının köküne ne yetişme tarzları ve ne de ülke sorununun nelerden
kaynaklandığı konusunda en ufak bir analiz kabiliyetleri olmadıkları için.
Yetiştikleri ortamın alışkanlıkları ile dogmatik söylemler ve karşıt yaratmalarla
hangi devlet ihya olmuş ki Türkiye ihya olsun?!..
Mesela,
2002’de
köylü nüfusumuz %37 idi. Şimdi %12. Yirmi üç yılda tam %25 köyden şehre göç
olmuş. Yani nüfusun dörtte biri.
1-
Şehirlerimizde
“şehir kültürü” oluşturamadığımız halde, bu kadar kısa zamanda köylüyü
şehirlere yığdık. Olamayan şehir kültüründe köylü nasıl şehirli olacak?
2-
Bu
kadar nüfusa barınma, iş, altyapı gibi temel ihtiyaçlarını nasıl
karşılayacağız?
3-
Geride
kalan tarım alanlarını kimler işleyecek, ürün yetiştirecek?
Aklıma
gelenler bunlar, artırılabilir.
Öte
yandan,
Ülke
ekonomisinin lokomotifi olan burjuvamız(!) ne durumda? Tüketim ekonomisiyle
hangi ülke kalkınmış ki, biz kalkınacağız?
Ülkeyi
yönetmesi ve yönlendirmesi gereken kurumlarımız (yolsuzlukları saymıyorum) ne
durumda? Hala iş kapısı mantığında, çözüm üretim merkezleri olması gerekmez mi?
Yukarıda
(bunlar sorunların yüzde biri bile değil) saydıklarımın derdine ne iktidarın ne
de muhalefetin düştüğünü zannetmiyorum. Bu bir kamusal zihniyet yani “kamusal
devrim” meselesi. Olur mu? Benim umudum yok. Allah bilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder