Bu Blogda Ara

9 Ağustos 2024 Cuma

DEVLETLÛ MAARİF NAZIRIMIZ…

Efendim,

Kendimi amatörlükten birazcık yukarılara çıkmış yazar olarak görüyorum. Bunca yıldır bir şeyler karalayan bendenizin bu kadarcık da ukalalığı olsun.

Bazen aylarca kalemime elimi sürmem… Bazen de tutmayın beni der gibi ha bire yazarım. Belki de ekmeğimi yazı işinden kazanmadığımdandır. İlham ne zaman gelirse kabilinden...

Ama her yazı öncesinde yazacağım yazımı öncesinde düşünür, tasarlar, sonra yazıya dökerim.

Yani yazmaya karar verdiğimde “haydi hayırlısı” demem.

Ama şimdi bir istisnayı yaşıyorum. Birkaç gündür kafamda tasarladığım yazımın konusunu klavyenin tuşlarına basmaya ramak kala değiştiriverdim.

Hatta inanmayacaksınız, başlığı yarılamıştım bile.

Benim fikrimi değiştiren az önce okuduğum kitabın ilgili sayfasında okuduklarım yüzündendir.

Okuduğum roman Kemal Tahir’in önemli eserlerinden “Esir Şehrin İnsanları”. Konu şimdilik mütareke yıllarının İstanbul’unda geçiyor. Gerisi ne olur bilemem. Bundan yıllarca önce şöyle çalakaşık okumuştum. Birçok bölümleri unutmuşum. Her nedense şimdi tekrar ihtiyaç hissettim.

Neyse,

Romanın ilgili sayfasında basılacak gazetenin matbaa serüvenini anlatıyor. Matbaa sahibi, gazetenin dizgisini hazırlayıp basan mürettip ve gazetenin baş sorumlusu arasında geçiyor olay. Gazete dar imkânlarla, normal gazete sayfasını dörde katlanarak çıkarılan küçük bir gazete… Gazete sorumlusu bu işe yeni başlamış, tahsilli olduğu kadar bu işe çok hevesli birisi. Gazete dizgi yanlışları ile dolu çıkıyor. Bunun önüne geçmek için önce mürettibi sıkıştırıyor, iknaya çalışıyor. Fayda vermeyince adamla iyi geçinmeye çalışıyor. Hatta işi pohpohlamaya kadar vardırıyor. Ne yapsa boş, hal daha da beter hale gelince, bu ne iştir diye çıkışıyor.

Mürettip, aldırma beyim, bizde mürettipler okul kaçaklarından, bakkal çıraklarından, gazete satıcısı yalınayaklardan çıkar. Sen buna şükret.

İdealist gazetecimiz nasıl yani? Deyince mürettip; biz mürettip milleti nazırları öküz, öküzleri de nazır yaparız. Mürettip ustamız söze devam eder; Geçenlerde falanca gazetenin mürettibi öküz resminin altına Devletlû Maarif Nazırımız, maarif nazırımızın resminin altına da sergide birinci gelen öküz diye geçmiş.

İşte bu okuduğum sayfa bana yıllar önce başımızdan geçen bir olayı hatırlattı. Yine bir mürettip hikayesi…

Seksenli yıllarda heveskâr dört arkadaş DORUK adında gazete çıkarıyoruz. Ünye şartlarında her şeyi ile güzel bir gazete idi. Ünye’de nedendir bu gazeteyi basacak matbaa bulamadık. Fatsa’da Güneş Matbaası ile anlaştık. Belki de Ünyelilerle fiyatta anlaşamadığımız içindir. Kim bilir?

Mizanpajı dört arkadaş beraber yapıyoruz. Dizgi ve baskı matbaaya ait... Gazete ortalama sekiz sayfa çıkıyor. Matbaa ile her konuda anlaşıyoruz. Mürettip İstanbullu, esmer, kuruya yakın zayıf son derece profesyonel, Allah’ı var adam işini iyi yapıyor. Ama haddini aşkın havalı. Bu işin piri benim diyor. Arada bir bize, hatta Hikmet abiye destur çekiyor. Bazen kafasına göre takılıp mizanpajı değiştiriyor. Bazen de profesör edasıyla bize dakikalarca dersler veriyor. Artık o kadar olacak deyip nazını çekiyoruz.

Sene 1987 bir dini bayram öncesi… Külliyatlı reklâm aldık. Otuz sayfadan aşağı değil. Bir de gazetenin kendisi. Kırk sayfaya yakın yani… Gazetemizin baskı gününe daha üç-beş gün var. Bayram dolayısı ile erken baskı yapıp para kazanacağız. Bayramdan üç-beş gün sonra basmanın reklâm açısından bir anlamı yok. Gazetenin sahibi rahmetli Hikmet Altuntaş işlerim çok, benim kendi işlerimi dahi zor yetiştireceğim deyip çamura yattı. Mürettibin mesaisi ne ise veririz, etme, gitmeden sonra Hikmet abimiz insafa geldi.

 “Bakın, bu adam akşam saat altı olduğunda işi şıp diye bırakır, dakika geçirmez. Milyon verseniz daha çalıştıramazsınız. Para işini geçin. Ama bir çaresi var. Adam müptela, akşamcıdır. Bir büyük alacaksınız, biraz da peynir falan.”

Ağzımız bir karış açık… Eee.. Sonra abi?

“Sonrası şu, hoşsohbetli, tatlı dilli olacaksınız. Bardağını da boş bırakmayacaksınız. Gerisine karışmayın.”

Abi iyi de… Bayram öncesi, bu işin yukarısı var… Bir… Kıyak kafayla nasıl olacak? Ya yazıları çorba ederse? Bu da iki…

“Birincisi günahı ona, siz işinizi gördüğünüze bakın. Artık sakiliğinize de arada bir tövbe çekersiniz. Dizgiye gelince, ben kefilim, ayık kafadan daha iyi dizer.” Abi bu adamın neresi bir büyük alır, küçük yetmez mi? Demeye getirdik ama Hikmet abi büyüğü getirin sonucunu görürsünüz. Dedi.

Arkadaşlar sakilik işini bana yükleyip çekip gittiler. Matbaada adamla kaldık baş başa. Hayırlısı ile elimize ayağımıza bulaştırıp bir terslik çıkmadan geceyi atlatsak diye dua ediyorum. Hani olur ya… Adam kafayı bulup kendini dağıtırsa da birbirimize girersek? Gece ben doldurdum adam demlendi. Demlenmesi dahil her şeyi dakikleştirdi. Büyüğe bana-mısın demedi. Demlendikçe adama bir haller oldu. Adam bir şekerleşti ki zannedersiniz ki melaike! Hakikaten Hikmet abinin dediği gibi bir coştu ki… Hiç sormayın. Adamda ne cevherler varmış, onda birini değil bize Hikmet abiye bile göstermemiş.

Baskı dâhil bütün işler gece saat iki de bitti. Ben gazeteleri yüklenip matbaadan çıkarken adam bir yerlere kıvrılmıştı.

Neme lazım… Adam beni saki beller diye bir daha matbaaya gitmedim. 

 

Hiç yorum yok:

BİR HAYALİM VAR !..(son)

                          Geçen gün Tolstoy’un okumakta gecikmiş olduğum romanını okudum. Savaş ve Barış romanını… 1800’lü yılların başında ...