Efendim,
Kendimi
amatörlükten birazcık yukarılara çıkmış yazar olarak görüyorum. Bunca yıldır
bir şeyler karalayan bendenizin bu kadarcık da ukalalığı olsun.
Bazen
aylarca kalemime elimi sürmem… Bazen de tutmayın beni der gibi ha bire yazarım.
Belki de ekmeğimi yazı işinden kazanmadığımdandır. İlham ne zaman gelirse
kabilinden...
Ama
her yazı öncesinde yazacağım yazımı öncesinde düşünür, tasarlar, sonra yazıya
dökerim.
Yani
yazmaya karar verdiğimde “haydi hayırlısı” demem.
Ama
şimdi bir istisnayı yaşıyorum. Birkaç gündür kafamda tasarladığım yazımın
konusunu klavyenin tuşlarına basmaya ramak kala değiştiriverdim.
Hatta
inanmayacaksınız, başlığı yarılamıştım bile.
Benim
fikrimi değiştiren az önce okuduğum kitabın ilgili sayfasında okuduklarım
yüzündendir.
Okuduğum
roman Kemal Tahir’in önemli eserlerinden “Esir Şehrin İnsanları”. Konu şimdilik
mütareke yıllarının İstanbul’unda geçiyor. Gerisi ne olur bilemem. Bundan
yıllarca önce şöyle çalakaşık okumuştum. Birçok bölümleri unutmuşum. Her
nedense şimdi tekrar ihtiyaç hissettim.
Neyse,
Romanın
ilgili sayfasında basılacak gazetenin matbaa serüvenini anlatıyor. Matbaa
sahibi, gazetenin dizgisini hazırlayıp basan mürettip ve gazetenin baş
sorumlusu arasında geçiyor olay. Gazete dar imkânlarla, normal gazete sayfasını
dörde katlanarak çıkarılan küçük bir gazete… Gazete sorumlusu bu işe yeni
başlamış, tahsilli olduğu kadar bu işe çok hevesli birisi. Gazete dizgi
yanlışları ile dolu çıkıyor. Bunun önüne geçmek için önce mürettibi
sıkıştırıyor, iknaya çalışıyor. Fayda vermeyince adamla iyi geçinmeye
çalışıyor. Hatta işi pohpohlamaya kadar vardırıyor. Ne yapsa boş, hal daha da
beter hale gelince, bu ne iştir diye çıkışıyor.
Mürettip,
aldırma beyim, bizde mürettipler okul kaçaklarından, bakkal çıraklarından,
gazete satıcısı yalınayaklardan çıkar. Sen buna şükret.
İdealist
gazetecimiz nasıl yani? Deyince mürettip; biz mürettip milleti nazırları öküz,
öküzleri de nazır yaparız. Mürettip ustamız söze devam eder; Geçenlerde falanca
gazetenin mürettibi öküz resminin altına Devletlû Maarif Nazırımız, maarif
nazırımızın resminin altına da sergide birinci gelen öküz diye geçmiş.
İşte
bu okuduğum sayfa bana yıllar önce başımızdan geçen bir olayı hatırlattı. Yine
bir mürettip hikayesi…
Seksenli
yıllarda heveskâr dört arkadaş DORUK adında gazete çıkarıyoruz. Ünye
şartlarında her şeyi ile güzel bir gazete idi. Ünye’de nedendir bu gazeteyi
basacak matbaa bulamadık. Fatsa’da Güneş Matbaası ile anlaştık. Belki de
Ünyelilerle fiyatta anlaşamadığımız içindir. Kim bilir?
Mizanpajı
dört arkadaş beraber yapıyoruz. Dizgi ve baskı matbaaya ait... Gazete ortalama
sekiz sayfa çıkıyor. Matbaa ile her konuda anlaşıyoruz. Mürettip İstanbullu,
esmer, kuruya yakın zayıf son derece profesyonel, Allah’ı var adam işini iyi
yapıyor. Ama haddini aşkın havalı. Bu işin piri benim diyor. Arada bir bize,
hatta Hikmet abiye destur çekiyor. Bazen kafasına göre takılıp mizanpajı
değiştiriyor. Bazen de profesör edasıyla bize dakikalarca dersler veriyor.
Artık o kadar olacak deyip nazını çekiyoruz.
Sene
1987 bir dini bayram öncesi… Külliyatlı reklâm aldık. Otuz sayfadan aşağı
değil. Bir de gazetenin kendisi. Kırk sayfaya yakın yani… Gazetemizin baskı
gününe daha üç-beş gün var. Bayram dolayısı ile erken baskı yapıp para
kazanacağız. Bayramdan üç-beş gün sonra basmanın reklâm açısından bir anlamı yok.
Gazetenin sahibi rahmetli Hikmet Altuntaş işlerim çok, benim kendi işlerimi dahi
zor yetiştireceğim deyip çamura yattı. Mürettibin mesaisi ne ise veririz, etme,
gitmeden sonra Hikmet abimiz insafa geldi.
“Bakın, bu adam akşam saat altı olduğunda işi
şıp diye bırakır, dakika geçirmez. Milyon verseniz daha çalıştıramazsınız. Para
işini geçin. Ama bir çaresi var. Adam müptela, akşamcıdır. Bir büyük
alacaksınız, biraz da peynir falan.”
Ağzımız
bir karış açık… Eee.. Sonra abi?
“Sonrası
şu, hoşsohbetli, tatlı dilli olacaksınız. Bardağını da boş bırakmayacaksınız.
Gerisine karışmayın.”
Abi
iyi de… Bayram öncesi, bu işin yukarısı var… Bir… Kıyak kafayla nasıl olacak?
Ya yazıları çorba ederse? Bu da iki…
“Birincisi
günahı ona, siz işinizi gördüğünüze bakın. Artık sakiliğinize de arada bir
tövbe çekersiniz. Dizgiye gelince, ben kefilim, ayık kafadan daha iyi dizer.”
Abi bu adamın neresi bir büyük alır, küçük yetmez mi? Demeye getirdik ama
Hikmet abi büyüğü getirin sonucunu görürsünüz. Dedi.
Arkadaşlar
sakilik işini bana yükleyip çekip gittiler. Matbaada adamla kaldık baş başa. Hayırlısı
ile elimize ayağımıza bulaştırıp bir terslik çıkmadan geceyi atlatsak diye dua
ediyorum. Hani olur ya… Adam kafayı bulup kendini dağıtırsa da birbirimize
girersek? Gece ben doldurdum adam demlendi. Demlenmesi dahil her şeyi
dakikleştirdi. Büyüğe bana-mısın demedi. Demlendikçe adama bir haller oldu.
Adam bir şekerleşti ki zannedersiniz ki melaike! Hakikaten Hikmet abinin dediği
gibi bir coştu ki… Hiç sormayın. Adamda ne cevherler varmış, onda birini değil
bize Hikmet abiye bile göstermemiş.
Baskı
dâhil bütün işler gece saat iki de bitti. Ben gazeteleri yüklenip matbaadan
çıkarken adam bir yerlere kıvrılmıştı.
Neme
lazım… Adam beni saki beller diye bir daha matbaaya gitmedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder