4 Mart 2009 Çarşamba


BEN ŞİMDİ NEYE EDİCEM ?
Rahmetli babam benim paşa olmamı o kadar çok arzulamıştı ki, bu konuda elinden gelen gayreti ve yardımı esirgememişti.
Bunların içersinde elbette mükafatlar da vardı.”Sınıfını ikmale kalmadan doğrudan geç sana pantolon alacağım,yada iftihara geç sana bir takım elbise” gibi gayrete getirici vaadleri olmuştu.
Bunlardan biride ortaokulun bitirme imtihanlarını haziranda verir, ikmale kalmadan doğrudan geçersem beni ağabeyimle beraber İstanbul’a gönderecekti. Ortaokulu “doğrudan geçtim” İstanbul’a gitmeye hak kazandım.
Şimdi hikayemize gelelim;
Yıl 1968,aylardan haziran.Ağabeyimle Yaşar Gazioğlunun oğlu rahmetli Ahmet ve onun arkadaşı Ünye Ağır Ceza hakiminin oğlu (Robet Kolejde okuyordu,adını hatırlayamadım) ile beraber biz dört kişi İstanbul’a gitmek üzere Samsun’dan Deniz Yollarının’nın Ege adlı yolcu gemisi ile yola koyulduk.
Kamaralarımıza yerleştik, biraz güvertede, biraz oturma salonunda vakit geçirdik,nihayetinde akşam yemeği saati geldi.Yemek salonuna geçtik,yemeğimizin sonuna gelmiştik ki ben helaya gitme ihtiyacı duydum.
Helaya vardım, içeri girdim,aranmaya başladım.
Aradığım hela taşı idi. Bildiğimiz hela taşı.Hani şu yere döşenmiş,ortasında deliği olan hela taşını.
Hemen yeni yetmeler atılacaklar şimdi, şuna alaturka hela desene,diyecekler.
O zamanlar alaturka, alafranga mı vardı delikanlılar.Ünye’de o zamanlar bir cins hela taşı vardı.Onunda adı bir tane idi zaten, “hela taşı” o kadar.
Cumhuriyet meydanının kuzeyinde olanlarla, rum ve ermeni evlerinde kalanlar mozayıktan dökme hela taşı kullanırlardı,güneyinde kalan “vatandaşcuklar”da taştan oyulma hela taşı kullanırlardı.”Arasad”da kalanlar da neye güçleri yeterse onu kullanırlardı.
Bu tarihi bilgiyi verdikten sonra konumuza geri dönelim.( Bu verdiğim bilgileri Tarihi Gruplarda kullanmak izne tabidir)
Ben 3-5 dakika bu taşı aradım, ortalıklarda böyle bir şey gözükmüyordu.
Yalnız kıyıda-ortada garip bir şey vardı, hayatımda ilk defa görüyordum,
Beyaz, elli santim kadar yüksekliğinde oval,üzerinde kapağı olan seramikten yapılmış bir şeydi.Merakla ve çaresiz kapağı kaldırdım ki ne göreyim içi kazan gibi oyuk,içinde bir miktarda su vardı.
Meraklı gözlerle sağına, soluna baktım anlamaya çalıştım, fakat keşfedemedim bir türlü.
Sindirim sistemim beni sıkıştırıyordu, ben aklımı sıkıştırıyordum ama nafile, bu edevatın ne işe yaradığını anlamam mümkün değildi.
Sonunda bende, bunun bir hacet eşyası olabileceği( daha o zamanlar mimar olacağım belli imiş) fikri uyandı, beklide değildi,bir türlü karar veremiyordum.Ama içinde bulunduğum çaresizlik bana onu kullanmam gerektiği yönünde dürtüklüyordu.”Arasad”da doğmuşum, ve onun ne olduğunu bilemiyordum.Hayıflandım, ah dedim içimden, keşke rum evinde doğsaydım,ve orada büyümüş olsa idim, şimdi bunun ne olduğunu”şıppadanak” bilirdim. Beni bir “sevinceklik” aldı, kullanmaya niyetlendim ki,hevesim kursağımda kaldı.
Nedeni şu;
Bu meret ayakta kullanılmaz, oturmam mümkün değil, tiksinirim,necasetin değdiği yere elimi bile süremem, ki başka tarafımı süreyim.
Sonunda,sindirim sistemimin zorlaması karşısında, çaresiz üzerine tünedim.
Sonrası malum, sindirim sistemim rahatladı ama ben kan ter içerisinde kaldım.
Bazı öğrenmeler deneme yanılma yoluyla olabiliyor, benimkisi de o cinstendi.

Hiç yorum yok:

  Kalemi kırmışlar bir kere...  Temyiz etmenin ne kârı var.  Hükmünü  erteleme kadı...  Ruhuma zulmün ne kârı  var.