Bu Blogda Ara

30 Temmuz 2024 Salı

Fransız Devrimi’nin şarkılarından “Ah Ça Ira”yı ( İyi olacak iyi, aristokratları astığımızda)


 

Tarihin dönüm noktaları vardır. Teknolojik gelişmeler ekonomiyi etkiler. Ekonominin yön değiştirmesi de toplumsal gelişmelere yol açar. Toplumsal gelişmelerde mevcut gelenekleri ve sistemleri zorlar, değiştirir.

Tarih boyunca,

İnsanoğlunun avcılık/toplayıcılıktan tarıma geçmesi, madenleri işleme kabiliyetleri, ticaretin gelişmesi… Barutun icadı, ateşli silahlarda kullanımı, matbaanın icadı vs.

Bunlar tarihi süreç içerisinde önemine göre geçiş süreçlerinin hızını ve etkisini belirlemiştir.

1700’’li yıllara gelindiğinde Amerika’nın keşfi ile zenginliğin artması, matbaanın keşfi, Rönesans, bilimin gelişmesi ve akabinde sanayinin gelişmesi siyasal ve toplumsal değişmelere kapı aralamıştır.

Bunun en önemli ayaklarından bir tanesi 1789 Fransız devrimidir.

Görünürde özgürlük hareketi olarak başlayan ama asıl sebebinin; ekonomik ve sanayi gelişmesi ile oluşan sanayici ve buna bağlı gelişen tüccar sınıfının siyaset üzerindeki talepleridir.

O zamana kadar ekonomik egemenlik toprak ağalarının yani aristokratların elinde olan ekonomi sanayicilerin ve tüccarların lehine yön değiştirmiştir. Özellikle sanayicinin ihtiyacı olan işçi köylerde aristokratların hizmetinde olan köylüler, sanayicilerin taleplerini karşılamak için şehirlere göç etmeye başlamışlardır.

Haliyle aristokratların hâkimiyetinde olan siyasi egemenliğe (şehirli) sanayi ve tüccar sınıfı ortak olmak istemiş, kavgada buradan çıkmıştır. 24 saat aristokratların emrinde olan işçi sınıfı şehirli ve mesai saatleri dışında özgürlüğün bilincine varmış/daha doğrusu bilincine varmak istemiştir.

Kısaca teknolojinin makineleşme ve otomasyonu siyasal değişikliklere yol açmış, imparatorlukların yıkılması, küçük krallıkların sistemlerinin yeniden düzenlenmesi, toplumu disipline etmek için ideolojilerin ve millet kavramlarının geliştirilmesi eski gelenek ve toplumsal yaşamın yeniden şekillenmesine yol açmıştır.

Öte yandan,

Bilimin sağlık dâhil hayatın her alanında gelişmesi insan sağlığını etkilemiş, yaşam standardını yükseltmiştir. İnsan ölümleri azalmış, ömrü uzamıştır. Bu da Dünya nüfusunun hızla artmasına neden olmuştur. Sanayinin ilk gelişim yıllarında insan gücü çok önemli idi ve bu yüzden yoğun insan gücüne ihtiyaç vardı. Haliyle ( hizmet sektörü, tarım gibi) hayatın bütün alanlarında insan emek ilişkisi ön planda oldu. Ayrıca 20’inci yüzyılda iki dünya savaşı yaşayan devletler hızla nüfus artırımını teşvik etmiş bu alanda çeşitli tedbirler almıştır. Nüfus artışına 1990’na kadar iki kutuplu dünyanın her an savaşılacakmış gibi ordularını diri tutmanın etkisi de büyük olmuştur.

20’inci yüzyılı özetlersek;

İnsan yaşamının hızla iyileştiği, ömrünün uzadığı, daha henüz dijital kullanamayan ve hayatın her alanında henüz sanayi çağını aşamamış, dolayısıyla insan kaynağına ihtiyaç duyan devletler nüfus artışını teşvik etmişlerdir.

20’inci yüzyılın sonlarında dijital çağa geçen dünya-ki Sovyetler Birliğinin yıkılma nedenlerin en büyüğü- her türlü üretim ve hizmette ( özellikle kalifiyesiz) insana olan ihtiyacı giderek azalmaya başlamıştır. Bütün maharet teknolojiyi kullanmaktan geçmektedir. Bugün doktorlar dahi teknoloji olmadan mesleğini yapamamaktadır. Tarımsal üretim bile “köylülük” bir tarafa, çiftçi kavramını tasfiye etmiş, sanayi haline gelmiştir. Binlerce çiftçinin uzun zaman diliminde ürettiklerini bir tarımsal sanayi tesisi tek başına daha verimli üretmektedir. Geçen gün bir gazetede okumuştum; Bilim insanları bitki büyüme hızını ve verimliliğini ortalama % 48 artıran toprak formülasyonu geliştirmişler.

Bu insana olan ihtiyacı azaltmış, onun yerine insandan daha iyi ve kısa zaman diliminde yapan teknoloji devreye girmiştir.

İnsanoğlu-daha doğrusu gelişmiş devletler- dijital çağı da geçmiş Yapay Zekâ (YZ) kullanma durumuna gelmişlerdir. Ordular bile savaşı artık oturdukları yerden yapmaya başlamışladır. Konvansiyonel silahlar yerini akıllı imha silahlarına bırakmıştır.

Yapay Zekâ neleri getiriyor;

1-   İnsan zekâsından daha iyi ve hızlı çözüm üretiyor.

2-   İnsana olan ihtiyaç süratle azalıyor.

3-   Toplumsal hiyerarşi değişime uğruyor. İnsanlar birey haline geliyor.

4-   Birey haline gelen insan için aile gibi akrabalık gibi manevi bağlar giderek zayıflıyor.

5-   İleride(zaman dilimi henüz net değil) insanlar için ideoloji,inanç sadece içi boş kimlikler haline gelecek. Değerler uğruna savaşlar azalacak.

6-   En önemlisi A) İnsan birey haline geldiği ve bütün değer yargıların yüzeyselleştiği için içi boş kavramlar haline gelecek. Bütün amaçlar “dünyevi” olacak. B) İnsan bu dünyaya gelmenin “hazzını” olabildiğince yaşamak isteyecek. Yani insan aile kavramına itibar etmeyecek. Dolayısıyla nüfus artmayacak. Üstelik azaltma yoluna gidilecek.

7-   İnsana üretim aracı olarak bakılacağı için kalifiyesiz insanlara fazlalık “asalak” gözüyle bakılacak. Çağın gereği ihtiyaca uygun insanların gelişimine önem verilecek.

8-   Büyük devletler yıkılacak yerlerine şehir devletleri kurulacak.

Bunlar ne zaman olacak?

Akşamdan sabaha olacak hali yok. Biz göremeyeceğiz şüphesiz. Ama gidişat o yönde.

TÜİK verilere göre Türkiye nüfusunun 2100 yılında 55 milyona ineceğini hesap etmiş. Devlette artırmanın yollarını arıyor. Bu gidişata göre istese bile artıramaz. Buna toplum kayıtsız kalır/şimdiden kalıyor da... Toplum istedi diyelim, Dünya ağaları izin vermez.

O zamanlar “bakkallardan” alınır gibi dağıtılan diplomalar işe yaramayacak. Galiba, biz yine üç kuruşa talim eden diplomalı bireyler olacağız. Zira gidişat o yönde…

 

26 Temmuz 2024 Cuma

VATANIN TAPUSU…



 

Geçen hafta kurumlar ve yer isimleri konusuna giriş yaptık. Bu konunun önemi verdiğim örneklerle sınırlı değil.

Her devlet, hâkim olduğu alanın yüzyıllardır kendi egemenliğinde olduğu ispatına çalışır. Bunlardan biri de yer isimleridir. Öncelikle, şehir, kasaba ve köylerden başlar. Cadde ve sokaklarla devam eder.

Özellikle,

Milli devletler kurulmaya başladığında bu ivme daha da hızlanmıştır. Devlet bir anlamda haklıdır. Sahip olduğu topraklarda kök salmak için önce millileşmek ve aynı zamanda yüzyıllardır bu topraklarda yaşadığının ispatı derdindedir.

Nitekim Osmanlı imparatorluk olduğu, çeşitli etnik kavimlere hükmettiği için böyle bir uygulamaya gerek görmedi. Öteden beri gelen isimlere sadık kalmaya çalıştı. Türk ve Müslüman yoğunluk sağlandığı yerlerde yörenin anlamına uygun isimleri üzerinde yaşayan ahali zaman içerisinde değiştirdi.

Cumhuriyet milli devletti. Ayrıca Lozan’dan sonra gayri Müslimler mübadele ile ülkeyi terk edip ülke Türk ve Müslüman unsurlara kalınca yer adlarının da buna uygun olarak değiştirmek istedi.

Tarihte bütün (özellikle) milli devletler bu yolu takip etmişlerdir. Ya isimleri tamamen kaldırmışlar ya da isimlerin Türkçe telaffuzları ile anmışlardır.

Bu konuyu irdelemek için iki kısımda yazımıza devam edeceğiz.

Birincisi, yer isimleridir. Eski isimlerin yerine Türkçe isimler konulurken şu yapılmamıştır; Geçen yazımda örneğini verdiğim gibi o yerle hiç alakası olmayan isimler verilmiş, nesiller bu ismin nereden geldiği konusunda araştırma yaptıklarında duvara toslamışlardır.

“Şu tarihe kadar (mesela) İlküvez idi, şu tarihten sonra devlet bu ismi koydu.

Koydu koymasına da… O ismin (mesela) Taşkesiği isminin o yöre için hiçbir anlam ifade etmediğinin de hesabını yapmadı. Biz koyduk oldu kabilinden, yeter ki Türkçe olsun.

Yerel isimlerle amatörce ilgilenen bir arkadaşımdan duymuştum. Kiliseyanı olan ismin mahallin savcısı ve muhtarı tarafından Atayurdu olarak değiştirildiğini söylemişti. Bunun gibi şeyler…

İkincisi, kurum ve bina isimlerinde de aynı sorunları yaşıyoruz. Dün örneğini verdiğim gibi bir yönetim geliyor diyor ki bu kurumun ismi bundan böyle bu olacak. Hâlbuki eski isim pek cazip olmayabilir, anlam derinliği de olmayabilir. Ama tarihsel bir derinliği vardır ve o kurumun ne derece tarihi geçmişi olduğunu ifade eder.

Ayrıca, yeni ihdas edilen kurumlara ve binalara o günkü iktidarın dilediği, hiçbir anlam ifade etmeyecek ya da zaman dilimi içerisinde has-bel kader mevkii sahibi olmuş birinin ismi veriliyor.

Sonra, başka bir iktidar gelip adını kendi adamının ismi ile değiştiriyor. Bu böyle sürüp gidiyor. O binanın ve kurumun tarihsel derinliğini dumura uğratmış oluyor.

O yöreye hizmet etmiş, ilim sahibi olmuş ya da bir sanat dalında ilerlemiş birinin bir kuruma adının verilmesi hem o kişinin anılması ve hem de tarihi değerinin bilinmesi açısından daha uygun olmaz mı?

Adam bir yerde bilmem kaç yıl maaşlı çalışmış ya da bir dönem mevkii sahibi olmuş ama hiçbir kalıcı eseri olmamış birinin adının verilmesi siyasi kaygıdan gelmiyor da nedir?

İşin acı tarafı hak etmediği halde isim babası olmak bir tarafa, üç-beş yıl sonra değiştirilip başka birinin adının verilmesi değiştirilen kişinin (eğer yaşıyorsa) haysiyetine dokunmaz mı?

Tarih araştırmacıları bir kavmin, milletin kaç yüzyıldan beri o topraklar üzerinde yaşadığını veya hangi zaman dilimi içerisinde bulunduklarını anlamak için öncelikle, bıraktıkları eserlerden ve yer isimlerinden anlarlar.

Sözün özü;

Bir toprak parçasının vatan olduğunu atalarımızın bıraktıkları eserlerden, kurumların adlarından ve tabii ki yer isimlerinden anlarız. Yani isimler millet olarak tapu kayıtlarımızdır. 

Bir örnekle bitireyim;

Mimar Sinan Üniversitesine bakan yeni nesil onun 1980’li yıllarda kurulduğunu zannederler. Hâlbuki 1 0cak 1882 yılında Sanay-i Nefise-i Şahane adıyla kuruldu. 1928 yılında Güzel Sanatlar Akademisi adını aldı. 1982 yılında üniversiteye dönüştürülerek Mimar Sinan Üniversitesi adını aldı. Şimdi bu üniversite kaç yıllık?

 

 


22 Temmuz 2024 Pazartesi

AH BU İSİMLER!...

 











Size ülkemizde her şey ucuzladı desem, hatamı etmiş olurum? Hele de her şeyin ateş pahası olduğu günümüzde…

Ama ucuzluk derinliği olmayan şeyler de demektir. “Ucuzluk” kelimesine bir de böyle bakmak lazım.

“Ben yaptım oldu” deyimi de bir anlamda bu kelimeye delalet ediyor. “Güç, yetki bende, istediğimi istediğim şekilde yaparım. Kim ne diyebilir!?..”

Konuya yaklaşımınızda, bununla alakalı çeşitli örnekler verebilirsiniz. Hem de yerimizden hiç kalkmadan.

Ben, daha çok hoşumuza giden başka konu ve örnekleri olsa da, konuya isimlerden devam edeceğim.

Bana hangi okuldan mezun olduğumu soran yeni yetme mimarlara Devlet Güzel Sanatlar Akademisi dediğimde “orası da neresi” diye hayretler içerisinde sormadan edemiyorlar. Ben de bu (bana göre) anlamsız soruya alıştığım için Mimar Sinan’dan diye eklemeden edemiyorum.

Bu isim değiştirmelerin mantığını, isimleri değiştirenlerin hangi mantıkla isimleri değiştirdiğini (onca kafa yormama rağmen) yeterince anlamış değilim.

Bir de -atadan-dededen gelmiş- onca eski yer ve şehir isimlerinin-o ismin derinliğini bilmeden, önemsemeden- beğenilmeyip değiştirildiğine de şahit olduk.

Vaktiyle İlküvez Belediyesi kurulduğunda, teklifi İçişleri Bakanlığına yollayan teşebbüs heyeti bir sürprizle karşılaştılar. İlküvez isminin üzeri çizilmiş yerine “Taşkesiği” adı konmuştu. Taşkesiği adının gerekçesi de yoktu. Biz koyduk oldu. Uzun uğraşlar sonucu yeniden isim İlküvez’e döndü. Hâlbuki öteden beri yaylaya gidenlerin ilk üveze rastladıkları yer dolayısıyla koydukları isim. Bu arada Üvezin ham hurmaya verilen ad olduğunu yeri gelmişken belirtelim. Başka bir adı daha var ama adaba hürmeten bunu yazmayayım. Size bir ipucu vereyim. Biraz fazla yediğinizde bol, bol yellenirsiniz. Çok güzel pekmezi olduğunu da hatırlatalım.

Buradaki kaygının buraların öteden beri Türk yurdu olduğunu betimlemek için yapıldığı iddia edilebilir. İşi ucuzlatıp “kel alaka” isimlerin konulduğu da vakıa… Mesela, Çilader olmuş Çaybaşı. Hadi aslı Ermenice olan ismini değiştirme zarureti doğdu, bari yerel anlamlı bir isim koy. Çaybaşı’nda çayı bırak bazen içmeye su bulunamıyor. Tepenin başında bir yer.

Bizim “çokbilmiş” büyüklerimiz bu kadar hassasken ortalık yabancı kelimelerden geçilmiyor. Halkımız da bir âlem. Onların da aşağı kalır tarafı yok. İnsan halı yıkama dükkânının ismini (Ünye’nin çok eski adının olduğu gerekçesi ile) “Oney” adı koyar mı, ne işine yarayacak?

Bu arada Yunus Emre parkına zamanın belediye başkanının (turist gelir gerekçesi ile) ONEY ismini koymak istemesini bu garibanın meclis üyesi olmam hasbiyle karşı çıkıp Yunus Emre adını önerdiğimi belirteyim.

Dedik ya ülkemizde her şey ucuz diye… Adam vaktiyle hayrına çeşme, camii vs. yaptırıyor. Adını haliyle kendi adını veya anasının, babasının adını veriyor. Ya da sülalesinin… Zamanın resmi makamı da yeter ki bu memlekete eser kazandır diye buna cevaz veriyor.

Gün geliyor bu eser miadı dolmuş olabilir. Yeterli hizmeti göremeyebilir ya da eskimiş olabilir. O zaman mirasçılarına nezaketen yenilenmesi ya da tamir edilmesi için teklif et. Güçleri yetmiyorsa yardımcı ol.

Zamanında Cumhuriyet meydanına babamın adını yaşatacak hatırı sayılır masrafla, projesinin de ilgili idarenin onaylaması şartı ile bir çeşme yaptırmak istedim. Ama dedim, sonucu tahmin ettiğim için bir şartım var “ bir zaman sonra yıkmayacaksınız.” Kabul görmedi.

Günümüzde iktidarların reklâm aracı olmak özelliğini de taşıyor bu isimler. Zamanın yöneticisi şehrin ihtiyacı olan bir yapı inşa ediyor. Kendi adını koymaya utandığından ya yörenin milletvekilinin ya da iktidar partisinin genel başkanının adını koyuyor. “Yağcılarda inecek var kabilinden…” Sonra, sonrası malum... İktidar değişiyor, isim de değişiyor.

Neden böyle oluyor? Yazımın girişinde de değindiğim gibi akıl, sır erdiremiyorum. İzahı var ama zor.

SARAY CAMİİ HİKAYESİ;

Yetmiş yaşına merdiven dayadığım ve ömrümün altmış yılını geçirdiğim Ünye’mde beni utandıracak bir şey yaşadım.

Öyle ya,

Bunca yıl yaşadığım ve üstelik mimar olarak vazife yaptığım şehri sosyal ve kültürel olarak çok iyi bilmesi gereken ben, nasıl olurda bunu atlarım.

Geçen hafta ÜNYE TARİH KÜLTÜR VE DOĞAL VARLIKLARI ARAŞRMA DERNEĞİ’NİN düzenlemiş olduğu panelde yerel tarihçi AHMET KABAYEL arkadaşımızın Saray Camisi ile alakalı konuşması vardı.

 Kendisinden, Saray Camisinin bahçesine yapılan tuvalet binasının vahim durumu bir tarafa ismi ile alakalı en az onun kadar vahim bir gerçeği öğrenmiş olduk. Kitabesini (elbette) Arapça bilmediğimizden önünden lal geçtiğimiz, kimin tarafından ve hangi yılda yapılmış olduğu ayan beyan yazılı olduğu halde; camiyi, yanan sarayı yapanlar tarafından sarayla alakalı yaptırıldığı bilgisiyle yıllarca yaşadık.

Hâlbuki Saray Camii diye anılan camiyi KONDOROĞU HACI AHMET EFENDİ 1720 yılında yaptırmış. Kitabesinde aynen böyle yazıyormuş. Saray ise ondan takribi 90 yıl sonra yapılmış.

Kısaca, rahmetlinin hakkı göz göre, göre zayi edilmiş.

Yazımın uzaması nedeniyle sizi daha fazla sıkmamak için bu konuyu ve dersime iyi çalışabilirsem isimlerin ne kadar önem arz ettiğini gelecek yazımda devam edeyim.

 

 

18 Temmuz 2024 Perşembe

BİZ KIRK KİŞİYİZ!..

       

Hep şunu düşünürüm… AKP’nin meclise ilk girdiği seçim olan 2002 genel seçimlerinde AKP ve CHP hariç bütün partiler (DYP kıl payı kaçırdı) meclis dışında kaldı. Neden?

Görünürde birtakım nedenler sıralanabilir. Ama bana pek tatmin edici gelmemişti. Şimdi de gelmiyor.

AKP seçimden sonra köylünün Ziraat Bankasına olan borçlarının faizlerini sildiği gibi, o güne kadar çiftçinin ödediklerini de anaparadan düştü. Nerede ise tüm çiftçilerin borçları tasfiye edilmişti. Hâlbuki seçimden önce böyle bir söz vermemişti. Neden böyle af çıkardı?

Eğer maksat çiftçiyi rahatlatmak ve tarıma ivme kazandırmak için idiyse Saadet partisinin hazırladığı rapora göre bu alandaki üretici sayımız son 12 yılda %48 düşmüş.

İktidar şöyle bir savunma yapabilir; “Biz üretici sayısını azalttık ama üretimi ve verimliliği yükselttik.” Veriler bunun aksini söylüyor. Demek ki AKP’nin derdi tarım değildi. Ya ne idi? Bu arada köyde yaşayanlarımızın son yirmi yılda %45’den %10’lara düştüğünü de unutmayalım.

Diğer içinden çıkamadığım bir konu daha var.

Cemaat neden bu kadar güçlendi. Biz avam olarak safız, anladık. Bu devletin bilumum yöneticileri de mi saftı? Saftılarsa, öyleyse nasıl bu devlet bu güne kadar ayakta kaldı?

Tamam… Bu sorularla kafayı yersin diyeceksiniz. Ama dönüp dolaşıp ucu biz garip, guraba-ya dokunmasa gam yemeyeceğim de…

Ama şundan adım gibi eminim, bir şeyler döndü ve dönmeye de devam ediyor. Ucu kendilerine dokununca ne demişti AKP’li Ali İhsan Yavuz “hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu ama fark edemedik.” Biz guraba takımı da anladıysak Arap olalım. Ali İhsanının sözlerini şu şekilde de okuyabiliriz. ”Bunlar bizden baskın çıktı.”

Sonrasında malum olaylar… 15 Temmuz öncesi-sonrası gelişmeler, didişmeler, tasfiyeler, hainlikler, kahramanlıklar. Darbe mi değil mi? Darbe ise nasıl bir darbe? İlkokul talebeleri bunlardan daha iyi darbe planı hazırlarlardı. Bunun üzerinde yazıldı, çizildi. Tekrara gerek yok.

Cemaat oldu Fetö. Allah insanı bu duruma düşürmesin. Büyükler derler ki “ihtiras arttıkça ahlak ve akıl azalır.” Doğru söze ne denir!

Ama şunu da unutmamak lazım, yine büyükler der ki “çocuk her şeyi büyüğünden öğrenir.” Bunu da ben yumurtlamış olayım. “ Haddini aşan tekrarlar alışkanlık yapar.”

Benim kıt ama bir o kadar da şüpheci aklım, bana şu soruyu sorduruyor. Fetö devletin her kademesine bu denli nasıl sızabildi?

Öyle ya,

Devlet şirket değil ki, şirketin bile kendine göre bir hassasiyeti var. Her gelen çat kapı giremez ki!

“Efendim, uzun yıllar sabırla çalıştılar.” Devlet dediğin 20 yıllığına kurulmuyor. Yirmi- otuz yılda devlete sızılacaksa, demek ki devlette bir sıkıntı var. Halkın memnun olmadığı işlerin kötü olduğu ve kötüye götüren bir devlet var ortada.

O zaman kıt aklım bir soru daha soracak. “Devlet kimlerin elinde idi ve halkın hiç de hoşnut olmadığı bir kadrolaşma vardı da… Birileri cesaret aldı?”

Benim hınzır aklım AKP her ne kadar iktidara gelmiş olsa bile devleti yönetecek “inançlı” kadrolarının olmadığını söylüyor. Kadro biz isek AKP’de neyin nesi? Diyen bir zihniyetin- ki tasvip edilmeyecek bir şey- tasfiye edildiğinde yerine hangi normlarda bir kadrolaşma yapılacak?

İşte Türkiye’nin çıkmazı burada…

Türkiye Cumhuriyetinin “yaşam felsefesi” bir anlamda kırmızı kitabı amiyane tabirle sakatlarla dolu ki herkes kadrolaşma, bir anlamda emeni yani “devleti kapma” peşinde.

Yine benim kıt aklımın almadığı devlet bu hınzırlardan temizlendikten sonra –her ne ise- normal normlarına döneceği yerde başka bir çetrefile bulaşmış olmasıdır. Son günlerde dedikodu kazanı hep bununla kaynıyor. Yüzükler, dosyalar, el öptürmeler… Bunlardan çeşitli manalar çıkarmalar… Ankaralı olmadığım için bunlardan netice çıkarmak gibi bir kabiliyetim yok.

Yani mahalleyi bir babadan kurtaralım derken öbür babaya teslim etmek gibi… Memleket baba kaynıyor. Bizim zamanımızda oku da adam ol derlerdi. Şimdi okuma da baba ol diyenden geçilmiyor.

Şöyle söyleyebilirsiniz; Ne yapsın AKP, asılı yoksa komşudan da mı yardım almasın.

Kaldı ki,

Bu hem AKP’nin oyunu artıracak ve hem de “kadro” sıkıntısı çekmeyecek. O zaman şu soruyu sormak vacip olmaz mı “derdin ne?” Neden bu kadar dört elle sarıldın iktidar koltuğuna?

Burada yine bir şey daha geliyor aklıma,

Bu usul, yani “iti ite kırdırmak” çözüm mü? Bu iş nereye kadar sürecek? Her ölümlünün vakti-saati var. İhtimal ki ölümlü vakti-saati bizden daha iyi biliyordur. Bir gün vazifemi tamamladım hadi bana eyvallah mı diyecek. Benim aklım öyle diyor. Şimdi gel de sorma; “Amaçlanan ne idi, gerçekleşti mi ya da neresinde kalındı?” Benim için bir sürü muamma dolu işler. Bu yarım aklımla içinden çıkmam mümkün değil.

Meral Akşener’e oldum olası hep mesafeli oldum. Ama şu sözü hiç aklımdan çıkmaz. ”Biz kırk kişiyiz bu siyasette, herkes birbirinin ciğerini bilir.”

Şimdi gel de sorma,

Bu cengâver kırk kişinin başı kim. Yoksa başıboş, yüzergezerler mi?

Siz, siz olun Ankara’nın tiyatrolarına kanmayın. Yoksa seyirden çıktıktan sonra “anaa öyle-miymiş yav” demek zorunda kalmayın. Siz en iyisi “ne kopardıksa kar” derdine düşün.

Görünen o ki…Hayatta kalmanın çaresi bu çünkü!...

 




5 Temmuz 2024 Cuma

BOZKURT İŞARETİNDEN RAHATSIZ OLMAK!..

 

Malum olduğu üzere, Avusturya-Türkiye maçından sonra futbolcumuz Merih Demiral bozkurt işareti yaptı.

Her milletin kutsal saydığı, hürmet ettiği semboller vardır. Biz Türk kavimlerinin de ortak kutsalımızdan birisi de bozkurttur. Nitekim Batı Göktürk Kağanlığının bayrağı bozkurt simgeliydi.

Ergenekon destanında bize yol gösteren dişi bozkurt Asanadır.

1927 yılında tedavüle çıkan 5 liralıkların üzerinde bozkurt resmi vardı. Bu para 1937 yılına kadar tedavülde kaldı. O günlerin Dünya siyasetinden etkilenerek tedavülden kaldırıldı. 1922 yılında Osmanlı Devletinin arması kaldırılınca,1925 yılında yarışma açılmış, yarışmayı ressam

Namık İsmail’in eseri kazanmıştır. Eserde ay yıldızın altında Bozkurt resmi bulunmaktaydı.

Ama bu arma devlet tarafından kullanılmamıştır.

Şu da bir gerçek ki (Nazilerin gamalı haçları gibi) başka devletlerin sonradan uydurulmuş sembollerinden değildir.

Kısaca… Bozkurdun tarihin derinliklerinden gelen kültürel bir geçmişi vardır. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yıllarında bozkurt çeşitli şekillerde kullanılmaya niyetlenilmiş ancak ihtimaldir ki günün siyasi şartlarından dolayı kullanmaktan vazgeçilmiştir.

Daha sonraki yıllarda MHP ve Ülkü Ocakları kurulduğunda Bozkurt Ülkücülerin sembolü haline gelmiştir. Yani Bozkurt kültürel öğeden çıkarılmış, siyasal figür haline getirilmiştir.

Milleti millet yapan diğer değerlerde olduğu gibi kültürel derinliklerimizden gelen sembollerimiz fütursuzca günümüze kadar kullanıla gelmiştir.

Bu arada,

Dini öğelerimizde aynı fütursuzluklara maruz kalmıştır. Günün modasına uygun olarak siyasi partiler ya parti amblemlerinde ya da paralel derneklerinde dini öğeleri kullanmışlardır.

Yanlışlık buradadır.

Milletin ortak değerleri bir partinin, derneğin, fikrin sembolü olmamalıdır. Tıpkı bayrağımız gibi bunların kullanılma çerçeveleri belirlenmeleridir.

Çünkü…

Milli semboller ve değerler (hangileri olursa olsun) kurumların sembolleri haline getirildiğinde o sembolün tarihten gelen değeri ve derinliği kaybolur. Kurumların taraftarlarının simgesi haline gelen sembol, o kurumun fikri yapısı ile değerlendirilir. Aleyhtarları da sembolü buna göre

algılar, değerlendirir.

Milli futbolcumuzun yaptığı bozkurt işareti bu manada değerlendirilmiş ya takdirle karşılanmış ya da eleştiri görmüştür.

Her ikisi de yanlıştır. Yukarıda açıklamaya çalıştığım gibi, bozkurt milliyetçiliğin ve milliyetçilerin sembolü değildir.

Bir de,

Her kutsal her yerde kullanılamaz… Ve elbette her siyasal sembol de her yerde kullanılamaz.

Hem yersizdir hem de ikirciklik yaratır.

Siyasal anlamda kullanıldığında (ki bozkurt o hale getirilmiştir) milli takımdaki başka fikirde olanların nasıl bir tavır takınacağını bir düşünün!..

BİR HAYALİM VAR !..(son)

                          Geçen gün Tolstoy’un okumakta gecikmiş olduğum romanını okudum. Savaş ve Barış romanını… 1800’lü yılların başında ...