İdeolojilerin
ortak özelliği, ideolojiyi savunan kitlelerin liderliğini yapanların
kutsanmasıdır. Bu liderler insanüstüdür. Her şeyin en doğrusunu onlar bilirler.
Zamanla
dünyayı terk ettiklerinde davasını güdenler davalarını onun adıyla sürdürürler.
Onun adına menkıbeler yazarlar, değişler uydururlar. İdeoloji devlet yönetiminin ana
fikri haline getirilmişse, sonuçta iyice gemi azıya alır, çığırından çıkar, ifrata kaçar. Her
yapılan iş (kurtarıcıya) bağlanır, onun adına o emrettiği için yapılır.
Sonunda
iş öyle bir hale gelir ki; rehber alınan ideolojinin içi boşalır, sadece
kabuktan ibaret boş bir kutu haline gelir. Devleti yönetenler işine geldikleri
gibi kutuyu doldururlar. Bunun üzerinden toplumu hizada tutmaya çalışırlar.
Bu
her ideolojik devletlerde olduğu gibi bizde de (iktidara göre) az-çok önem
verilmiş bu güne kadar sürdürülmüştür. Nitekim 1934 yılından beri okullarımızın
bazı sınıflarında “Atatürk ilkeleri ve İnkılâp Tarihi” adıyla dersler vardır.
1981 yılında Kenan Evren tüm yüksek okulların bütün sınıflarında bu dersi
zorunlu kılmıştı. Çok iyi hatırlıyorum, gerekçesi de gençlerin Atatürk’ü iyi
öğrenemediklerinden dolayı çeşitli ideolojilere yöneldikleriydi. Yani demek
istiyordu ki “illa bir ideolojiye inanacaksanız buna inanın.”
Hâlbuki
gençler yüksek okula gelinceye kadar zaten fikri gelişimini tamamlamak
üzereydi. Nitekim sivil hükümet 1990 yılında tekrar bir yıla indirmiştir.
Yukarıda
da değindiğim gibi bütün ideolojik devletler ideolojilerini dikte ettirmek için
bu yola başvurmuştur. Mesela Sovyetler Birliğinde okullarda “dinsizlik ve
sosyalizm” üzerine dersler vardı. Sosyalizmin akıbeti malum belli… Dinsizliğin
akıbeti de Sovyetler Birliğinden sonra pıtırak gibi ortaya çıkan dini
kurumlardan anlıyoruz.
Benim
asıl üzerinde durduğum liderin kendinden sonra kutsallaştırılıp (idol, ermiş,
rehber) her ne dersek diyelim onu sözde rehber alıp kullananlar tarafından
menfaatlerinin gerçekleştirmek için meta haline getirmeleridir. Zaten
ideolojilerin kendileri de öyledir. Uğruna ön saflarda mücadele ettiği
ideolojisinin ne anlama geldiğini idrak edemeyecek kadar konunun cahili
olanlara rastlamak sıradan hale gelir. Bir nevi aidiyet duygusu oluşturur.
1990’larda
Azerbaycan’dan dönüşümde bana “sen onlarla nasıl anlaşıyorsun? Azerice Biliyor-musun?” diyen üniversite bitirmiş, bu uğurda hapis yatmış Ülkücüleri
bilirim.
Neyse
esas konumuza dönelim,
Bu
konuyu uzun, uzun anlatmadan, biri geçmiş tarih, biri de daha 15 gün önce şahit
olduğum iki örnekle bitireyim.
Birincisi
bundan 15- 16 yıl kadar evvel 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Bayramına bir hafta kala
Ünye lisesi önünden arabamla geçerken lisenin bahçesinden gelen bir müziğin
dikkatimi çekmesi oldu. Merakla lise duvarına yanaştığımda bahçede öğrencilerin
yabancı pop müziği eşliğinde bayrama hazırlandıklarını gördüm. Son ki… Üç diyen
başlarındaki öğretmenle beraber müziğin ritmiyle idman yapıyorlardı. Yabancı
müzik eşliğinde ve başlarında hocalarıyla idman yapan talebeler. Üzüldüm.
Büroma
geldim, mülkiye amirini aradım, durumu anlattım. Bir Türk vatandaşı olarak
milli bayramımızda milli olamamak beni üzdü. Benden söylemesi karar sizin
dedim. Lisenin yanından ikinci geçişimde müziğin değiştiğini bir Türk pop
müziği çaldığını gördüm.
İkincisi,
bu yıl yine Ünye’de 19 Mayıs Bayramında gençler sahilde eğlence tertiplemişler.
Hakları, gün onların günü… Büroma yakınlar, seslerini duyuyor ve kendilerini seyrediyorum. Elinde mikrofon olan
delikanlı Atatürk’ü övücü (hatta ifrata kaçan) birçok cümleden sonra “şimdi
sıra müzikte arkadaşlar” dedi. Bir gürültü koptu. Parça dünyada kalçalarıyla
nam salmış bir hatunun şarkısı.
Tekrar
edeyim… Gün 19 Mayıs ve milli bayram kutlaması.
Benim
meramımı anlatma kabiliyetim bu kadar. Gerisi size kalmış!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder