Bu Blogda Ara

29 Haziran 2024 Cumartesi

BATAKLIKTA NE YETİŞİR?

 

                  
                         Bugün Karar’da bir haber okudum. Üsküdar belediye başkanlığına seçilen Sinem Dedetaş “AK Parti sosyal yardım bütçesini seçimde harcamış.”

Sinem Dedetaş 1981 doğumlu. Yani biz kocalmışlara göre daha “yeni yetme.” AK Partinin iktidara geldiğinde 20’sini henüz geçmiş. Bir başka ifade ile AKP öncesi hengâmesinde çocukluktan henüz yeni kurtulmuş.

Yıl 1984, darbe sonrası ilk belediye başkanlığı seçimlerinde seçim çalışmaları için Çaybaşı’na gittik.

Beni kendisine yakın gören Çaybaşılı bir tanıdığım yanıma yaklaştı. Ezile büzüle “bana şu kadar para verirseniz size köyümden şu kadar oy getiririm.” Dedi. Ne yapacaksın parayı dediğimde“ dağıtacağım, parasız olur mu bu iş.” Oylarında bir değeri olduğunu orada anladım.

Yine 1989 seçimleri;

Çaybaşı’nda bir köy, seçimden bir hafta önce büromda onlarla sohbet ediyorum. “Yahu filanca parti bizden fazla oy alıyor. Hizmeti getiren biz, parsayı toplayan onlar.”

Laf döndü, dolaştı köy imamının lojman yapımına geldi. Artık kaşarlanmıştım, “lojmanın eksik neyi kaldı?”

Sadece camları, bir de boyası dediler.

“Kolayı var, bana o partiden fazla oy getirin cam paralarını biz öderiz. Ama ondan önce ilçe başkanı ile görüşmem lazım.” Görüştüm, tamam ne gerekiyorsa yap dedi.

Köylüler o hızla gittiler. Seçimden bir gün sonra, pazartesi sabahı, seçim yorgunluğundan olacak büroya biraz geç geldim. Baktım, köyün hocası sabahın köründe gelmiş, keyifle sabah çayı içiyor.

Müjdemi isterim, tam 28 oy getirdim. Dedi. O köyden en fazla altı oy alıyorduk. Zaten topu-topu elli oyları var. Rakip parti sekiz oy almış. Yani tam tersi… Hatta oradan Komünist Partisine bile oy çıktı.

İlçe başkanımıza gittim, “abi adamlar yirmi sekiz oy getirdiler.”

Adamın morali bozuk, seçimden büyük oy kaybı ile çıktık. Eee n’olmuş?

Çekinerek “abi söz vermiştik, fazla oy getirirlerse imamın lojmanının camlarını biz alacaktık.”

Para falan yok, deyyus kalacağı lojmanının camlarını da kendisi alsın.

Sözümüzü yerine getirmediğimiz gibi, bir de adamları “deyyus” yaptık. Meğer seçimden önce FAK-Fuk-Fon paralarını kuruşuna kadar dağıtmışız. Kasa tamtakır. Üstelik hezimete de uğramıştık.

Sonradan duyduğuma göre falanca mahallenin muhtarının ikinci kat inşaatının iki ton demirini bile karşılamışız.

Kuyruğu kıstım, büroya geldim. “Git filanca camcıdan camlarını al, parasını ben öderim.” Ban akıl karı olmuştu. Daha mı tövbeler olsun…

Hikâyelerimize devam edelim… Yıl galiba ’98 falan, Ünye belediye başkanlığı seçimleri. Çiftlikte bakıcımla çalışıyoruz. İşlerimiz biraz sıkı, akşamüzeri oy vermeye gittik. Farklı sandıklarda oy kullanıyoruz. Gittiğimde geç kalmışız, meğer oylama bitiş saatini yanlış biliyormuşuz. Diğer partililer beni tanıdıkları için daha sandıkları açmadık, kullanabilirsin dediler.

Bakıcımın böyle bir şansı yok. İzin vermemişler. Döndüğümde suratından düşen bin parça…” Üzülme cezanızı ben öderim” dedim.

Homurdandı ceza ile kalsa iyi dedi. “Desene bir çuval un gitti.” Ne bir çuvalı iki çuval undu. Meğer ben karısını hesaba katmamışım.

Adamı iki çuval undan ettim. Daha neler-neler… Bunlar ilk aklıma gelenler.

Bu “hikâyelerden” sonra benim edebiyat paralamamam lazım. Gerek yok. İş anlaşılıyor zaten. Arif olan anlar misali…

Al birini vur ötekine… Ülkemde rant kapıları ardına kadar iktidarların emrinde olduğu sürece bu böyle devam eder gider. Muhalefetin çığırdığına bakmayın siz. AKP’nin hatası iktidarda çok fazla kaldı. Muhalefetin sabrı taştı. Arada bir koklaması lazımdı.

Öteden beri hep kafayı takarım, Erdoğan’ın oyu neden %53 ya da daha yukarı olmazda hep 51-52 bandında yürür gider?

Olmaz, Reis bunu hak etmiyor. Her seçimden sonra kan-ter içinde iki rekât şükür namazı kıldırmanın âlemi yok. Arpanın artırılması mı gerekir? İlgi alanım değil, ama bir çaresi olmalı…

2028’e daha çok var demeyin. Sayılı gün tez geçer der atalarımız. Benden söylemesi…

18 Haziran 2024 Salı

NEREDE O ESKİ KURBAN BAYRAMLARI? !...


İnsanlar hep eskiye özlem duyarlar. Bu eskiden de böyleydi. Hele insan yaşlandıkça, yaşadıklarına

olan hasreti daha da artıyor.

Bu belki de yolun sonuna gelmenin telaşa-sı, hüznü… Ne derseniz deyiniz. Kim bilir hatıraların

mayalanması, tatlanmasıdır.

Ne var ki;

Çocukluk yıllarımda büyüklerden daha az duyardım hasretle iç geçirmeleri. Büyükler daha mı

kalenderdiler? Yaşadıklarını daha mı tefekkürle karşılarlardı? Ya da günlerini hissederek yaşarlardı.

Belki de hepsi bir arada…

Pazara çıktığımda keyfim, neşem yerinde ise pazarcıya takılmadan edemem.”Ulan domatesler bile

olgunlaştıklarının farkında değiller.”

Son kırk yıldır dünya öyle gemi azıya aldı ki, yaşadıklarımızı daha özümseyemeden, tadına

varamadan bir başka boyuta geçiyor.

Bayramlar da öyle olmaya başladı. “Zamane” bayramlarını henüz özümseyemeden, alışamadan bir

başka boyutuna geçiyoruz.

Şimdi size desem ki; Bayramda şunları yaşıyorduk… İnanabirmisiniz? Özellikle yeni nesil…

Her ailenin, her kişinin bayram alışkanlıkları vardı. Filancanın durumu iyi kurbanı tek keser hem de

okkalısından… Nam salacak ya... Falanca ise tosundan başkasını tanımaz. Ya da “arkadaş seksen

kiloluk keserim, ortakçılıkla uğraşamam gibi… Kimileri de kurban ahiretliği oluşturlar. Her kurban

bir araya gelirler, bir elebaşının önderliğinde her birinin bir vazifesi vardır. Bıçakları, satırları

tedarik eden, kasabı bulan, kesilecek yeri ayarlayanların hep vazifeleri bellidir. Kimisi

paylaştırmayı iyi yapar. Ama serzenişler yine de bitmez. “ Yahu yine kemikli kaldı bana.”

Eğer birinin hanımı titiz ise yandı gülüm keten helva… Takazası bir hafta bitmez.

Kimisini benim gibi kan tutar, bilmem kaç metreden çaktırmadan seyreder, kimisi neredeyse

kurbanın içine düşer. Bir günlük kurban hikâyesi bir haftayı aşkın anlatılır. “Yahu bu seneki kurban

yağlı çıktı, ete değil de sanki yağa para verdik. Ya da rahmetli kurbana övgü dolu nağmeler.

Bundan kırk yıl evvel beş ortak kurban kestik. Kurban ortaklığımız o yıl kuruldu. Sıra

paylaştırmaya geldi. Bu işe en yatkın sensin dediler. Bıçağı elime tutuşturdular. Ne kadar ısrar

ettiysem, çamura yattıysam fayda etmedi. Şuna yağlı geldi, berikine kemikli yok öbürüne sert

tarafı derken vazifemi bitirdim ama kan, ter içerisinde kaldım. Bir daha paylaştırma işini

yapmamaya çifte yemin ettim.

Bu işin erkeler ve kesim tarafı… Bir de hanımlar tarafı var. Üç beş gün önceden leğenler hazırlanır,

bıçaklar elden geçirilir. Sini bezleri yerinden çıkarılır, bir kat yıkanır. Çocukların

bayramlıklarını saymıyorum. Kurban bayramında öncelik kurbandır ama çocuklar da göz ardı

edilmez. Çam sakızı misali yeni bir şeyler alınır.

Erkekler kurban derdinde iken ciğere katılacak soğanlar doğranır hazır ve nazır bekletilir. Ciğer

öncelikle çarçabuk eve gelir, ocağa konur.

Sabah hiç bir şey yenmez, ev halkı kısmi oruçludur. Kurban işi bittikten sonra acıkmış ev halkı

biran evvel oruçlarını bozmak için ciğerin ocaktan inmesini beklerler. Çocuklar sabırsızlıkla

analarının etrafında fır dönerler. Ciğerci kedileri gibi ocağın etrafında bekleşirler.

Sabredemeyen çocuklar çaktırmadan ocakta fakır-dayan ciğere ekmek bandırmaya çalışırlar.

Bir tarih ekmeği bandırmaya çalışırken anama yakalanmıştım. Okkalı bir azar işitmiştim.

“Kurban öğleden sonra kesilse idi akşama kadar aç mı kalacaktık?”

Bu sefer azar yetmedi, terliği kafama yemiştim.” Yoldan çıkmışsın, itikadın yok mu senin?”

Kurbanın paylaştırılması her ailenin meşrebine göre değişirdi. Ama mutlaka paylaştırma şekli

önceden bilinirdi. Ona göre hareket edilirdi.

Kısaca, kurban alınışından dağıtımına kadar bir seremoni idi ve dolu-dolu yaşanırdı.

Şimdi, bugünler…

“Azizim kurbanın bir sürü eziyeti var. Hayvanı almadan kendine ortaklar bulacaksın, kurban

saatine kadar nerede besleyeceksin? Kestirmek için sıra alacaksın, kim bilir kaçıncı güne gelir.

Hadi kestirdin, evde parçalaması vs. bir sürü eziyeti var. Bunlarla uğraşacağıma marketlerden

veya diğer yerlerden alıyorum hisse bana parçalanmış, paketlenmiş hazır geliyor. Ya da parasını

gönderiyorum bir hayır kurumuna adıma hayır yapıyor. Hem böylesi daha ucuza geliyor.”

Arkadaş kurban bayramında sen ne yapıyorsun?

“ Sağ olsun, hükümet tatili dokuz güne çıkardı. Ben de alıyorum çoluk-çocuğu tatile çıkıyorum.”

Ya konu-komşu… Fakir-fukara… Eş-dost… Toplumu var eden kültürel yaşamı saymıyorum. Onları ne yapalım?

“Ya… Yılda bir defa tatilimiz var… Onu da mı heder edelim.”

MİMARİ PROJELENDİRMELER ÜZERİNE…



Bugünkü Karar gazetesinde İbrahim Kiras’ın yazısını okurken aklım geldi  “Biz mimarlar aydın-

mıyız?”

Mimarlık hayatımda ( eğitim yıllarım da dâhil) yıllar bana meslek hayatımla ilgili çok şeyler

öğretti.

Bunlar mimarlık sanatı kadar hayatla ilgiliydi de…

Kişinin mimarlık sanatıyla alakalı kabiliyeti, aldığı eğitim kadar günlük hayatındaki mimarlık alanı

haricindeki yaşadıklarından da kaynaklanır.

Burada kişinin yani mimarlık mesleğini seçmiş mimarın kabiliyeti kadar entelektüel kişiliği ile de

önemli rol oynar.

Yaşadığı çevrenin sosyal yapısı, hayat felsefesi, teknolojik imkânları kısaca yaşadığı çevrenin

“hayat gerçeklerini” bilmeli o da yetmez analiz edebilmelidir.

Kısaca “toplum olarak nerelerden geldik ve nerelere gidiyoruz?” Bu soruyu her daim kendisine

sormalı, cevaplarını aramalıdır.

Okul talebeye mimarlık eğitimi verirken bunları “es geçer.” Bizim ülkemizde böyle, diğer ülkeler

nasıl bilemiyorum.

Yıllar içerisinde birçok olaylarla karşılaştım, bunlardan dersler çıkarmaya çalıştım.

Fakültede bitirme projemi kurula sunarken diğer hocalardan biri bana projem üzerine bir soru

sormuştu. Grup hocama medet uman gözlerle bakarken hocam “bana bakma mimar olacak

adam önce projesini savunmasını öğrenmeli” demişti. Fakültedeki dört yılımın sonunda bana

verilen ilk ve en büyük dersti.

Öyle ya, eser onu meydana getiren mimarın her şeyi idi. Altına imzasını attığı projesinin kefiliydi.

Nasıl ki bir yazarın yazdığı roman onun her şeyi ise proje de çizgilerden ibaret basit bir kâğıt

parçası değildi. Onun bir ruhu vardı, o ruhu veren de mimardı.

Bana ikinci büyük dersi veren bir belediye başkanı idi.

İlküvez belediye hizmet binasını projelendirdim. Amacım çevrede parmakla gösterilecek yıllar

geçtikçe sanatsal değerinden bir şey kaybetmeyecek bir eser meydana getirmekti.

Belediye işime hiçbir şekilde karışmadı, isteklerde bulunmadı. Özene, bezene projeyi çizdim,

belediyeye teslim ettim.

Temeller atıldı, bina zemin üzerinde boy göstermeye başladı. Birkaç ay sonra merak ettim bir

gidip bakayım dedim.

Binanın çizdiğim proje ile hiç alakası yoktu. Başkan Mehmet Tombaş’a serzenişte bulundum.

Dedi ki “ Yakup seni anlıyorum, en güzelini yapmak için didindiğini de biliyorum. Bu konuda sana

müteşekkiriz. Ama hiç düşündün-mü İlküvez’in şartları bu projeyi yapmaya yani parasal kaynağı,

kalifiye ustası, malzeme tedariki bunlara elverişli mi?”

Anladım ki,

Mimar projesini yaparken mal-ü hülyalara dalmamalı.

Mimar Sinan’ın ilk büyük eserini neden elli küsur yaşında yapabildiğini o zaman anladım.

Bana ders oldu.”Mimar yaşadığı çevreyi çok iyi tanımalı ve gerçeklerini çok iyi bilmeli.”

Mesleğimin ilk yılları... Bir müşterim doğal olarak kendi evinin sahibi olmak için yıllarca para

biriktirmiş. Çoluk-çocuk ev ahalisi ile birlikte evinin şekli ile alakalı hayaller kurmuş. Haklı da…

Üstelik bir kâğıda da çiziktirmiş. Elime tutuşturdu “aynısını istiyorum” dedi.

Sırf müşteriyi memnun etmek uğruna arsa şartlarına uydurdum. Projeyi çizdim. Müşteri geldi,

projeye baktı, yüzünü buruşturdu. “Ama ben böyle hayal etmemiştim.”

Grup hocam aklıma geldi “evladım mimar olacak adam önce eserini savunmasını öğrenmeli.”

Kısaca eserime kefil olmaydım. Ama ortada kefil olunacak eser yoktu.

Ama bir konu daha vardı. Müşteriyi nasıl ikna edecektim. İkna etmem için onu iyi analiz

etmeliydim.

Dedim ki,

“Yakup mimarlık sanatı mal-u hülyalara dalıp bir şeyler çiziktirmek değildir. İnsanların ruh halini

tanıyacaksın, yaşadığın toplumu iyi analiz edeceksin, toplumun nerelere doğru yol aldığını takip

edeceksin, teknolojik gelişmeleri iyi takip edeceksin.”

Kısaca önce ülkemin aydını olmalıydım… Sonra da mimarı…

Bu yazımı aklıma geldikçe güldüğüm ama bir o kadar da hüzünlendiğim bir anımla bitireyim.

Fakülte ikinci sınıftayım. Rahmetli ağabeyim bana bir vaziyet planı gönderdi. Fevzi Çakmak mh.

Karayolu kıyısında bir arsa, iki yanı bitişik nizam, buraya beş katlı bina projesi çizmemi istedi.

Çizdim, çizdim ama apartmanın giriş kapısını zemin kattaki dükkânı zayi etmemek için bitişik

cepheden yani komşu arsadan verdim. Sora not düştüm.”Vaziyeti idare et.”

Odur budur vaziyeti idare edip gidiyoruz…

GÖRÜNENLER DOĞRU MU?




Bana ulaşan okurlarımın yazılarım konusunda iki ortak fikirleri var.

Birincisi geçmişe ve hatta Sovyet dönemine kadar uzanan vurgular yaptığımı, örneklemeler

verdiğimi; ama bugünün konularıyla bir alakasının olamayacağını…

İkincisi ise, anlatmak istediklerimi soyut kavramlar kullanarak ifade ettiğimi söylerler.

Elbette,

Yakın geçmişin ve günlük olayların önemi büyük. Hesapta olmayan, oyun içerisinde gelişen

konulara göre olayların gelişeceğini ve yönünün değişebileceğini göz ardı etmiyorum.

Mesela;

Sovyetler Birliği’nin yıkılışını Gorbaçov’a yani onun “serbestlik ve açıklık” politikalarına

bağlayarak konuyu basite indirgemiş olmuyor-muyuz?

Gorbaçov diye aydın fikirli bir lider çıkıyor “olmaz böyle şey” diyerek sihirli değneği ile dokunup

Sovyet rejimini değiştiriyor. Sonrası malum. Koskoca Sovyetler Birliği tarihe gömülüyor.

Şu soruyu sormamız gerekmez mi? Bu denli uzağı gören bir lider sonunda Sovyetlerin

yıkılacağını neden öngöremedi?

Bu soru Sovyetlerin yıkılışından bu yana hep zihnimi kurcalar. Her zaman bu soruma cevaplar

ararım. Komplocu huyumu da katarak…

Dünya gerek teknoloji olarak gerekse düşünce olarak devamlı gelişiyor. Ancak dünya ölçeğinde

bir felaket yaşanırsa sil yeni baştan yapılabilir. Tabii yeryüzünde insan denilen canlı kalırsa…

Toplumlar devamlı gelişme halinde olduğuna göre; Biz avam neslinin aklına hiçbir zaman şu

soru gelmedi.

“İkinci Dünya Savaşından sonra Sovyetlerin yıkılışına kadar dünya tam kırk beş yıl giderek

durağan hale geldi. Hâlbuki (her ne kadar gelişmelerden toplum yeterinde faydalandırılmasa

bile)her türlü teknoloji ve buna bağlı olarak insan düşüncesi gelişti. Bu böyle gitmezdi.

Birincisi teknolojiyi geliştiren şirketler bunu kazanca dönüştürmek isteyeceklerdir. Sabırları

nereye kadar olacaktı?

İkincisi Sovyet bloğu bu cendereye daha ne kadar dayanacaktı?

Gerisi yani yaşananlar bana göre teferruat.

Asıl sorumuzu soralım.

Birdenbire her türlü teknolojinin gemi azıya alması, dünyanın giderek küçülmesi insan düşünce

ve yaşamında dolayısıyla toplumlarda, buna bağlı olarak devlet yönetim sistemlerinde köklü

değişiklikler kaçınılmaz olacaktır. Nitekim Dünya bu çalkantılar içerisinde.

Elbette ülkemiz yani devletimiz dünyadan azade değil. Ekonomi, teknoloji bir yana eğitim yılı

ortalamasında (2022 verilerine göre) 37 OECD ülkeleri arasında 29. sırada. Bir de eğitim

kalitesi dikkate alındığında durum hep vahim.

Böyle bir eğitim düzeri olan ve geçmişi çalkantılarla geçmiş bir ülkenin siyasetinden, toplumsal

aksiyonuna, basınından gündelik yaşamına hep orta ölçeklidir. Yani var olma savaşı veren bir

ülke değil kırk-elli yılını, beş-on yılını bile planlamaktan yoksundur.

Size yine geçmişten bir örnek vereyim,

İkinci Dünya Savaşından sonra Dünya bölüşüldü. Küçük ülkeler gıkını çıkaramadı. Ülkemize

gelince; Sovyet tehdidinden dolayı önce çok partili sisteme geçtik. O yetmedi, NATO’ya girmek

için Kore’ye asker göndermek zorunda kaldık.

Siyasilere sorsanız “amaç geleceği parlak gelişmiş bir ülke yaratmak.”

2000’li yıllarda %45’i köylü olan bir toplumu siyasetçiler ülkeyi arşa çıkarıyorlardı. Bugün köylü

nüfusumuz %10 indi. İndi inmesine de şehre göç etmekle şehirli olunmuyor ki!..Uydur-uydur

millete cenneti vaat et. Şunu da hatırlatayım. İktidarı, muhalefeti ve bilumum vatandaşlar

olarak romanın irili -ufaklı kahramanlarıyız.

Prompterden okumak kolay… Acaba prompterdekini kimler ve neden yazdı? Bir de romanın

sonunda ne olacak? Asıl önemli olan bu…

Ah bir bilsem... Komploculuğum henüz o kadar gelişmiş değil. Malum orta gelişmişlikte bir

ülkede yaşıyorum.

BİR HAYALİM VAR !..(son)

                          Geçen gün Tolstoy’un okumakta gecikmiş olduğum romanını okudum. Savaş ve Barış romanını… 1800’lü yılların başında ...