Tarihte
yeni devlet kuran ya da iktidara gelen krallar iktidarlarını meşrulaştırmak
için kendilerini mutlaka geçmiş devletlere ve hanedanlara bağlarlar.
Nitekim,
Fatih Sultan Mehmet Konstantiniyye’yi (İstanbul’u) fetih ettiğinde kendini
kayser ilan ederek Roma İmparatorluğunun devamı olduğunu ifade ederek Osmanlı
Devleti’ni işgalci değil, Romanın devamı olduğu iddiasında bulunmuştur. Daha
sonraları zaman, zaman Osmanlı Hanedanı kendi soyunu Mete Hana kadar
götürmüştür.
Yine
Timur kendinin Cengiz Han soyundan geldiğini iddia etmiştir.
İttihat
ve Terakki Cemiyeti Abdülhamit’e karşı özgürlük mücadelesi için kurulsa da o
çağın milletleşme akımlarına paralel olarak Osmanlı Devleti içinde artan etnik
milliyetçilik akımlarına karşı tepki olarak kurulmuştur.
İlan
edilen ikinci meşrutiyetten sonra iktidara gelen İttihat ve Terakki Fırkasının
uygulamalarını beğenmeyen karşıt siyasi akımlardan en göze batanı Abdülhamit
dönemini savunan kesimlerdir. 31 Mart vakası da “din elden gidiyor. Şeriat
isteriz” gerekçeleriyle ortaya çıkmıştır.
Bastırılan
31 Mart kalkışmasının akabinde Çanakkale Zaferinden sonra Birinci Dünya
Harbinin sonuna kadar iktidarda kalan İttihat ve Terakki devletin her
kademesinde kök salmıştı. Meşhur Teşkilat-ı Mahsusa bile İttihatçılardan kurulu
idi.
Ancak,
İstanbul’un işgalinden sonra Ankara’ya taşınan meclisin içinde her siyasi
görüşten mebuslar vardı. Ama ağırlık İttihat ve Terakkiden yana idi.
İttihat
ve Terakkinin Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Enver, Talat, Cemal Paşalar gibi
ilk sıradaki yönetim kadrosu ülke dışına kaçmış yönetim zimmi olarak yönetim
sorumluluğu olmayan Mustafa Kemal (Atatürk), Kazım Karabekir, İsmet İnönü gibi
daha alt kadrolar tarafından yürütülmekte idi.
Şunu
belirtmeden de geçmeyelim. Yurt dışına kaçanlar ya da (çeşitli nedenlerle)
yönetimden tasfiye edilenler Ankara yönetimiyle irtibatlarını kesmediler. Yurt
dışı konularında zaman zaman beraber çalıştılar.
Ankara
Meclisindeki muhalefetin en güçlüsü İslamcı kesimdi. Nitekim Mustafa Kemal bu
kesimi memnun etmek için (meclis açılışında olduğu gibi) dini görüntüler
sergilemekten çekinmemiştir.
Kurtuluş
Savaşı kazanıldıktan sonra Mustafa Kemal’in karşısına iki önemli rakip kesim
çıkmıştır. Birincisi mecliste olan İslami kesim, ikincisi ise meclis dışında
kalan İttihat ve Terakkinin muhalif kesimi.
Burada
not düşelim; Mutafa Kemal Cumhuriyetin ilanından önce İttihatçı Kara Kemal’le
İzmit’te beraber parti kurmak konusunda görüşmüşler ama anlaşamamışlar,
akabinde Mustafa Kemal kendi partisi olan Cumhuriyet Halk Fırkasını kurmuştur.
Daha
sonra Mustafa Kemal yönetim dışı kalmış İttihatçıları İzmir suikastı davasıyla
tasviye etmiştir.
Zaman
içerisinde de İslamcılar meclisten tasfiye edilmişler, devlet Mustafa Kemal’in
zihninde oluşturduğu biçimiyle rejimini kurmuş, biçimlendirilmiştir.
Her
ne kadar kurucu lider olarak Mustafa Kemal olsa da başlangıç noktası olarak
İttihat ve Terakki Cemiyetinin izlerini taşımakta, kadrolarını barındırmakta
idi. Cumhuriyeti İttihatçı kadrolar kurdu diyebiliriz.
O
günden sonra İslamcı kesim her zaman cumhuriyete mesafeli olmuşlardır. Aslında
cumhuriyeti kurma haklarının kendilerinin olduğu, bu hakkın gasp edildiği
düşüncesi taşımışlardır. Hala öyledir.
Bugüne
geldiğimizde,
AKP
iktidara adaletli yönetim içerinde kalkınmak iddiası ile gelmiştir. Yani Mevcut
sistem içerinde kalmak üzere daha adil bir yönetim vaat etmişti. Ne var ki
zaman geçip kadrolarını yerleştirdikçe,
kendini
devletin sahibi olarak görmeye başlamış, ellerinden alınan hakkın geri alınması
olarak görmüştür.
Ancak
bir problem vardır. “Kendini meşru zemine oturtması gerekmektedir.”
Meşru
zemin Mutafa Kemal ve arka planda İttihat ve Terakki’dir. Dolayısıyla
cumhuriyetin kuruluşunu esas alamaz. Daha gerilere gitmesi gerekir ki, o da
Abdülhamit dönemidir. Abdülhamid’i kutsayıp (hatta ermiş mertebesine çıkartıp)
iktidarın ondan gasp edildiği inancıyla devletin asıl sahiplerine iade edildiği
düşüncesidir. Zaten AKP’nin Osmanlıya olan platonik tutkusu buradan
gelmektedir. Böylelikle aslında Osmanlının devam ettiği ve yüz yıllık ara
dönemin sona erdirilmesi düşüncesidir. Kısaca Atatürk ve yüz yıllık cumhuriyet
yok hükmünde olmalıdır.
Böylece
AKP kendini Abdülhamid’e dayandırarak kendinin tarihsel meşruluğunu kanıtlamış
olmaktadır/ olacaktır.
Bana
göre bütün kavgalar bunun üzerine… Tutar mı?
Atatürkçülere
bakıyorum, sen kalk yüzyıllık iktidarı koruyama… Sonra salya sümük ağla…
AKP’ye
gelince, dünya konjonktürü ve çekere bakıyorum… Yolun sonu hayra alamet değil.
“Ama her ne olursa olsun, iktidarda kalalım yeter diyebilirler. Tıpkı
Atatürkçüler gibi.
Dedim
ya… Bunlar benim hep “AKLA ZİYAN KOMPLO TEORİLERİM.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder