Tarih
kitapları anlatır… Bizans’ın son zamanlarında hayat (varsa yoksa) hipodromdaki
at yarışlarına odaklanmış. Halkın bütün derdi Yeşiller ile Maviler takımları
arasındaki mücadelelermiş. Sonuç malum.
Fransız
İhtilalinden önce, hâkim güç-bunlar monarşilerdi- kendilerini meşru tabana
dayandırmak ve hakimiyetini sürdürebilmek için mutlaka devlet dini ya da
mezhebine dayandırırlardı.
Mesela
İngiltere krallığı otoritesini sağlamlaştırmak için Anglikan Kilisesini ihdas
etmişti. Yine Şah İsmail otoritesini Şia inancına dayandırmış, Osmanlı da buna
karşılık Suniliği seçmişti. Fransız İhtilalinden sonra sanayileşme devrinin
başlaması ve ideolojilerin dünya gündemine gelmesiyle devletler otoriterini
etnik ve ideolojiler üzerinden sağlamak istemişlerdir. Etnik tebaanın
milletleşmesi ve akabinde ideolojinin devreye girmesine en güzel örnek
Sovyetler Birliğidir.
1917
devriminden sonra kurulan Komünist rejim tüm acımasızlığı ile Rus tebaası
üzerine çökmüş, var olan sosyal ve kültürel düzen değiştirilirmiştir. Sınıfsız
düzen iddiası sosyal ve ekonomik sınıfları tasfiye etmiş yerine kendi ideolojik
anlayışlarına göre ‘sınıfsız sınıflar(?)’ ihdas etmiştir. Bu zorla düzenleme
mayası Sovyet toplumunda ancak yetmiş yıl sürdürülebilmiştir. Sonunda 91’de
yıkılan Sovyet imparatorluğu geriye kültürel düzenin tarumar edildiği, sosyal
ve ekonomik sınıfların olmadığı bir enkaz bırakmıştır.
Malum
olduğu üzere, Rus federal devletinin ilk burjuvası oligarklar olmuştur. Halbuki
toplumda burjuvanın toplum içerisindeki anlamı çok daha başka ve derindir.
Ayrıca toplum ara sınıflarından mahrum olduğu için sınıf geçişleri
sağlanamamıştır. Sonunda, Rusya da siyasal ve sosyal yapı göz önündedir.
Kısaca,
yüzyıllardır yavaş ve etkili dönüşümlerini sağlayan toplumlar, on dokuzuncu
yüzyılın sonlarından itibaren yirminci yüzyılın sonuna kadar birdenbire kısa
zamanda cebri dönüşümlere uğratılmışlardır. Yirminci yüzyılın sonlarından
itibaren de ideolojiler tasviye edilirken de aynı travmalar yaşanmaktadır ve
daha çok yaşanacağa benzemektedir. Şimdi de ideolojiler tasviye edilirken de travmalar
yaşamışlar, halen de yaşıyorlar. Bu travmanın ne kadar süreceği belli değildir.
Ülkemiz de dünyanın bu gidişatından nasibini almış, yüzyıllık devletimiz halen
bu travmaları yaşamaktadır.
Çeşitli
ideolojik – çağdaş, insan hakları, özgürlük vs. adlar altında- sunulan bu
sunumlar aslında sisteme hâkim olma mücadelesinin görünen yüzüdür. Bu
kavramlardan öte, sisteme hâkim olmak, ülkenin gelir kaynaklarına hâkim olmak
demektir. (Günümüzün modası) İnsan hakları, özgürlük, demokrasi toplumlara hoş
gelen kavramlardır. İnsan dolayısıyla toplumlar için aynı zamanda gereklidir
de… Çünkü iktidarlar toplumu hoşnut ettiği sürece ayakta kalabilir, iktidarını
sürdürebilir. Kısaca bu karşılıklı menfaatleşmekdir.
Adını
zikrettiğimiz kavramlar hâkim gücün toplumu disipline etmenin argümanlarıdır.
Ama bir anlamda da tolumu galeyana getirmenin de yöntemidir.
Ülke
kaynakları toplumun ihtiyaçlarına göre dağıtılıp, insanların geleceklerinden
emin olduğunda, yaşam için asgari ihtiyaçları karşılandığında, adı geçen
kavramlar toplum tarafından çok da kale alınmaz.
Bunu
sağlayan sistem, alternatif düşünce ve akımları kendi kontrollerinde manipüle
ederler. Toplum da ülkede özgürlüğün, insan haklarının olduğu inancı içerisinde
huzur içerisinde günlük yaşamını sürdürür.
Ülkemiz
özelinde;
Yıkılan
imparatorlunun enkazı üzerinde fukaralığın gırtlağa dayandığı, burjuva dahil
sosyal sınıflarının olmadığı, milletleşmesini tamamlayamamış, çeşitli fikri
akımların siyasal düzene hâkim olmak hevesi olan bir devletten söz ediyoruz.
Böyle bir ortamda şüphesiz birtakım kırılıp, dökülmeler olacaktı. Olmuştur
da!..
Ancak,
Her
devrim, ana fikir itibarıyla halk adına halk için yapılır. Devrimin başarılı
olması, halkın kabullenme derecesi ile doğru orantılıdır. Yoksa devrim baskı ve
otoriteye dönüşür ki, sonuç hüsrandır.
Tarihi
süreç içerisinde elbette toplumun dönüştürülmesi, uygarlığı yakalama, daha
medeni bir toplum yaratma adına birtakım kararlar alınır. Bunlar doğaldır. Ama
“ben yaptım oldu, ya da doğrusu budur” dayatmaları (toplum razı olmuş gibi
görünse de/ gözükse de) sonunda ters teper. Sovyet örneğinde olduğu gibi
tarihte bunun örnekleri çoktur.
Ülkemiz
kronolojik olarak hangi yollardan geçti? Bunu konunun uzmanlarına bırakalım.
İki bin iki de gelinen nokta;
Sisteme
hâkim, (tüm devlet kurumları, ekonomisi ile) meşruiyetini halkından değil, kurucusundan
alan, toplumun yarıya yakını köylerde yaşayan, çeşitli siyasal söylemlerle
(siyasal partiler, sivil toplum örgütleri, seçim vs. ile özgür gözükse de)
baskı altında tutulan ve hâkim gücün ulufelerine muhtaç bir toplum… Kendi
medeniyetini geliştirememiş, tüm yaşamını “kurucuna göre” çağdaş yaşam adı altında
şekillendiren bir yaşam anlayışı ile diretilmesi.
İki
bin ikiden sonra (ne oldu ise) toplumun stabil yaşamının ters yüz edilmesi,
köylerin boşaltılması, çeşitli adlar altında şekillenmiş (baş örtüsü yasağı
gibi) yasakların kaldırılması… Anlıyoruz ki, ülkemiz artık yeni bir sisteme ve
şekillenmeye doğru yol alıyor. Bunların hep bildik hak, hukuk, özgürlük adına
yapıldığıdır. Ama gerçekten öyle mi? (Devam edecek)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder