Bu Blogda Ara

28 Nisan 2025 Pazartesi

MAVİLER VE YEŞİLLER!..(işler sarpa sardı)

 


Tarih kitapları anlatır… Bizans’ın son zamanlarında hayat (varsa yoksa) hipodromdaki at yarışlarına odaklanmış. Halkın bütün derdi Yeşiller ile Maviler takımları arasındaki mücadelelermiş. Sonuç malum.

Fransız İhtilalinden önce, hâkim güç-bunlar monarşilerdi- kendilerini meşru tabana dayandırmak ve hakimiyetini sürdürebilmek için mutlaka devlet dini ya da mezhebine dayandırırlardı.

Mesela İngiltere krallığı otoritesini sağlamlaştırmak için Anglikan Kilisesini ihdas etmişti. Yine Şah İsmail otoritesini Şia inancına dayandırmış, Osmanlı da buna karşılık Suniliği seçmişti. Fransız İhtilalinden sonra sanayileşme devrinin başlaması ve ideolojilerin dünya gündemine gelmesiyle devletler otoriterini etnik ve ideolojiler üzerinden sağlamak istemişlerdir. Etnik tebaanın milletleşmesi ve akabinde ideolojinin devreye girmesine en güzel örnek Sovyetler Birliğidir.

1917 devriminden sonra kurulan Komünist rejim tüm acımasızlığı ile Rus tebaası üzerine çökmüş, var olan sosyal ve kültürel düzen değiştirilirmiştir. Sınıfsız düzen iddiası sosyal ve ekonomik sınıfları tasfiye etmiş yerine kendi ideolojik anlayışlarına göre ‘sınıfsız sınıflar(?)’ ihdas etmiştir. Bu zorla düzenleme mayası Sovyet toplumunda ancak yetmiş yıl sürdürülebilmiştir. Sonunda 91’de yıkılan Sovyet imparatorluğu geriye kültürel düzenin tarumar edildiği, sosyal ve ekonomik sınıfların olmadığı bir enkaz bırakmıştır.

Malum olduğu üzere, Rus federal devletinin ilk burjuvası oligarklar olmuştur. Halbuki toplumda burjuvanın toplum içerisindeki anlamı çok daha başka ve derindir. Ayrıca toplum ara sınıflarından mahrum olduğu için sınıf geçişleri sağlanamamıştır. Sonunda, Rusya da siyasal ve sosyal yapı göz önündedir.

Kısaca, yüzyıllardır yavaş ve etkili dönüşümlerini sağlayan toplumlar, on dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren yirminci yüzyılın sonuna kadar birdenbire kısa zamanda cebri dönüşümlere uğratılmışlardır. Yirminci yüzyılın sonlarından itibaren de ideolojiler tasviye edilirken de aynı travmalar yaşanmaktadır ve daha çok yaşanacağa benzemektedir. Şimdi de ideolojiler tasviye edilirken de travmalar yaşamışlar, halen de yaşıyorlar. Bu travmanın ne kadar süreceği belli değildir. Ülkemiz de dünyanın bu gidişatından nasibini almış, yüzyıllık devletimiz halen bu travmaları yaşamaktadır.

Çeşitli ideolojik – çağdaş, insan hakları, özgürlük vs. adlar altında- sunulan bu sunumlar aslında sisteme hâkim olma mücadelesinin görünen yüzüdür. Bu kavramlardan öte, sisteme hâkim olmak, ülkenin gelir kaynaklarına hâkim olmak demektir. (Günümüzün modası) İnsan hakları, özgürlük, demokrasi toplumlara hoş gelen kavramlardır. İnsan dolayısıyla toplumlar için aynı zamanda gereklidir de… Çünkü iktidarlar toplumu hoşnut ettiği sürece ayakta kalabilir, iktidarını sürdürebilir. Kısaca bu karşılıklı menfaatleşmekdir.   

Adını zikrettiğimiz kavramlar hâkim gücün toplumu disipline etmenin argümanlarıdır. Ama bir anlamda da tolumu galeyana getirmenin de yöntemidir.

Ülke kaynakları toplumun ihtiyaçlarına göre dağıtılıp, insanların geleceklerinden emin olduğunda, yaşam için asgari ihtiyaçları karşılandığında, adı geçen kavramlar toplum tarafından çok da kale alınmaz.

Bunu sağlayan sistem, alternatif düşünce ve akımları kendi kontrollerinde manipüle ederler. Toplum da ülkede özgürlüğün, insan haklarının olduğu inancı içerisinde huzur içerisinde günlük yaşamını sürdürür.

Ülkemiz özelinde;

Yıkılan imparatorlunun enkazı üzerinde fukaralığın gırtlağa dayandığı, burjuva dahil sosyal sınıflarının olmadığı, milletleşmesini tamamlayamamış, çeşitli fikri akımların siyasal düzene hâkim olmak hevesi olan bir devletten söz ediyoruz. Böyle bir ortamda şüphesiz birtakım kırılıp, dökülmeler olacaktı. Olmuştur da!..

Ancak,

Her devrim, ana fikir itibarıyla halk adına halk için yapılır. Devrimin başarılı olması, halkın kabullenme derecesi ile doğru orantılıdır. Yoksa devrim baskı ve otoriteye dönüşür ki, sonuç hüsrandır.

Tarihi süreç içerisinde elbette toplumun dönüştürülmesi, uygarlığı yakalama, daha medeni bir toplum yaratma adına birtakım kararlar alınır. Bunlar doğaldır. Ama “ben yaptım oldu, ya da doğrusu budur” dayatmaları (toplum razı olmuş gibi görünse de/ gözükse de) sonunda ters teper. Sovyet örneğinde olduğu gibi tarihte bunun örnekleri çoktur.

Ülkemiz kronolojik olarak hangi yollardan geçti? Bunu konunun uzmanlarına bırakalım. İki bin iki de gelinen nokta;

Sisteme hâkim, (tüm devlet kurumları, ekonomisi ile) meşruiyetini halkından değil, kurucusundan alan, toplumun yarıya yakını köylerde yaşayan, çeşitli siyasal söylemlerle (siyasal partiler, sivil toplum örgütleri, seçim vs. ile özgür gözükse de) baskı altında tutulan ve hâkim gücün ulufelerine muhtaç bir toplum… Kendi medeniyetini geliştirememiş, tüm yaşamını “kurucuna göre” çağdaş yaşam adı altında şekillendiren bir yaşam anlayışı ile diretilmesi.

İki bin ikiden sonra (ne oldu ise) toplumun stabil yaşamının ters yüz edilmesi, köylerin boşaltılması, çeşitli adlar altında şekillenmiş (baş örtüsü yasağı gibi) yasakların kaldırılması… Anlıyoruz ki, ülkemiz artık yeni bir sisteme ve şekillenmeye doğru yol alıyor. Bunların hep bildik hak, hukuk, özgürlük adına yapıldığıdır. Ama gerçekten öyle mi? (Devam edecek)

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

CHP ve ÖTESİ

  Geçen gün Karar’da İbrahim Kahveci’nin bir yazısında, anket ortalamalarında oy yüzdesi olarak CHP’nin %33-34 AKP’nin ise %29-30 bandında o...