Şöyle düşünelim,
Sovyetler Birliği
dağılmadan önce, ülke içindeki her türlü olumsuzlar sistem içindeki yanlış
uygulamalardan olduğu düşünülüyordu.
Nitekim Gorbaçov Perestroyka (yeniden
yapılanma) söylemiyle yola çıkmıştı. Yani sistemin yeniden ele alınıp, aksak
yerlerinin düzeltilmesiydi. Bunun içinde Glasnost (açıklık)da vardı. Otoriter
olan rejimin gevşetilmesi ve özgürlüklerin genişletilmesiydi. Uygulama Sovyetler
Birliğinin yıkılmasını getirdi.
Netice itibarıyla,
Suç sistemin yanlış uygulanması değildi. Suç sistemin
kendisiydi. Gorbaçov ve arkadaşları işin buralara kadar geleceğini tahmin etmişler-miydi?
Bilemiyoruz. Belki de bildikleri halde kamuoyunun tepkilerinden çekindiler.
Yumuşak geçiş yaptılar.
Bu arada; Sovyetler Birliğinin kansız yıkılması bir
başarıdır. Ama kimlerin? Bunu da bilemiyoruz. En azından ben bilmiyorum. Zaten
konum da değil.
Türkiye’ye gelelim,
2002 yılında AKP iktidara gelmeden önceki memleket ahvalini
kısa notlarla hatırlayalım.
1923 yılında Cumhuriyet kurulduğunda ekonomisi ilkel tarıma
dayanan, sosyal sınıf olarak burjuvası olmayan, çoğunluğu köylü, işçi sınıfı
hak getire, orta sınıfı yetersiz, teşkilatlı ordu ve güvenlik güçleri ile
idareci bürokrat sınıfı. Belirlenmiş siyasetçiler ile güdümlü bir meclis. Tüm
ülkenin başında tek seçici ve yönetici bir lider
Mustafa Kemal’den sonra tek lider İsmet
İnönü, sonrasında Menderes hükümetleri ve 1960 ihtilali. Asılan bir başbakan
ile iki bakan. Hangi taraf haklı? Bu soruyu sormak yerine ülkenin
kutuplaştırılması neden umursanmadı? Sorusunu sormak gerekmez mi?
71’ muhtırası ve akabinde 80’ darbesi…
Askerler memleketi düzeltmeye(!) alışmışlardı bir kere. Sonra
Özal’la beraber liberal ekonomiye geçiş. Köyden şehre kitlesel yoğun göçler
olmasa bile, hayatında kasabasından çıkmamışlar çalışmak için büyük şehirlerin
yolarına düştüler.
90’la 2000’ler arası faili meçhul suikastlar, şüpheli
siyasetçi ölümleri, 28 Şubat post modern darbesi ile geçti.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana (CHP) dahil tüm partiler
kendi zenginlerini yaratma derdine düştüler. Taraflı, yandaş, kısa zamanda
köşeyi döndürmeler ve bu zenginler üzerinden siyasetçilerin nemalanmaları.
Kısaca,
Devlet kapanın elinde geleceği garanti alma aracı haline
geldi. Bunun için, ekonomik kurumlar dahil, yargı, ordu, emniyet,
bürokrasi…Kısaca devleti devlet yapan bütün kurumlar kullanıldı. Ama şu taraf
ama bu taraf hiç fark etmedi. Emeni kapan ivedilikle buralara el attı.
Ordu “memleket sevdasından” ülke idaresinde hep baş aktör
oldu. Gerekli gördüğünde (işine gelen mazeretlerle) siyasetçilere ayar verdi ve
hatta onları hain ilan etti. Amacı için başta yargı dahil her kurumu kullandı.
Bir tek ekonomik çevrelere el atmadı. Hatta (28 şubatta olduğu gibi) onlardan
nemalandı.
Ben, ordunun (her ne kadar silahlı güç olsa da) ekonomik gücü
arkasına almadıkça ülkeye ayar verecek kadar güçlü olabileceği kanaatinde
değilim. Bunu not olarak ilave edeyim.
Ekonomik durumumuza gelince;
Cumhuriyet kurulurken burjuvamızın olmadığını söylemiştik. Devlet
ekonominin lokomotifliğini ya kendi üzerine alır ya da özel sektöre yani
burjuvaya terk eder.
Şöyle zannedilir, devlet ekonomik faaliyetlerinde stratejik
davranır. Ama özel sektör (burjuva) kanalıyla yaptığında müdahale etmez. Bu
tamamen yanlıştır. Devleti ayakta tutan unsurların başında ekonomi geldiğine
göre bu şu anlama gelir, “ben bekamı yani geleceğimi burjuva kanalıyla
yönlendirip, yöneteceğim.” Dolayısıyla burjuva ülkenin geleceği için çok
önemlidir. Bir anlamda burjuva devletin ekonomi ayağıdır.
Burjuvanın bir başka görevi daha vardır ki… Hep göz ardı
edilir. Medeniyetin lokomotifliğini de yapmak. Teknolojinin yanında medeniyet
de ekonomi ile gelişir. Bu özet bilgiler ışığında şu soruyu soralım; burjuva
üzerine düşen vazifeyi yerine getirdi mi?
Burjuvadan iki örneği araya sıkıştırayım. 50 yıldır otomotiv üreten bir
burjuva kendi markasını yaratması gerekmez miydi? Hala montaj işiyle uğraşıyor.
Bu nasıl bir ruhtur?
Yine öyle bir ülke ki,
İdeolojik olarak ayrışmış, ayrı dernekleri olan burjuvaları
var. (!)
Kısaca, Eskişehir’in doğusundan bihaber
bir burjuva!... Anadolu’dan kopuk, Anadolu’ya işi deposu ve tüketici gözüyle
bakan bir “burjuva namzedi!”
Devam edelim,
Ülkemizin daha 2000 yılının başlarında
%43’ü köylü idi.
Yani köylerde yaşıyordu. Siz dünyada %43 köylüden oluşmuş
gelişmiş bir ülke gösterebilir misiniz?
Ama 2000 yılı öncesi siyasetçilerinin hemen tamamı seçim
meydanlarında “köylünün” mahsulüne daha fazla fiyat vereceklerini vaat
ediyorlardı. Halbuki o yıllarda dünya artık “akıllı tarım” teknolojisine
geçiyordu.
Bir ülkenin ekonomisi sermaye sınıfı, eğitimli nüfusu ve
akıllı yatırımları ile kalkınır. Ama ondan önce üzerinde mutabakat sağlanmış
değerler manzumesine sahip olması gerekir.
Biz değerler dediğimiz zaman ideolojik fikirlerimiz aklıma
geliyor. Halbuki ideoloji değer değildir. Gidilen yoldur.
Yüzyıllardır oluşmuş, toplumun zimmi olarak üzerinde mutabık
kalmış yaşam felsefesidir. Zaman içerisinde birtakım değişimlere uğrasa bile,
toplum kendi hayat tarzına göre şekillendirir.
Bunun örneğini Sovyetler Birliği ve Çin’de gördük. İdeolojik
dayatma Sovyetler Birliğini çökertti, Çin’i dönüştürdü.
Başta da belirttiğimiz gibi Cumhuriyet olmayan burjuvasını
halkın değerlerine göre oluşturamadı. Ama zengin yarattı, fırsatçılarını ihya
etti.
Kısaca,
Tüm kurumlarımız ve sınıflarımız değerler verine politize
olmuş kurumlar ve sınıflar haline geldi
Bu durumda olan bir ülke yönetimi 2002 yılında haydi düzelt
diye AKP’ye teslim edildi.
AKP’yi kuranlara baktığımızda,
Baştakilerinin çoğunun politize olmuş, çatışmacı düzenden
gelmiş… Arızanın sistemden değil, el değiştirmeyle çözülebileceğine inananlar
olduğunu…
Köklü değişikler yapabilecek her türlü bilgiden yoksun
olduklarını, becerilerinin de buna yetmeyeceğini…
En önemlisi,
Yıllardır hasret kaldıkları iktidar nimetlerinden (öncelikle)
faydalanmadan, kısaca doymadan böyle bir işe soyunmayacaklarını bilmemiz
gerekir.
Öbürlerinin devranı seksen yıl sürdü… Sabır!..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder