Ulu Meşemin dibindeki sandalyeme çökerken, gözüm Ulu
Meşeme takıldı. Gayr-i ihtiyarı hazla gülümsedim, sevinçle “bahar ne çabuk
geldi dedim içimden… Ulu meşemin de yaprakları uç vermeye başladı. Hâlbuki daha
geçen hafta hiçbir emaresi yoktu.”
Sandalyeye yayılırken, “şu sırt ağrıları da
öldürecek beni.” İkindinin akşama dönmüş güneşinin sıcaklığını sırtımda
hissettikçe mayıştım… Kendimden geçmişim.
x x x x
Aç karnına akşamın erken saatinde uyursan, işte
böyle gecenin bir vaktinde uyanırsın diye söylendi. Yattığı divandan ayaklarını
yere saldı, sağına, soluna kayıtsızca baktı. Ne yapacağını kestiremez durumda
öylece kaldı.
İyice kendine geldiğinde, ani kararla yatağına
sırtüstü uzandı. Anlamsızca gökyüzünü seyretmeye başladı. Şantiyede kaldığı
barakanın damı şeffaf naylonla örtülmüştü. Hemen bitişiğindeki Ulu Çınarın
dalları nerede ise barakanın damına değiyordu.
Şantiyenin karşısındaki Vilayet Konağına istinaden o
mıntıka haddinden fazla ışıklandırılmıştı. Kışın yapraklar döküldüğünde Çınar
ağacının dallarını nerede ise bütün ayrıntıları ile görebiliyordu.
O gece hava açık ve bulutsuzdu. “Ulan şu lambalar
olmasa yıldızları bile seyrederdim, kim bilir?
Bahar henüz gelmişti. Çınar ağacının yapraklarının
uç verdiğini hisseti. Çünkü dallar artık zor seçiliyordu. “Sıçankulağı kadar
olmuşlardır herhalde” diye tahmin yürüttü.
Böyle durumlarda her zaman olduğu gibi Mal-u
hülyalara daldı. İstanbul’a ilk geldiği yılları hatırladı.
Vaktiyle,
Yani
Evren Paşanın memleketi kurtarmasından(!) önce, üniversite talebeliği daha
sosyeteleşmemişti.
Fakültede
eğitim görürken, hayat mektebinin de çetrefilli yollarında yürüyorduk. Bir
anlamda hayatın anlamını kavramaya çalışıyorduk.
Şimdikiler
gibi cilalı, afili masaların hayalini kurmaz, bir baltaya sap olmanın… Ondan
daha önemlisi geleceğini kestiremeyen, ileri yaşına rağmen yarınlarını garanti
edememiş çilekeş atamızdan dersler çıkarıp, kıyıda, köşede de olsa SSK’lı bir
işe sahip olmanın hayali içindeydik.
Zannederim
biz bu amaçlar için öğrenim gören son nesillerdendik.
Bizden
evvelki yani ’68 kuşağı dediğimiz nesil, buna henüz lise, hatta ortaokul
çağlarında hayat mektebine başlamışlardı.
Daha
henüz ana kucağında sabilerken, köyden gelip bir başlarına birkaç arkadaşı ile
birlikte küf kokan iki odalı evlerde kalıp eğitimlerini sürdürmeye çalışan mekteplileri
bilirim. Hafta sonları Ünye’ye uzak köylerine gidemeyenlere, babaları haftanın
belli gününde yumurta, yoğurt, süt gibi pratik yemekler için nevaleler
getirirlerdi. Öğlenleri yemek ihtiyaçlarını, babalarının anlaştıkları
fırınlardan ya da okul yakınındaki bakkallardan yarım ekmek arası tahin
helvalarıyla giderirlerdi.
Ben
şanslı talebelerden biriydim. Biz şehirde otururduk. Lise sona kadar da öyle
oldu.
Ve
hatta…
İstanbul’a
ilk gittiğim ’65 yılını saymazsak, ‘72’de İstanbul’a gittiğimde kalacağım bir
evim, bana rehberlik yapacak bir ağabeyim vardı.
Diğer
arkadaşlarım ya ucuz otel köşelerinde ya da kendilerinden önce öğrenime
başlamış hemşerili arkadaşlarına sığınırlardı. Sonra, zaman geçtikçe, çevreye
alıştıkça başlarının çaresine bakarlardı. Ya devlet yurtlarına kapağı atarlar
ya da birkaç arkadaş birleşip daire kiralarlardı. Daire kiralamak da o kadar
kolay değildi. Ya daireden çıkacak kiracı çıkmadan daireye yerleşirler, ya da
emlakçı ile kafayı uydururlardı.
Cepleri
dolu geldikleri iaşelerin bitimine yakın iki yakayı bir araya getirmenin, dolmuş
parası dâhil her şeyden tasarruf etmenin derdine düşerlerdi. Memleketten ne
zaman geleceği belli olmayan iaşenin sıkıntısını iliklerine kadar
hissederlerdi.
Bu
onlara birbirleri ile dayanışmayı öğretirdi.
İstanbul’da
üniversiteye ablamın yanında kalarak başladım. Her ne kadar hesaplı olmayı
bilsem de eniştem ve ağabeyimin sayesinde bu tür zorluklarla karşılaşmadım.
Sonra,
Eniştemin
başka şehre tayin olması, ağabeyimin okulu bitirip İstanbul’dan ayrılması ile
birlikte benim de hayatla baş başa kalma yıllarım başladı.
Her
ne kadar okulum günlük siyasi olaylardan pek nasibini almasa bile, okul ve
diğer masrafların yanında buzdolabı, çamaşır makinesi gibi bugünün sıradan
eşyalarının olmadığı bir evde hayata göğüs germek kolay değildi. Ama diğer
arkadaşlarımdan yine de daha şanslı idim. Ev sahibi akrabamızdı. Yanıma arkadaş
almama şartıyla, cüzi bir kira ile oğlu evlenene kadar evde kalmama izin verdi.
Yine
de hayat kolay değildi. Ama şikâyette etmiyordum. Hayatın genel akışıydı.
Yorgun, argın aç bi aç eve gelip yemek yapmak, güğümde su ısıtıp kirlileri elde
yıkamak ve hatta yıkanmak bile başlı başına bir uğraştı.
Eğer
banyonuzda kazan varsa bu sizin için bir nimetti. Ben bunda da şanslı idim.
Banyomda bakır kazanım vardı. Kazanımı haftada bir gün (çoğunlukla pazar
günleri) yakar, banyomu yapar sonra kalan sıcak su ile kirli çamaşırlarımı elde
yıkardım.
Dedim
ya,
Ben
yine şanslılardandım. Evde yalnızdım. Han odaları gibi kimin gelip, gittiği
belli olmayan kalabalık talebe evlerinde, ya da her an can korkusu yaşamak
zorunda olacağım devlet yurtlarında kalmadım.
Ama
ne olursa olsun, talebelik ettiğim o beş yıl içerisinde hayatın tüm
zorluklarını yaşamaya ve aşmaya amade yaşadım. Hiç de şikâyet etmedim,
karşılaştığım her zorluklar karşısında çözüm ürettim. Çünkü mecburdum. Ya bu
deveyi güdecektik ya da… Üniversite bizim için ilim yuvasından çok, sefillikten
kurtulmanın, yarınlarımızı garanti etmenin kapısıydı.
Kısaca,
üniversitede eğitimin yanı sıra dışarıda hayat mektebini de okuyorduk
Şüphesiz,
diğer talebelerde benim gibilerdi... Hatta benden daha sıkıntılı olanlar vardı.
Ama hepimiz (biraz az, biraz fazla) hayatın cenderesinden geçiyorduk.
O
yıllarda, cep harçlığı olarak iki yakamı araya getirmekten çok, en çok
hasretini duyduğum (her ne kadar evde becermeye çalışsam bile) bir ev hanımının
elinden çıkmış bir tas çorba idi.
Öyle
ya,
Ana
kucağından kopup geldiğimiz gurbet ellerde ilk özlediğimiz, anamızın ellerinden
çıkmış bir tabak ev yemeğini kim özlemezdi?
Kasımpaşa
Kulaksız Yokuşunda ablamla kaldığım ilk evden üç yıl sonra, Cağaloğlu’nda
Vilayet Konağının karşısındaki (şu anda Emniyet Müdürlüğü olan) yanan
Defterdarlık binasının şantiyesinde ikamet etmeye başladım. Maaş mı? Hak
getire… Ama cep haçlığımı da ihmal etmezdi patronum.
Kapak
tahtalarından yapılmış şantiye binasının bitişiğindeki iki odalı baraka benim
için bulunmaz nimetti. Üstü naylonla kaplı barakamdan çınar ağacının baharın
gelişini karşılamasını bütün ayrıntısıyla izledim. Şantiye sorumlusu yaşıtım
sayılan bir çalışanla birlikte kalıyorduk. Adı Mustafa idi galiba… Baraka bana
aitti, o şantiye binasında kalıyordu.
Patronun
bir küçük buzdolabından başka bir şeyimiz yoktu. Yemek işini şantiyenin küçük
tüpünde hallediyorduk. Yemeğimiz çoğunlukla kışın hazır çorba ile bulgur
pilavının yanında yoğurttu. Yazın domatesler çıktığında başyemeğimiz menemendi.
Şimdilerdeki gibi her mevsimde her şey bulunmuyordu. Her sebze ve meyve
mevsiminde yenirdi. Eğer çıkmışsa sosyete semti ve manavından başka yerde
olmazdı. Pahası da bizim gibi iki yakasını bir araya getirmenin derdinde
olanlar için değildi.
Arada
bir televizyon seyretmeye pek de yakınımızda olmayan kahvehanelerden birine
giderdik.
Ben
o yıllarda, TRT’nin tek kanallı siyah-beyaz TV’sinde oldukça ilgi çeken Kaçak
dizisine müptela idim. O da kahvehanede ne kadar izleyebilirsek!..
Günlerden
bir cuma akşamı,
Kasımpaşa’daki
Kulaksız Yokuşunda ablamla kaldığım binada akrabamız olan bina sahibi Hanife
Teyzeyi ziyarete gittim. Orada ablam-sız kaldığım iki yıl içerisinde bana çok
büyük emeği geçmişti. Zaman-zaman ilgilenmiyormuş gibi gözükse de beni uzaktan
takip ettiğini hissederdim. Evse olmadığım sıralarda yedek anahtarı ile daireme
girer, gözden geçirirdi. Eve girdiğini söylemez ama eksik bulduğu bazı şeylerin
uyarılarını yapardı. “Mutfakta tezgâhın üzerinde bulaşık bırakma” derdi.
Memlekete haberli giderdim, yoksa geri döndüğümde azar işitmem kesindi.
Gittiğimde
artık iyice yaşlanmıştı, bütün ev işleri gelini Saime ablaya kalmıştı. “Sen
açtırsın Yakup sana yemek vereyim” dedi.
Ben
utangaç bir tavırla “yeni yedim, tokum” dememe rağmen sen ev yemeği
özlemiştir-sin, bir simitle karın mı doyarmış.” Evde hazırda ne varsa önüme
koydu.
Sonra
çay faslı derken müptela olduğum Kaçak dizisi başladı.
Bizim
nesil bilir. Doktor Kımbıl’ın karısını öldürdüğünden şüphelenilir, (adını
hatırlayamadım) dedektif peşine düşer. O kaçar, dedektif kovalar. Tam
yakalanacakken dizinin o haftaki bölümü biter, heyecan gelecek haftaya kalırdı.
Dizi böyle sürüp giderdi.
Sürükleyici
bir dizi idi. Zamanın meşhur Ceyar dizisi gibi içinde entrikalar olmadığı gibi,
kim kimle ne işler çeviriyor da yoktu.
O
gecem dolu-dolu geçti, karnım tok, ev yemeği yemenin hazzıyla oradan
ayrıldığımda gece saat on ikiye geliyordu.
Çoğunlukla
yağmurlu günlerin haricinde her cuma akşamları Kulaksız Yokuşu’nun müdavimiydim.
O günü iple çeker olmuştum.
Sebep
her ne kadar ziyaret ve Kaçak dizisi olsa bile, asıl neden Saime ablanın
yemeklerinden tatmaktı.
Dönüşte,
Kulaksızdan Cağaloğlu’na dolmuş olmadığı gibi, dolmuş parasını da hesap
etmeliydim.
Kulaksız
Yokuşunu iner, oradan Şişhaneye çıkardım. Yarı karanlık ve tenha Bankalar
Caddesini inip Karaköy’e varırdım.
Bankalar
Caddesini inerken nedense her zaman hep ürperirdim. Karaköy’e indiğimde
rahatlar, Karaköy’ün hareketliliğinde kendimi daha emniyetle hissederdim.
Gerçi,
Alışkın
olduğum, bana yabancı gelmeyen Kasımpaşa ve Şişhane’de o saatlerde tenha olurdu.
Ama oralarda tedirgin olmazdım. Belki de o yıllarda anarşi daha oralara
gelmediği içindi.
Karaköy’den
Galata Köprüsüne geçer, birkaç dakika köprünün korkuluklarına dayanıp Halicin
karanlık sularını seyreder, kısada olsa mal-u hülyalara dalar, sonra Eminönü’ne
gelirdim.
Eminönü
o saatlerde bile kalabalık olurdu. Eminönü’nün Galata Köprüsü ayağından
Sirkeci'ye uzanan kıyısında sıra-sıra kayıklarda lüx ışıkları altında kayıkçılar
balık ızgara satarlardı. Gündüzün hengâmesinden ve gürültüsünden kurtulan
Eminönü’nde, gündüz gürültüsünün yerini balıkçıların canhıraş bağırtıları
alırdı. Etrafa iyice hâkim olan balık kokusu insanı cezbe-derdi. Çevrenin gece
vardiyası işçileri oradan ızgara balık ekmek alırlardı. Şehirde hayat
durağanlaştığında Eminönü’nde yeni bir hayat başlardı.
Ne
yalan söyleyeyim,
Kokuyu
ciğerlerimde hissettiğimde, içim geçer ama karın tokluğu ve en önemlisi elimi
cebime el atma tereddüdü beni her defasında vazgeçtirirdi.
Ama…
Buna
rağmen Eminönü’ne gelince ayaklarımı yavaşlatır, balıkçıların telaşlı
bağırışlarını, işçilerin sıra beklemelerini, balık ekmeği iştahla yemelerini,
açık büfeleri, el arabasında mevsimlik sebze, meyve satanların balıkçıların
çığlıklarına karışan bağırışlarını hep ilgiyle izleyerek Eminönü’nden Sirkeci
tarafına yürür, tenha Cağaloğlu yokuşundan çıkar, şantiye binasına gelirdim. Yol
yorgunluğuyla barakamda keyifle karnım tok uyurdum. Hele mevsim yaz, bir de
hava ayaz ise sırt üstü yatıp, karnım tok gökyüzünü seyrederek uyumanın keyfine
diyecek yoktu doğrusu… Bir de dalmaya değecek mal-u hülyalarım varsa…
Yine
bir cuma akşamı,
O
gün nasıl olsa akşam Saime ablamın yemeğini yiyeceğim diye doğru dürüst bir şey
yemeden yine Kulaksız Yokuşu’nun yolunu tuttum.
Bekliyorum
ki,
Saime
ablam her zamanki gibi, Yakup sen açtırsın deyip önüme yemeklerini sunacak.
Ama
ne var ki, aradan dakikalar geçmesine rağmen Saime abladan ses, soluk çıkmıyor.
Nihayetinde
Saime abla “Yakup, bugün ev temizliği yaptım. Yemek yapmaya vaktim olmadı, biz
bile çayla kahvaltı yaptık. İstersen sana kahvaltı çıkarayım.”
“Olur-mu
Saime abla, her zaman yemek olmaz. Zaten karnım tok…”
Umuyorum
ki, çay faslında çörek, börek gelecek. O da olmadı. Kaçak dizisini izledikten
sonra bana yol göründü.
Açlığın
verdiği sıkıntı ile yollara düştüm. Bir an evvel şantiyeye gidip elde kalan ne varsa
atıştırmaktı amacım. Allah vere de akşamdan kalma ekmek olsa dedim kendi
kendime. Belki de şantiyede Mustafa bir şeyler yapmıştır diye kendimi teselli
ediyordum.
Şişhane’ye
çıktım, Bankalar Caddesini hızla indim. Karaköy’den sonra Galata Köprüsünde
duraksamadan Eminönü’ne vardım. Daha Galata Köprüsünün merdivenlerini inmeden
balık kokuları gelmeye başlamıştı. O akşam balık kokuları bir başka geliyordu
bana… Karnımın açlığını daha fazla hissettiriyorlardı. Açlığın neden olduğu
eziyeti çekmemek için balıkçıları ve çevreyi izlemeden Sirkeci’ye doğru hızlı
adımlarla yürüdüm. Balık kokularının azdırdığı açlığımı başta midem olmak üzere
bütün vücudumda hissediyordum. Sirkeci’den Cağaloğlu yokuşuna dönmeden aniden
durdum, geri döndüm. Birkaç adım attım yine Cağaloğlu Yokuşuna döndüm. Beş-on
adım attım. Yine durdum. Beynimin bir tarafı “Yakup git balık ekmek al”
diyordu. Diğer tarafı ise, “şantiyede yiyecek bir şeyler vardır. Boşuna para harcama.”
Diyordu.
Durduğum
yerde kararsız bir-iki dakika öylesine kaldım. Sonra aniden Eminönü tarafına
döndüm, hızla oraya doğu yürümeye başladım. Vardığım ilk balıkçıya, vazgeçme
korkusuyla sıra beklemeden “bana da bir tane” dedim.
Balıkçı
bana baktı, beni süzdü, şaşırdı, sanki itibarlı bir misafiri ağırlama telasındaki
ev sahibi gibi ne yapacağını şaşırdı. “Hemen beyim” dedi. Sıra bekleyenlerde
bir anlam verememişler, şaşırmışlardı. Ekmek yığınlarının arasından bir yarım
ekmek seçti, özenle yarım ekmeği bıçağı ile açtı, mangalın üzerine bastırdı.
Biraz ısıttıktan sonra, ızgaradaki balıklardan yine özenle seçtiği balığı
ekmeğin içine yerleştirdi. Saygıyla, “soğan koyayım mı beyim?” Ben “koy, ama az olsun.”
Dikkatle
az soğanı ekmeğin içine yaydı, balık ekmeği itina ile kâğıda sardı, bana
uzatırken “balığın kıç tarafından koydum beyim.”
Şaşırdım,
“Demek
ki balığın kıçı daha makbulmüş” diye düşündüm. Parayı verdim. Oradan hızla
uzaklaştım. İştahla yediğim balık ekmeği şantiyeye varmadan bitirmiştim. “Ulan
on lira verdim ama değdi doğrusu” dedim kendi kendime…
Musluktan
bir bardak su içtim, barakama gidip yattım. Ne kadar uyudum bilemiyorum, karın
ağrısıyla uyandım.
Karın
ağrısı beni perişan ediyordu. Bir müddet yatakta kıvrandım. Sonra divanın
kenarına oturdum. Karın ağrısından iki büklüm olmuş, soğuk soğuk terliyordum.
Gariplik
böyle bir şey işte... Şimdi anam yanımda olsaydı, çok sevdiğimi bildiği için
her zaman kıyıda hazır tuttuğu ekşi yoğurttan verirdi. Karnım ağrıdığında,
yediklerimden midem bozulduğunda her zaman bir kâse yoğurt yetiştirirdi bana.
Ekşi yoğurdu getirdiğinde “şunu ye, karnının zehrini alır” derdi. Bunun bilimde
geçerliliği var mı? Bilemiyorum, ama yoğurdu yedikten sonra rahatladığımı
hissederdim. Garip anam, o da bunu mutlaka anasından öğrenmiştir.
Balık
beni zehirledi galiba mutfakta yoğurt vardır belki, gidip yiyeyim dedim.
Mutfağa
gittiğimde buzdolabına baktım, yoğurt kâsesi yoktu.
Zehirlenme
korkusu ve telaşa ile Mustafa’nın uyuduğu odaya girdim. Mustafa’yı dürterken
bir yandan da korkuyla “Mustafa yoğurt var mı?” Diye bağırıyordum.
Mustafa,
ne olduğunu anlayamadan benim telaşlı halimden etkilenmiş o da korkmuş, yattığı
yerden doğrulmuş, yatağa oturmuştu.
Uyku
sersemliği ve korkuyla “ne var ne oluyor? Dedi.
“Ben
zehirlendim galiba, şantiyede yoğurt var mı?”
Mustafa
yataktan hızla ayağa kalktı, “zehirlendin mi… nasıl zehirlendin?”
“Nedenini
sorma, var mı onu söyle.”
Olacaktı
galiba dedi. Hızla mutfağa geçti. Buzdolabının kapağına sarıldı.
“Ben
baktım orada yoktu.”
Sonra
mutfak raflarına bakmaya başladı.
Bir
yandan da “oluum, yoğurtla olacak iş mi? Hastaneye gidelim.”
“Yaa...ne hastanesi… Bu saatte hastaneyi nereden bulacağız? Hem taksi tutacak para mı
var. Sen hele şu yoğurdu bul. Anam bana ekşi yoğurt yedirirdi.”
Mustafa
rafın kenarındaki plastik yoğurt kâsesini buldu. Bana uzattı, “içinde birkaç
kaşık olacaktı galiba” dedi.
Ben
kâsede kalan üç-beş kaşık yoğurdu bir hamlede yedim. Lan bu tatlıymış. Zehri
keser mi ki? Muslukta kâseyi çalkaladım, onu da içtim.
Mustafa
uyku sersemliğini üzerinden atmış, kendine gelmişti. “Nasıl zehirlendin?”
“Ne
bileyim? Eminönü’nde kayıkçıdan balık ekmek almıştım. Bayat-mıydı, neydi? Balık
zehirledi galiba.”
Mustafa
her zamanki gibi diklendi. “Her bulduğun yerden ne alıyorsun. Hem de gecenin bu
saatinde.”
“Akşam
bir şey yemedim. Balık kokusu baydı beni. Canım çekti. Ulan balıkçı bir de kıç
tarafından verdim beyim demez mi?”
Balığı
balıkçıdan aldığımdan beri kafama takılan soruyu sordum.
“Mustafa
sen Trabzonlusun, balıktan anlarsın. Balığın kıç tarafımı makbuldür?”
Mustafa
ters ters bana baktı, yediğin ne balığı idi?
Ne
bileyim… Palamuttu galiba.
Mustafa
kızarak, “hak etmişsin, Nisan ayında palamut mu olurmuş. Buzhane balığıdır.”
Mustafa’nın
uyku sersemliği gitmiş, kendine gelmişti. Mustafa benim bilgisizliğimi
yakalamıştı.
Benden
üstün olduğu konuyu anlamıştı. On dakika balıklardan dem vurdu. Ben lafı
değiştirmeye çalışmak için başka konuları gündeme getirmeye çalışıyordum.
“Bugün ne yaptınız?
Mustafa
kayıtsızca “ne yapacağız… Her zamanki işler.” Yine balıktan dem vurmaya
başladı.
O
sırada dışarıdan ambülânsın siren ışığı pencereye vurdu. Birbirimize baktık ben
gülerek “ulan yirmi dakika önce geçeydin ya…”
Hee…
Dedi Mustafa, “dolmuş mu lan bu… El kaldırınca dursun.”
“Ne
bileyim oğlum, ömr-ü hayatımızda ambülâns mı gördük. Trafik kazalarında bile
yaralıyı karga tulumba taksinin arka koltuğuna atıp hastaneye öyle
götürüyorlar. Öyle ya… Karın ağrısı tutmuş birine kim bakar? Benimkisi de laf
işte…”
İleride
büyük adam olunca elinin altında ambülâns bulundurursun.” Lafı sokuşturmuştu
yine…
Ruhen
rahatlamış şekilde, birdenbire” Şimdi karnın nasıl? Diye sordu Mustafa.
“Biraz
rahatladım, terlemem de durdu.”
Haydi,
kalk, yatalım, yarın bir kamyon çimento gelecek, onu indireceğiz. Belli ki
şantiyede Mustafa’nın havasından üç-beş gün geçilmeyecekti.
x x x x
“Dede…
Dede… Kahveni getirdim.” Yayıldığım sandalyemde gözlerimi açtığımda bakıcının
kızı uyanmam için beni dürtüyordu. Bakıcının kızı gülerek ne de güzel
horluyordun dede.
“İçim
geçmiş kızım. Epeyi yormuşum kendimi… Kahvem geldi demek, ellerine sağlık.
Cigaramı unutmadın ya…”
O
sırada çevre yolundan canhıraş bağırtı ile geçen ambülânsın sesi duyuldu.
Ben
gülümseyerek… “Kim bilir hangi bey,
hangi balığın kıç tarafından zehirlenmiştir?”
O
sırada zamane yetmesi genç kız bir anlam veremeden şaşkın bana bakıyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder