KURTARICILAR GERÇEKTEN KURTARIR MI?
Sovyetlerin kuruluş yıllarına… 1920’lere
gidelim.
1917’deki komünist devriminden sonra çarlık tasfiye
edildi. Yerine Komünist rejim kurulunca, ülkenin sosyal ve siyasal yapısı sil
baştan yapıldı. Krallık kaldırılmış, büyük toprak sahipleri ve tüccar sınıfı
tasfiye edilmiş, zaman içerisinde köylünün elindeki bütün topraklar
devletleştirilmiş, dini kurumlar en aza indirilmişti.
Devlet yönetimi Komünist ideoloji gereği
siyasal yapılanması parti, bürokrat ve ordu sacayağından oluşturuldu. Yani
(işçi ve köylü) halk tek sınıf ve onu idare eden parti yönetici sınıfı ile
otoriter devlet bürokrasisi ile disiplini sağlayan güvenlik güçleri.
Kısaca Komünist liderler, yüzyıllar boyunca
yanlışları ve doğruları ile oluşmuş sosyal yapıyı komünizm ideolojisi uğruna
sil baştan yapmışlardı. Bunların içerisinde insanlar arası ilişkiler, yaşam
anlayışları, geleneklerde vardı. Yeni bir dünya, yeni anlayışlar, yeni yaşam
felsefesi…
Her ne kadar zaman içerisinde bu ketum
dayatma yumuşatılsa da özü itibarıyla devam etti.
Sonunda ne oldu?
İnsan fıtratında var olan nefis, daha çok
kazanma, egemen olma duyguları, kayırmacılık, sömürme, yolsuzluk bu rejimde de
devam etti. Komünist rejimin en çok savunduğu eşitlik ilkesi bu rejimde de göz
ardı edildi. Sosyal sınıfın kaldırıldığını iddia eden rejim, rejiminin
sürdürülebilirliğini sağlamak için ayrıcalıklı parti zümreleri yarattı. Gizli
zenginler türedi.
Milliyetçiliğin tasfiyesi iddiasında bulunan
rejim, en ufak etnik hareketleri anında bastırdı ama Sovyet’i oluşturan devletlerarasında
kayırıcılık yaptı. Ruslar ve Rusça birinci sınıf, sırasıyla Slav ve Hıristiyan
kökenli devletler kayırmacılıkta ikinci sırada, Türk ve Müslüman kökenli
devletler üçüncü sırada idiler. Ekonomik sömürme, yaşam anlayışlarına müdahale
hep bu sıraya göre düzenlendi.
Netice,
1991’de Sovyetlerin yıkılış anında sınıfsal
hiyerarşisini kaybetmiş, sosyal ilişkileri tersyüz edilmiş bir toplum ortaya
çıktı. Yeni devletler sınıfsız, zenginliğin kimin elinde olduğu bilinmeyen,
ticaretten bihaber, topraksız köylülerden oluştu. Din hakeza anlamını kaybetti,
şekilci kimliklere dönüştü. Ama otoriter rejim başka bir boyutta devam etti.
Şimdi soralım; Sovyetlerin o her şeye
muktedir, her şeyin doğrusunu bilen, yapan liderleri Rusya’yı ve Rus halkını ne
derece ileri taşıdılar, iyilik mi yapmış oldular yoksa kötülük mü?
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda halk çok
şeyler umut etti. Osmanlının çöküş sürecinde adaletsizlik, sömürü son bulacak,
daha demokratik ve müreffeh bir toplum kurulacaktı. Atatürkçüler, Atatürk
zamanında ekonominin, eğitimin gelişmesinden bahsederler. Dini ve sosyal yaşam
alanında yapılan devrimleri(!) bağnazlığın ve yobazlığın giderilmesi konusunda
atılan önemli adımları övünçle bahsederler.
Hâlbuki bunlar Osmanlı zamanında gündeme
gelmiş ama savaş ve çöküntü nedeniyle uygulamaya sokulamamış konulardı. Bunları
Osmanlıyı savunmak için değil sanki yoktan var edilmiş ve sadece kurtarıcı
tarafından düşünülmüş şeyler olarak sunula geldiği için hatırlatmakta fayda
gördüm.
Mesela,
kadınlara seçme ve seçilme hakkı, 1910 yılından beri kadınların gündemde
tuttuğu, mücadelesini verdiği konu idi.
İstanbul’daki
son meclis-i Mebus-an’ın mücadeleye Ankara’da devam kararı ülkenin topyekûn
mücadele azmi ve kararlılığını gösterir. Hâlbuki bizlere bu mücadeleyi Mustafa
Kemal’in baştan sona kadar tek başına mücadelesi gibi gösterilir. İstanbul ile
Ankara ve diğer kavgalar Milli Mücadele taraftarları ile karşıtları arasında
değil, kim baş olacak kavgasından başka bir şey değildir.
Kurtuluş
Savaşından sonra Mustafa Kemal’in iktidara gelmesi, Meclisi kendi istediği gibi
düzenlemesi, dava arkadaşları ile idamla yargılanmaya kadar varan kavgalar…
Kurduğu Halk Fırkasına mirasından pay verecek kadar kendini özleştirmesi ve
nihayetinde Atatürk soyadını alacak kadar özgüven içerisinde olması… Ama ülkede
kendinden başka çok az kişinin fikirlerini sahiplenmesi, çevresini “yandaşlar” tarafından sarılması… Bir anlamda
kuruluşuna önderlik yaptığı ülkesinin liderliğini “kılıç hakkı” gibi kabul etmesi
ve öyle davranması… Onu tek kurtarıcı, tek söz sahibi, her şeyin başı konumuna getirdi,
kutsallaştırdı. Rejimde kuvvetler birliği ve otoriter yönetim.
Sonuç,
Her
ne kadar, “tek kurtarıcı ve onun liderliğinde ülkenin aydınlık ufuklara yol
alması” fikri o günlerin modası olsa bile, bugün istisnasız bütün ülkelerin
terk ettiği bu ideoloji ne yazık ki ülkemize ondan miras kaldı. Atatürk belki
de bu kadarını da ummuyordu. Ama daha sonra gelen yönetici kuşaklar
fikirlerini, davranışlarını ideolojiden de öte Atatürk’e kutsal anlamlar
yükleyerek kutsallaştırdılar. İşin daha vahim tarafı Atatürkçülüğü pekiştirmek
için dini akımları karşıt olarak zimmî desteklediler. Ülkede aslında var
olmayan suni kamplaşmalar yaratıldı. Halen devam ediyor.
Her
nedense, yüzyıllardır oluşmuş 600 yıllık ve hatta daha evveli bir kültür
bakiyesi Anadolu toprakları, bir taraftan modernleşme ve laiklik adı altında
yaşam biçimi dayatılırken; diğer taraftan da muhafazakârlığın yeni icatları
gündeme sokuldu. (devam edecek)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder