20 Ocak 2019 Pazar

BİR ANADOLU TÜRKÜNÜN GÖZÜNDEN RAFİQ QULİYEV

           
Onunla ilk henüz Sovyet rejimi yıkılmadan bir yıl önce, yani 1990 yılının Nisan ayında Şehitler Hıyabanı’nda karşılaştık. Her ikimiz içinde çok anlamlı bir mekândı.
           Mezarlar henüz taze idi ve düzenlenmemişlerdi. Ama bunun ne önemi vardı. Onlarca yılın hesabı görülüyordu. Bu zulme başkaldırının ve Azerbaycan Türkünün özgürleşmesinin delilleri ve bedeliydi.
           Onda zihnimde tasavvur etmediğim ve o güne kadar karşılaşmadığım bir Azeri tipi vardı.
          İnce yapılı, uzun boylu idi. Beyaz tenli, zarif yapılıydı. Ciddi duruşunun yanında yüzünde içten bir gülümseme vardı.
          O anlar çok az ve gerektiği zaman konuştuk. Ama hep birbirimizi inceledik. Birbirimize karşı ölçülü davrandık.
           Daha sonraları ilişkilerimiz ilerlemesine rağmen çeşitli yerlerde beraber bulunduğumuzda, samimi bulmadığı ortamlarda ölçülü ve ciddi davrandığını gördüm.
           Biz Anadolu Türklerinin dediği gibi “sorarsan söylerdi”. Bu onu gizemli yapıyordu.
           Ama kendi arkadaş çevrelerinde de fikirlerini ısrarla savunurdu. Savunurken de heyecanlanırdı.
          Hep ben sorardım. Onu tanımaya ve onun vasıtası ile Azeri Türklerini ve Azerbaycan’ı tanımaya çalışırdım.
           O da sorardı ama çoğunlukla bilmekten ziyade kendisine tuhaf gelen şeylerin nedenlerini öğrenmeye çalışırdı.                                                                                                                                          
          Yirmi yılı aşkın arkadaşlığımız ve dostlumuzda ilişkilerimiz elbette hep yakın olmadı. Zaman- zaman hayal kırıklığına uğrasak da, birbirimizi anlamakta zorluk çeksek de… Kişiliği ve olaylar karşısındaki dürüstlüğü beni her zaman kendisine bağlamış, dostluğuna önem vermem gerektiğini düşündürmüştür. O da zannediyorum aynı şeyleri düşündü ki dostluğumuz gittikçe kökleşti. Kısaca iyi niyetli ve samimi olmanın karşılıklarını alıyorduk.
          …
          Ve rahmetli olduktan sonra bazen onunla yaşadıklarımı hayal ederim. Bazen hüzünlenir, bazen yüzümde kederli bir gülümseme belirir. Bazen de birkaç damla gözyaşı…
          Bir gün talebeliğinin geçtiği yurdun önünde çay içerken çayıma bolca şeker kattığımda  “sen çay mı yoksa şerbet mi içiyorsun?” demişti. Gülüştük. Belki de bu bizim ilk zarafatımızdı.
          Yıllar sonra aynı yerde yine çay içerken (şeker kullanmayı bıraktığımdan) bu sefer çayıma şeker katmadığımda hayret etmişti. Çünkü kendisi kıtlama içerdi. Ben kıtlama çayı hiçbir zaman beceremedim.
          Ülkesini çok severdi. Ülkesinin çıkmaz durumda olduğu 90’lı yıllarda bazen içini döker, neden böyle olduğu yönünde fikirler yürütür, çareler ileri sürerdi. Fakat elinden bir şeyler gelememenin çaresizliğini de yaşardı.
          Bir gün teselli kabilinden “ millet olmak kolay değil. Biz hala millet olmanın mücadelesini veriyoruz. Hemen pes etmek yok” dediğimde “biz millet değil miyiz?” diye bana kızmıştı. Hâlbuki millet olmakla, millet olmanın idrakine varmak farklı şeylerdi. Bu hemen kazanılabilecek duygu değildi.
          Bazen de bunun bir zaman meselesi olduğunu, önemli olanın bu yolda cesaretle ve azimle çalışmak olduğunu söylediğimde hak verirdi. O istiyordu ki Azerbaycan özgür ve kalkınmış bir ülke olsun.
          Karabağ Savaşının bütün acımasızlığı ile devam ettiği 1990 yılında bir akşam eve çok üzgün geldi. Nedenini sorduğumda “ Cebrail’in savunması konusunda Savunma Bakanı ile görüşmeye gittik ama adamın umurunda değil, ‘başınızın çaresine bakın’ dediğini” söyledi. Sonra ilave etti “sanki orası vatan toprağı değil”.
           Ona beni cephe hattına götürmesini ve Ermenilere birkaç saat silahla ateş etmek istediğimi söylediğimde; “olmaz sonra balalarına kim bakacak?” dedi. Gülüştük. Genelde latifesi bile ciddi idi.
           70 küsur yıl Sovyet terkibinde kaldıktan sonra Ermeni mezalimi ile baş başa kalmak elbette çetin şartlardan birisi idi.
          Siyasal ve toplumsal karışıklığın yanı sıra ekonominin de dibe vurması onun duyarlı kişiliğinde derin izler bırakmıştı.
             Benden hiçbir beklentisi olmadan, o çetin günlerde beni evinde misafir etti. Başta eşi Cevahir Hanım olmak üzere ben ve ailemden hiçbir şeylerini esirgemediler. Çöreklerini bizlerle paylaştılar. Azerbaycan’ın ve Azeri kardeşlerimizin aydınlık yüzleri idiler.
           Zaten dostluğumuzun bu denli derin olmasının sebeplerinden birisi de fikirlerimizin benzer olmasının yanında, birbirimizden maddi anlamda hiçbir beklentimizin olmaması idi.
           Zaman-zaman fikirlerimizde ve hareketlerimizde çatışmalar olsa da, bunların yaşam ve kültür faklılıklarının sonuçları olduğunu kabul eder, birbirimize anlayış gösterirdik.
          Bazen de lehçe farklılıklarından dolayı birbirimizi anlamakta zorluk çekerdik. Ben genelde hızlı, kelimeleri yutarak ve kendi oturduğum ilin şivesi ile konuşurdum.
          Bana bir gün “ televizyonlarda Türklerin konuştuklarını rahat anlıyorum da seni neden anlamakta zorlanıyorum” dediğinde, ben Ünyece  (Ünye yaşadığım kent ve kendine özgü bir şivesi var) konuşuyorum, onun için anlamıyorsun dedim.
          Ben, Azeri kardeşlerimizin söz ustalıklarının bizlerden daha iyi olduğunu düşünürüm. Özellikle yemek masasında dost muhabbetlerine bayılırım. O masada söz ustaları sanki birbirleri ile yarışırlar. Söz ustalıklarını bütün maharetleri ve güzellikleri ile sergilerler.
          1991 yılında Azerbaycan’a ikinci gidişimde Karabağ Savaşı bütün hızıyla devam ediyordu. Halk Cephesi, Karabağ Kaçkınları ile alakalı Sumgayt şehrinde bir toplantı düzenlemişti. Rafik Bey ile o toplantıya gittik.
          Rafik Bey toplantı yöneticilerinden birisi idi. Toplantıdan sonra kendisine, toplantıda konuşmak isterdim dedim. Üzüldü, keşke söyleseydin, konuştururdum dedi.
          Denizin kıyısında bir lokantaya gittik. O zamanlar vali yardımcısı (adını hatırlayamadığım) Cebrail’dendi. Rafik Beyin hemşehrisi idi.
          Vali yardımcısı her kadehi orada bulunanlardan birinin şerefine kaldırırdı. Kaldırmadan önce de onun hakkında birkaç söz söylerdi. Zaten benden başka herkesi tanıyordu. İçimden dedim ki “ sıra bana geldiğinde acaba benim için ne diyecek?”
          Sıra bana geldi, vali yardımcısı;
          “Rafik Muallimi hepimiz tanırız. O her kişi ile dostluk kurmaz. O ancak kendisi gibi yüksek karakterli olanlarla dostluk kurar. Onun için Yakup Beye hürmet ediyor ve hoş gelmişsiz diyorum.”
          Ben kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi.
          O gün gördüm ki Rafik Bey sakin durmasına rağmen arkadaş çevresinde sevilen, sayılan ve hep fikir danışılan kişi idi.
           Türkiye’ye iki kere geldi. Birincisi 1990 yılında, ikincisi ise 1995’de idi.90 yılında geldiğinde tanışalı yaklaşık iki ay olmuştu ve henüz birbirimizi tanımıyorduk.
           Bazen insanlar arası ilişkilerde özel yaşanmışlıklar vardır. Bunlar bazen hatırlanmak istenmeyen ama ileriki yıllarda dersler alacağı ve hayat yolunda rehber olabilecek, yön verecek olayların başlangıcıdır. Biz Anadolu Türklerinde İslam inancımızdan referans aldığımız bir söz vardır.
           Deriz ki “sizin şer olarak gördüğünüz şeyler aslında hayırlara vesile olur.” Biz de Rafik Beyle 90 yılında Türkiye’ye geldiğinde yanlış anlaşılmalar yaşadık.
           Rafik Bey Azerbaycan’a döndüğünde uzun-uzun düşündüm, öze bakmam ve ayrıntılara takılmamam gerektiğini anladım.
           Bunun üzerine Rafik Beye uzun sayılacak bir mektup yazdım. Akabinde 1992 yılında kendisinin misafiri olarak Bakü’ye gittim.
           Konu ne idi? Bu ikimizin arasıda bir sırdı ve öyle de kalmalı.
           Ama Rafik Beye hakkını teslim etmek için şu kadarını da söylemeliyim: Değerli dostum benim dibe vurmuş Azerbaycan sevgisini yeniden canlandırdı. Bundan dolayı ona ayrıca minnettarım.
           1995 yılında Türkiye’ye geldiğinde kısa bir Türkiye turuna çıktık. Türkiye’nin çeşitli şehirlerine gittik. Azerbaycan’a dönerken memnun kalıp, kalmadığını sorma nezaketsizliği yapmadım.
           Yalnız şu sözü hiç aklımdan çıkmaz. “Bu maşının bu kadar yol gideceğini sanmazdım. Maşının sağlammış.” Dobraydı, aklına geleni söylemekten çekinmezdi.
           O seyahat esnasında Ankara’ya da gittik. Ankara’da bir Azeri arkadaşı ile saatlerce ülkesini konuştu. Elçibey devrinde gördüğü bazı hataları tartıştı. Bazen kederlendi, bazen de kızdı. Ama hiçbir zaman atıp tutmadı. Boş konuşmadı. Duygusal ifadeleri yoğundu ama fikirleri daima bir mantığa dayanırdı.
          Bunları arkadaşı ile tartışırken o an 1992 yılında Bakü’de ülkenin genel halini gözlemlediğimde ona söylediklerim hatırıma geldiğinde gülümsemiştim. Bana neden gülümsüyorsun diye sordu.
         Cevabım, “o yıllarda, ‘Elçibey iyi bir insan ve büyük vatansever ama iyi bir siyasetçi değil. Korkarım bir yıl ancak dayanır’ dediğimde bana çok kızmıştın hatırladın mı?” olmuştu. 
          Ankara’da bir milletvekili arkadaşımı Mecliste ziyarete gittiğimizde; oranın meclis ve görüştüğümüz kişinin de milletvekili olduğuna uzun süre inanamadı. “Bizde olmaz böyle şeyler, biz milletvekilleri ile böyle kolay görüşemeyiz.” dedi. Merak etme bir gün bunlar sizde de olur dediğimde “hayal” dedi.
           Kolay değil, biz elli yılda bu seviyeye geldik dediğimde ise, “desene bizim kırk beş yılımız daha var.” dedi.
           “Ne kadar var ki şunun şurasında, çok değil sen 90 ben de 82 yaşımda olacağım” dediğimde yüzünde böyle durumlarda olduğu gibi muzip bir gülümseme belirdi. O anı hatırladıkça hüzünlenirim.   Bazen eski günleri hatırladıkça ona “Rafik neden gittin, yirmi beş yılımız daha var ya!” diye seslenmek gelir içimden.            
             Çeşitli konularda fikir tartışmalarımız olsa da hiçbir zaman kişiliklerimiz, geleneklerimiz konusunda tartışmadık, birbirimizi yermedik. Kısaca o beni ben onu olduğumuz gibi kabullendik.
           Elbette kızdığı zamanlar olurdu. Onun neden kızdığını anlamaya çalışırdım. Eğer anlamaya çalışmasaydım zaten anlaşamazdık ve ilişkilerimiz kopardı.
           Bir gün bir arkadaşının köydeki evine misafirliğe gitmek için yola çıkmıştık. Yolda bir yerde durduk. O kendine sigara aldı. Ben de markette merakla dolaşırken bir pastanın tadını merak edip aldım. Otomobile giderken yemeye başladım. Beni gördü “ne yiyorsun?” dedi. Ben de yediğim pastayı gösterdim “sen de yemek ister misin?” dedim, çok kızdı.
           “Mademki açtın neden evde yemek yemedin?” dedi. Ben de açlığımdan değil sadece merakımdan dedim. Yine de kızdı. Sokak ortasında yemek olmaz dedi. Ben de gülerek bir daha yemem dedim.
          Karşı koymanın bir manası yoktu. Buradaki adetlere uymalıydım.
           Otoriter bir karaktere sahipti. Hiyerarşiye önem verirdi. Kendisini bu hiyerarşide bir yerlerde görür ve ona göre davranırdı.
           O mevkiinin hakkını vermeye çalışırdı. O mevkiinin kendisine vermiş olduğu sorumluluktan kaçmazdı. Onu vazife bilirdi.
            Yapamayacağı işler için söz vermezdi.
            1990’ların sonlarında bir konu için kendisine başvurduğumda “buna benim gücüm yetmez” dedi. Ve nedenini söyledi. Nedenini söylediğinde ona hak verdim. Gerçekten bu isteğim onu zor durumda bırakacaktı.
          Şüphesiz her insanın olmak istediği şeyler, idealleri vardır. Rafik beyin de vardı elbette. İki defa milletvekili seçimlerine girmişti.
         İkisinde de başarılı olamadı. Neden olamadı bunu bilemiyorum. Kendisine de sormadım. Kendisi de anlatmadı. Sadece teselli kabilinden birkaç söz söyledim.
         Bu bir yarıştı ve bu yarışın kazananı da olacaktı, kaybedeni de. Seçimlerden sonra genelde kaybedenler kazananlar hakkında birtakım sözler söylerler. Rafik beyin seçimlerdeki rakipleri hakkında olumsuz tek bir kelimesini işitmedim, söylemedi.
        Yılını hatırlayamıyorum, ikinci girdiği seçimdi. Seçimlerde kazanıp, partisinin iktidar olduğunu görmekti bütün hayali.
        Bir gün sohbet ederken milletvekili olursan eğer, seninle dostluğumuz biter artık dedim.
       Hayretle “neden?” diye sordu. Ben de “sizde milletvekilleri ile görüşmek çetin oluyor ya ondan dolayı. Seninle görüşmem için kırk kapıdan geçmem lazım. Ona da benim gücüm çatmaz.” dedim.
       Güldü,”o zaman da ben Ankara’ya Adalet bakanı olarak gelince ziyaretime gelirsin” dedi.
      “O zaman hiç görüşemeyiz ya” dedim. “Sen hiç merak etme ben bir icazet kâğıdı yazar çetinliğe çatmadan bana ulaşırsın.” dedi.
     “O zaman şimdiden yaz ver. Bir daha seni göremeyebilirim” dedim. İlave ettim “sen yeter ki bakan ol seni televizyonda görmeye razıyım.” 
       Konuşması, ifadeleri ciddi ama bir o kadar da samimi idi. Onunla ilk arkadaşlık yıllarımızda acaba gereğinden fazla yakın davranıp onu rahatsız mı ediyorum diye bazen şüpheye düşerdim.
      Yıllar geçtikçe buna alıştım. Onun karakteri idi bu.
       Bu yönü ile de birbirimize benzeriz. Yılar önce lisede okurken arkadaşıma hatıra defterime bir şeyler yazması için vermiştim. Arkadaşım hatıra defterime benim için “gülümseyişi bile ciddi” diye yazmıştı.
       Rafik ve ben galiba hayatı gereğinden fazla ciddiye alıyorduk. Öyle mi olmak lazımdı? Yoksa bu bizim hüsnü kuruntumuz muydu?           
       Karakterimiz bu idi ve değiştirmemiz mümkün değildi.
       Yukarıdaki satırlarımdan birinde hiyerarşiye önem verdiğini ve kendisini bir yerlere koyup kendisine vazife biçtiğini söylemiştim.
        Oğlum Bakü Tıp Fakültesini kazanmıştı. Kendisine kayıt ve bürokratik işlerde yardımcı olmasını rica ettiğimde bana “emisi değil miyim, mecburum” demişti. Bu beni derinden etkiledi. O kendisini emi yerine koyuyordu ve beni de küçük kardeşi.
        Bir gün arkadaşının Niva otomobiline bindiğimizde beni arkaya oturttu. Kendisi öne arkadaşının yanına oturdu. Arkadaşı ona “ qonağı neden öne oturtmuyorsun?” dedi. Rafik bey ciddileşti “o benim qonağım değil küçük kardeşim” dedi.
        O an gururlandım. O günden sonra hep küçük kardeşi imişim gibi davrandım.
        Elbette o seviyeye kolay gelmedik. Sabır, birbirimizi tanıma iradesi ve karakterlerin uyuşması. Bunu Allah’ın bir lütfü olarak gördüm. Ve bir anlamda da vazifelendirmesi...
         Çünkü on yıllarca ayrı kalmış kardeş torunlarının kavuşması idi bu.  Bunu iyi değerlendirmemiz gerekirdi. Tarih bize böyle bir vazife vermişti ve bu vazifemizi yerine getirmeliydik.
         Ne yazık ki benim ve onun çocuklarının bunun anlamını idrak ettiklerinden emin değilim.
         Ama tarihe karşı vazifemi yapmanın da huzuru içerisindeyim.
         Bu yere kolay gelmedik dedim. İlk karşılaştığımız yıllarda yaşadığımız çetinlikler, yaptığımız sefler, birbirimiz hakkında yanlış düşünmeler aklıma geldikçe hüzünlenirim.
         Şunu demek yanlış olmaz sanırım: “Yanlışla başladık ama doğruyu bulduk.” Galiba bu da bizim gururumuz olmalı.
         O günlerde (ki bahsettiğim 1990-92 yılları idi) her şey karma karışıktı. Sovyet Cumhuriyetlerinden Türkiye’ye gelenleri anlamakta zorluk çekiyorduk. İçlerinde iyi niyetli olanlar vardı, olmayanlar da vardı. Türkiye’den gidenlerde de iyi niyetlilerin yanında kötü niyetliler de çoktu. Dolayısıyla hem Azerbaycan Türkleri ve hem de biz Anadolu Türkleri bazen yanlış düşüncelere kapıldığımız zamanlar olmadı değil.
          Fakat gözümüzden kaçırdığımız bir nokta var; Azeri kardeşlerimiz 1920 yılından beri Sovyetlerin terkibinde idiler. Sınırlar kapalıydı. İlişkilerimiz yetmiş yıl kesilmişti. Ve bu üç nesil demekti. Bundan başka her iki devletin de rejimleri farklı idi. Bundan dolayı alışkanlıklarımız farklı olacaktı.

         Buna rağmen Azeri kardeşlerimizle bu denli kaynaşmamız takdire şayan değil midir?
         Kaldı ki aynı ülkenin farklı yörelerinin insanlarının dahi birbirleri ile anlaşmaları zor olmuyor mu?

         Ben Azerbaycan’ı ayrı bir ülke olarak değil, Türk Dünyasının farklı yörelerinden biri olarak düşünmüşümdür: Azerbaycan’a ilk geldiğim 90 yılında başımdan geçen bir olay bu bakış açımı gösteriyor, anlatayım;

        Dolmuş taksiye eşimle beraber bindiğimizde taksiciye göre ben turist ve üstelik Türk’tüm.
       Dolmuş taksici benden ücretinin üç katını isteyince ben itiraz ettim. O inat etti, ben inat ettim. Biz hem gidiyoruz, hem de tartışıyorduk. Sonunda ne onun dediği oldu, ne de benim. Ortasını bulduk.
          Ben sakinleşince gülmeye başladım. Bana neden güldüğümü sorduklarında “Allah’a şükür ki bana Azerbaycan’a gelip kavga etmeyi dahi nasip etti.

          1995 yılından 2003 yılına kadar görüşmelerimiz telefonlarla oldu. Teknoloji ilerlemiş ve artık istediğimiz an telefonla görüşebiliyorduk.
           2003 yılında Azerbaycan’a gelmemi istedi. Ben de kendisini çok özlemiştim. Azerbaycan’a gitmeyeli on iki yıl olmuştu. Bakü’nün çok büyüdüğünü ve geliştiğini gördüm. Ama eski Bakü daha hoşuma gidiyordu.
           Medeniyette bazen umduklarımızı bulamıyoruz. Teknoloji ne yazık ki tabii olan her şeyi bozuyor.
          2003 yılındaki karşılaşmamızda onun fiziki olarak değişmediği gördüm. Rafik Bey yine on iki yıl öncesinin Rafik’i idi. Sohbet ettik ve yine dertleştik.
           O yıl milletvekilliğine ikinci defa aday olacaktı. Hevesli idi ve ülkesine milletvekili olarak hizmet etmek istiyordu. Seçilme ihtimalini sormadım. İnsan bir şeye inanmazlarsa zaten o işe girişmez. Rafik Bey de inanmasa aday olmazdı zaten.
           Sonunda kazanmak da vardı kaybetmek de.                                   
            Lakin Rafik Bey’e şunu demem gerekir miydi? “Sen dürüst bir kişisin. Siyasette dürüstlere yer yok Rafik Bey. Ezilirsin, gel bu işten vazgeç.”
            O tarihten sonra Rafik Beyle daha bir yakın olduk. O güne kadar şakalaşmalarımız çok nadir olurdu. O tarihten sonra birbirimizle daha kaynaşmış olacağız ki konuşmalarımız resmiyetten uzak, şakalaşmalarımız daha sık oldu.                                                                                                                      
           Bana Türkiye’nin siyasal durumunu çok sorardı. Ben de anlatırdım. “İyi ama buradan öyle gözükmüyor.” Dediğinde “dışı seni yakar, içi beni” derdim. O zaman düşüncelere dalardı. Nedenini sormazdım. Çünkü hissederdim. 
           Onunla 2010 yılına kadar yüz yüze yine görüşemedik. Nedendir Türkiye’ye gelmedi ya da gelmek istemedi.
            Ama telefonda daima görüşürdük. Telefonda neden Türkiye’ye gelmediğini sorduğumda “ben artık qoca kişiyim, yol yoruyor beni” derdi.
            2010 yılında gittiğimde hayatın onu yorduğunu hissettim. “Kişinin içine kapanması kendine zulümdür Rafik Bey, sevdiklerini de üzer. Gel seninle beraber seyahate çıkalım” dediğimde; Onu yirmi küsur yıldır tanıyan dostu olarak bu sözlerin ona yetmeyeceğini anladım.
            Elbette ondan bir dost gibi incindiğim anlar oldu. Dediğim gibi biz dosttuk. Dostlukta incinmek olur ama küsmek olmazdı.
           Ama bir defasında küstüm ve bir yılı aşkın onunla hiç görüşmedim, konuşmadım:
           Beni Sarvan’ın düğününe çağıracağına söz vermişti. Ama düğünü eşi Cevahir Hanımdan tesadüfen öğrendim. Ben de gelmek için hazırlık yaptım. Ama geleceğimden haberi yokmuş. Ona Bakü’ye gelmeden üç gün önce telefon ederek bir şey isteyip, istemediğini sorduğumda “ben seni davet etmedim ki neden geliyorsun” dedi. Onun dobralık yönünü bildiğim halde çok incinmiştim. Belki de ona “sen davet etme istersen, benim Sarvan’ın toyunda olmam vaciptir. Onu emisi değimliyim” demeliydim. Sef yaptım.
          Onu bir yılı aşkın aramadım. Bir yıldan sonra dayanamayıp aradığımda çok sevinmişti. Sesinden bunu çok açık anlayabiliyordum. İşte biz böyle iki dosttuk, her şeye rağmen dostluğumuzu bozmadık. Bunu vazife bilmiştik.
          2010 yılında Azerbaycan’ın tanınmış Bestekârı Ruhangiz Qasumova’nın jübilesine gittiğimde nedenini anlattı. “Senin onca kilometre yolu gelip yorulmana gönlüm razı olmadı” dedi.
          Ben de “davet etmen senin vazifen, gelip gelmemek de benim kararım.” dedim. Serkan’ın düğününe davet edeceğine söz verdi. Bu da yaşamımızın hüzünlü taraflarından biri… Son beşiğinin mürüvvetini göremedi.
          Ruhangiz Qasumova’nın jübilesinde bir konuşma yaptım. “Bu sefer seni anladım. Çok da manalı konuştun” dediğinde, “bu sefer İstanbul Türkçesi ile konuştum” dedim. Bu onunla karşılıklı son gülüşmemiz oldu…

          Türkiye’ye geldikten sonra onu bir daha göremedim. Sadece telefonda görüşüyorduk. Teknoloji ilerlemişti. Bir kere de bilgisayarda Skype’de görüştük.
           Onun sıcak ve içten ve biraz da mahcup gülüşünü son kez ekranda gördüm…

           Hastalık haberini aldığım anı tarif edemem... Benimkisi üzüntüden de öte bir şeydi. Hele de sonucu belli bir hastalığın pençesinde olduğunu görüp, bir şeyler yapamamak daha da kahrediciydi!
           Kendisini Bakü’de ziyaret edip etmemek arasında çok tereddüt ettim. Bir keresinde uçak rezervasyonunu dahi yapmıştım,
           …ama sonunda vazgeçtim, onu dinç ve gülen gözleri ile hatırlamak istedim!

            Son Sözüm Sana Sevgili Dostum, Kardeşim, Ağabeyim Rafiq Quliyev
                                                                                        
             Atam “kaderden kaçılmaz” derdi. Bizim birbirimizle karşılaşmamız kaderimizdi. Beni Azerbaycan’a bağlayan ve daha çok sevmemi sağlayan sen idin,  benim dürüst, sözüne güvenilir, derdimi anlatabileceğim ve derman için elinden geleni yapacağını bildiğim dostum.

          Dostluğumuz, dünya görüşümüzün yani fikirlerimizin yakınlığı ve kendimizi tarihsel olarak buna mecbur hissetmemizin yanı sıra, galiba asıl olarak karakterlerimizin uyuşması ve birbirimize karşı dürüstlüğümüzün ve saygımızın sonucuydu.
          Bana yapamayacağın şeylerin sözünü vermedin,
          …ama bana verdiğin iki sözü tutmadın!
          Onun için iki yerde affedemiyorum seni:
          Birincisi Sarvan’ın düğününe davet etmeyip emilik vazifemi yapmama imkân vermediğin için.
          İkincisi ise beni bir dosttan mahrum bıraktığın için…

          Rafik,
          Sormadan edemiyorum:
          “Sen doxsan, men seksen iki yaşa çatanda Xezer’in kenarında Azerbaycan’ın inkişafından söhbet edeceydik… Niye sözünde durmadın?”.
           




Hiç yorum yok:

EL CHAPO ve FİLİSTİN

  Joaguin Guzman – namı diğer El CHAPO – Meksikalı, dünyanın en büyük eroin kaçakçısı. Çocukluğu fukaralıkla geçmiş, babadan şefkat görmem...