Ağıt yitirilen şeylere yakılır şüphesiz, eğer yitirilmişse mutlaka değerlidir, fakat gerçekte insan burada kaybettiği güzel anılara mı yanar yoksa geçen ömrün, yaşlanan bedenin çaresizliğine mi hüzünlenir?
İsterseniz gelin bunu hep beraber düşünelim, malum benim kırk yıllık meşe ağacım var ve bunları hep onun altında mal-u hülyalara dalarak fikirleşiyorum.
Burada geçmişe ağıtı sadece yaşlanan bedenimizin hüznü olarak göremeyiz şüphesiz, değişen çağın değişen iklimini de hesaba katmak gerekir.
Siz isterseniz ileri sürdüğüm birinci nedeni aklınızın bir köşesinde saklayın, ikinci nedene geçelim. Malum teknoloji ilerledikçe, insan yaşamı kolaylaştıkça kişinin çevreye olan bağımlılığı azalıyor. Zaten ataerkil ailelerin dağılması sürecini çoktan geçip çekirdek ailelerde bile çözülme yaşamıyormuyuz, çocuğun eli ayağı tutar hale gelince “artık kendi başının çaresine bak” demiyormuyuz? Yada toplumun yardımlaşma göstergeleri olan düğünler ve cenazeler artık bir seramoniden öteye bir şey ifade ediyor mu?
Bundan yıllarca önce bir arkadaşım pastane açmıştı, açılış gününe giderken çıkınımda işine yarayacak bir şeyler götürdüm. Bana kızdı ve” bunlara ihtiyacım olacak kadar düşmedim” dedi. Halbuki babamlar bir arkadaşının dükkanının açılış gününde ona hediyeler götürürler ve akabinde ondan alış-veriş yaparlardı. Üstelik ödemeyi aldıkları malın kat-kat fazlasına yaparlardı, amaç dostlarına maddi ve manevi olarak destek çıkmaktı.
Şimdi anlayış değişti, devir rekabet devri, altta kalanın canı çıksın devri,”gücün yetiyorsa yap” devri.
Şimdiki açılışlarda dükkan sahibi rüşvet dağıtıyor, “aman gelin benden alış veriş edin” demeye getiriyor, rüşvetin adı reklam,kanarsan !.. Daldan dala atlıyorum,
İçinde ruhun olmadığı bir çağda yaşamaya başladık, ve bu çağın anlayışı ile gelenekleri sürdürmeye çalışıyoruz, tezat burada.
Bu anlayış her kesime bulaştı, zengini- fakiri, köylüsü – şehirlisi, muhafazakar olanı- olmayanı maddenin o soğuk, ruhsuz yüzü ile haşır neşiriz. Eskiden iftara beş-on dakika kala evin hanımında ve çocuklarda telaşa ve koşuşturma başlardı. Komşular kendi aralarında yemek ikramları yarıştırırlardı, özellikle dolu gelen çanaklar boş gönderilmezdi.
Bu insanların birbirlerine olan yaşam bağımlıklarının sanat haline gelmesiydi, yani yaşamın kendisi sanatsaldı.
Şimdi komşularımızın kimler olduğundan bihaberiz, acaba bu tenezzülsüzlük dünyayı evimizin en mahrem yerine kadar getiren teknolojiler mi?
Geçtiğimiz ramazanda bir tv kanalındaki iftar programında pazardan alınıp eve götürülen erzakın dahi kapalı ambalajlarda götürülmesi gerektiği, çünkü bunları alamayıp iç geçirenlerin olabileceği vaaz ediliyordu. Programın içindeki reklam spotunda ise bir meşrubat reklamı vardı ve insanları almaya özendiriyordu,seyredenler susuz halleri ile iç geçirip bakkallara koşsunlar, Alamayanlar kimin umurunda ”alamıyorsan derdine yan”…….
Üstelik, al ve “farklı” olmaya hak kazan, yani ayrıcalıklı ol, kısaca birey ol fikri işleniyordu,yani başkaları seni ilgilendirmez “kazanmaya bak, kazandığını sorumsuzca harca, başkaları senin neyine?”.
O an anladım ki artık yaşam sanat olmaktan çıkmış, ruhsuz madde sanat haline gelmiş, neyleyim…………..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder