Bu Blogda Ara

7 Aralık 2017 Perşembe

Benim Cennetle İşim Olmaz…Cehennemle de…

             Geçen gün bir dostum “abi Cennet tariflendiğinde  dünyadaki insan fizyolojisinin kaldırmayacağı nimetlerden bahsediliyor.Bana biraz tuhaf geldi.”Dedi.
             Ehhh biz her bir şeye maydanozuz ya… Dostum beni katmerli din alimi zannnetti galiba.
             Dostuma,
              Soruyu yanlış kişiye sordun. Benim Cennetle işim olmaz… Ve tabi ki Cehennemle de.
             Dostum meraklandı. Fetvaya başladım.
              Sana şöyle izah edeyim dedim. Senin bir çocuğun var. Ona okumanın,ilim yapmanın  faziletini,topluma olan katkısını ve toplum içerisindeki saygınlığı öğretmezsen; Ve devamlı şu notu al sana şunu alacağım gibi teşviklerde bulunursan sonunda okur… Ama adam olamaz. Ömrü hep al gülüm ver gülümle veya yalakalıkla geçer. İşin daha vahimi seninle daha fazla “avanta” için pazarlık eder.
              Gelelim sadede,
             Hz.Allah (İslam inancına göre) İnsanı Dünyaya kulluk için gönderdi. Dedi ki “ya kulum sana nimetler bahşediyorum. Bunun kadir kıymetini bil.
              Ve ayrıca;
             Dünyayı huzurlu kılman için  sana yol gösteriyorum. Şunları yaparsan rahat edersin. Yapmazsan sen bilirsin. Sonunda huzur-u mahşere geldiğinde  utancından ondan bundan meded ummayasın.Bizden hatırlatması.”
             Dolayısıyla ben bu dünyadan sorumluyum. Ömr-ü hayatımda Allahtan Cennet istemedim.
             Öbür dünyaya gittiğimde de mahçup olmamanın ve onurumla hesap vermenin ancak telaşasındayım.
              Sen bu soruyu git şu köşedeki caminin imamına sor.
              Köhne Hastane ne yapılacak?
              Her gün Eski Ünye Devlet Hastanesinin yanından geçiyorum.Bir ara hovardaların ve tinercilerin mekan tuttuğunu söylediler. Yeni yapılan hastane karşılığında arsasının TOKİ’ye verildiği ifade edildi.
             Şu andaki hukuki durumunu bilemem. Bu araştımacı gazetecilerin işi… Gözümün gördğü külliyatlı binanın atıl bir vaziyette durduğudur.
            Konuya şehrimizin daha on yıllarca görev yapabilecek bu  büyük ve sağlam binasının rant hesabı ile çar çur edilmemesi çerçevesinde yanaşıyorum.
           Malum olduğu üzere; Sosyal yapımız artık geniş aileden dar aile ve oradan da bireyleşmeye doğru adım-adım gelmektedir. Bunun nedenleri üzerinde durmak başka bir yazı konusu.  Ama görünen gidişatın  bu doğrultuda olduğudur.

          Dolayısıyla belli yaşa gelip, elden ayaktan düşüp, bakacak kimsesi olmayan ya da yakınları uzaklarda olup doğup, yaşadığı yerden ayrılmak istemeyen yaşlıların acilen huzur içerisinde ahır ömrünü geçirebilecekleri bir mekan olarak değerlendirilmesi uygun olmaz mı?

24 Ağustos 2017 Perşembe

BU FİYAT BU FINDIĞA ÇOK BİLE...

Her yıl aynı teraneler… Ağustos ayı geldiğinde o yandan… Bu yandan fiyat üzerine spekülasyonlar başlar.
         Vatandaş bulunduğu cenaha göre gaydasını çalmayı marifet sayar. “Bu maliyete bu fiyat az.” Nidaları laf enflasyonunu azdırır.
         İktidar da (genelde) süklüm, püklüm zevahiri kurtarmaya çalışır. Aslında herkes fındığın maliyetinden çok içlerinden geçenleri dillendirmek ve hazır fırsatı gelmişken bodoslama yapmak peşinde…
         Elbette fındıktan bahsediyorum. Bizim yere, göğe sığdıramayıp Karadeniz’in vazgeçilmez nimetinden sayılan “mirasyedimizden” bahsediyorum.
         Zaten orta yerde kala, kala bir fındığımız kaldı. Çok övündüğümüz Hamsi sizlere ömür. Zaten mısırın hükmü ne kadardı ki? Pancar ne ki? Bizim gibi sosyeteleşmişlerin yanında esamisi bile okunmaz.
          İsterseniz daha ciddi takılıp geçmişe bir uzanalım.
          90 yılına yani Sovyetler Birliği yıkılıncaya kadar fındık bir stratejik üründü. Çünkü Sovyetlere karşı Karadeniz bir savunma hattı idi. Bu savunma hattında yaşayan insanlarında bir şekilde doyurulmaları… Daha doğrusu yerlerinde çakılı kalmaları, rahat durmaları ve huzur içerisinde olmaları için finanse edilmeleri lazımdı. O da fındık üzerinden olacaktı. Elbette o finansmanı da Nato yani Batı Bloğu karşılayacaktı.
          Ve tabi ki bu finansmanın kullanımında yıllar içerinde hiyerarşik bir yapı oluştu. Üreten belliydi, aracılar ve velhasıl en tepeye kadar hiyerarşik yapı kurulmuştu. Kimsenin de bu tekerleğe çomak sokmaya niyeti olmadığı gibi sokamazdı da.
          Bu arada gözden kaçırdığımız birkaç husus var ki… Aslında fındık konusunun finansman haricindeki önemli konularıdır.
          Birincisi (90 öncesinden bahsediyorum) fındığı üreten üretici köylü durumunda idi. Yani kendi halinde arazisinin başında oturan, günlük nafakasını kazanmak için bütün işini kendisi yapmak zorunda olan ailelerdi. Ve hayvancılık gibi yan gelirleri olan, elektrikten mahrum bu ailelerin doğru, dürüst harcamaları da olmazdı.
          İkincisi araziler (alan olarak) bu kadar parçalanmamıştı.
          Kısaca (özellikle) 90 öncesi gaz, tuz parası biraz da cep harçlığı yeterliydi. Köylünün aradığı daha ne olabilirdi ki?
 Sovyetler dağıldıktan sonra Dünya yeniden şekillenmeye başladı. Karadeniz Majino hattı olmaktan çıktı. Fındığın stratejik önemi gitti. Yerine ekonomik değer geldi. Bir başka deyişle fındığa talep ne kadarsa değeri de o kadardı. İşin içine ekonomi girdiğinde elbette ayak oyunları, alavereler olacaktı. Özellikle liberal ekonominin bizatihi kendisi alavere değil mi?
Bu işin ekonomi yönü… Sosyal yönüne gelince;
Köy nüfusu azalıp millet şehirlere akın edince, zaten alan olarak parçalanmış fındık bahçeleri bakımsızlaştı. Verim artacağı yerde azaldı.
Ne var ki… Köylü şehirli oldu ama fındık üretimi köylülükten bir türlü üretici durumuna geçemedi. Zaten geçmesi de mümkün değildi. Sadece zamanın getirdiği teknolojiyi kullanmak insanı köylülükten kurtarmaz. Çünkü öncelikle köylülükten kurtulmak için verimlilik yani karlılık esasına göre üretim yapmak gerekir. Ki bu büyük toprak sahiplerinde bile olmayan bir meziyet. Küçük toprak sahiplerinde nereden olsun?
Yukarıda bahsettiklerim fındığın üretici tarafı… Devlet tarafı ne durumda?
Devlet Nato’dan boşalan alana (ihtimal ki) destekleme yükünden kurtulmak ve günün modası liberalleşmek (ki bana göre bir yere kadar doğru) amacıyla fındığı başıboş bıraktı.
Aslında gerçekten başıboş mu bıraktı? Bıraktı da birileri fırsatı ganimet bilip doldurdu mu?
Ne başıboş bıraktı, ne de fırsat bilindi. Bundan sonra yazacaklarım sizlere komplo teorisi gibi gelebilir. Siz yine öyle bilin.
AKP hükümeti Fiskobirlik üzerinde operasyon yapıp onu neden batırdı? Yönetimini (gerçekten istese) ele geçiremezmiydi? Ve TMO’ya ihtiyaç duyarmıydı? Acaba amaç Fiskodan da öte TMO üzerinden finansman hiyerarşisini yeniden düzenlemekmiydi?
         Şunu bilmek gerekir ki… Stratejik ürünlerin kurumları da stratejik olur. Operasyonlar bu kurumlar vasıtası ile yapılır.

Evet, sizce neden batırmış ya da batmasına göz yummuş olabilir? Liberalleşmek adına mı yoksa zarar ettiği için mi?  ( Devamı haftaya)

13 Nisan 2017 Perşembe

Evet, mi? Yoksa Hayır mı?

Siz bu satırları okuduğunuzda referanduma birkaç gün kalmış olacak. Ve yine taraflar son kozlarını sahaya sürüp tüm yedekleri ile birbirlerine saldıracaklar. Bu arada muhalefet rolü oynayan Bahçeli bile gerçek yerini almak zorunda kaldı.
Ama gördüğümüz o ki,
Bu çekişmeler ve bodoslamalar sahadaki silahşorlar vasıtası ile oluyor. Biz seyircilerin yani avamın bu tarakta pek bezi yok.
Yereldeki mitinglere baktığımızda da bunu hissediyoruz. İnsanların zoraki, hatır, gönül birazda sanki dipçik zoruyla toplanmışlar gibi geliyor insana… Coşkudan eser yok.
Neden avamda heyecan yok? Bunun çeşitli nedenleri var elbette. Bana göre bunun en önemli nedenleri;
Sağ cenahta olup hayırcı olanlar “Fetö” ile suçlanırım diye vaziyeti idare ediyor. Evet diyenler ise sonucun hayra alamet olmasından pek emin değiller. Yani “evet” mührüne tereddütle yaklaşıyorlar. Dolayısıyla heyecanları yok.
Biraz daha orta yolda yani kararsız olanlar Tayip Erdoğan ve ekibinin Türkiye’yi dış yardım olmadan zapt edecek güce sahip olmadıklarına inanıyorlar. Haklı olarak neye karşılık diye sormadan da edemiyorlar.
Her ne kadar “dirayetli” gibi gözükse de;
Cumhurbaşkanının politik manevralardan öte iki ileri üç geri tavırları bu kesime pek güven vermiyor.
Öte yandan,
Karşı cenahın… Yani Hayırcıların silahşorlarının Samsundan yola çıkıp İzmir’de denize dökme “naraları” onları çaresiz bırakıyor.
Bazen de insanın aklına hayırcıların bu denli aptalca davranışlarının (tıpkı balıkların sopalarla ağlara sürülmesi gibi) “ortak aklın” talimatı mı, yoksa hissettikleri sonun son çırpınışları mı? Diye sorası geliyor insanın. Kestirmek güç.
Ve herkes “kaybetmek” sonucundan korkuyor. Sanki bu referandum ülkemin son raundu…
Her ne olur ise olsun, hangi duygularla yola çıkılmış olursa olsun görünen o ki (tıpkı öbürleri gibi) bu teknik olarak hazırlanmış ülkemizin sosyal, siyasal ve tarihi misyon ve yaşam tarzına uygun tasarlanmış bir anayasa değil.
Anayasalarımız bugüne kadar bazen asker dipçiği altında bazen de sivil işbirlikçilerin töhmetliğinde hazırlandı. Bu anayasa ise sivil dipçiğinin altında hazırlanmış “zaptur-u zap” tan başka bir şey değil.
Anayasa maddeleri ne derse desin bu tek adam-ki bunu AKP’lilerin kendisi ve Erdoğan da gizlemiyor- yaratma daha doğrusu yıllarca süren bir operasyonun neticesi olarak görülüyor.
Silahşor AKP’lilerde gizli bir heyecan var. Burçlara bayrağı dikmeye ramak kaldı diye… Ama hangi bayrak? İşte o muamma.
Sayın Cumhurbaşkanının kafasının içini elbette bilemeyiz. Ama biraz niyet okursak benden sonra ne halleri varsa görsünler der gibi bir hali var. Belki de “size de 23 den sonra doksan yıl hüküm nasip ettik” vahyine güveniyor. Kim bilir? Geriden gelenler de iman ediyor.
Ben burada Evetçilerin canı gönülden inanarak evet diyeceklerle ve tereddütlü evet diyecek olanlara seslenmek istiyorum. Hesaplı, kitaplı hareket edenler ile nema peşinde koşanlarla işim yok.
“Biliyoruz ki ve öyle inanmışız ki geçmişte madden ve manen sistem bizleri çok ezdi. Hakaretlere uğradık. 28 Şubat sürecinde ve onun sonrasındaki eziyetleri ve tepeden bakmaları daha dün gibi hatırlıyoruz. Hepimiz ceberut devlet muamelelerine maruz kaldık. Bazen solcu yaptılar terörist damgası yedik… Bazen ülkücü olduk faşist damgası yedik. Bazen de sen İslamcısın yobaz damgası vurdular. Bizi bize düşman ettiler. Hep kabahatli bizler olduk. Ama servetlerine servet katanlar aynı tiplerdi. İtibar görenler de aynı tiplerdi.
Devletin işi, gücü ötekileştirme ve düşman yaratmak idi. Gün geçmedi ki sıra bize ne zaman gelecek diye kapıyı gözler olduk.
Ülkemde sizin/bizim yaşam anlayışımızla paralel, bu toprakların kahrını çeken ilk yirmide kaç zengin vardı? Bugün bile şüpheli. Neden diye hep sorduk? Ama bir türlü cevap bumlamadık.
Okumuş dahi olsa başörtülü bir hanım toplumun en cahili ve bağnazı olarak damgalanıyordu.
Bizi hep “cemek sakallı” cübbeli, göbekli koca tespihli cahil din hocaları ile tasvir ettiler. Ve onlar da biliyorlardı ki Müslümanlık bu değil. Ve onlar buna rağmen hak vaki olduğunda öbür dünyanın “kıç korkusuna” lokma dağıtmaktan da geri durmadılar. Bu kadar da ikiyüzlüler.
Lakin bunları bertaraf etmek, ülkemizin yaşanılır, özgürce övünç duyacağımız bir vatanda yaşamak mutluluğuna erişmek; nereden geldiği, nereye varacağı belli olmayan bir ekibin arkasından sürüklenmek değildir. Ötekileştirmekte değildir. Ötekileştirdiğiniz kimler? Bir avuç mankurta bakarak, onlara kinlenerek milyonların geleceklerini tahakküm altına aldırtmak, bu vatanı bir başka türlü marabalaştırmak vebaldir.
Sizler de aynı yanlışa düşüyorsunuz,
Bir avuç sermayedar taşeronlarının dipçikleyerek bu günlere sürüklediği bu vatan evlatlarını; Aynı taşeronların bir başka renk dipçikle bir seksen yıl daha marabalaştırmak istemedikleri ne malum? Bu ölümden kaçıp sıtmaya razı olmak olmayacak-mıdır? Yukarıda da dediğim gibi köteklerle ağa sürüklenmediğimiz ne malum?
Diyorsunuz ki,
Onlar bu güne kadar bizi sömürdüler şimdi sıra bizde… Sömürülecek bu vatan kimin ki sömürmeye yelteniyorsunuz? Ganimet malımı? Acaba zannettiğiniz gibi mi olacak? Ve nasıl olacak? “Güçlü, dirayetli, cengâver, dünyaya kafa tutan bir liderimiz olduğu sürece bize bir şey olmaz.” Diyenlerinizi duyar gibi oluyorum. Hadi diyelim ki Allah bize böyle birini nasip etti. İyi de hangi ekiple? Paranoya haline getirip altı ayda bir değiştirdiği ekibiyle mi? Daha dün kendisine küfredenleri bugün sırf itaat etsinler diye makam verdikleri ile mi?
Ve…
Yarısını ötekileştirdiğiniz bir ülkeyi hangi güçle ayakta tutacaksınız? Ülkenizin hangi erkine dayanacaksınız?
İran gibi petrol devimisiniz? Yoksa dayandığınız, size sadık mezhebiniz, aşiretiniz mi var? Yoksa kendinizi feda edeceğiniz ideolojiniz mi? Seksen yıl zapt edilememiş bir ülkeyi, onların zapt edemediği bu ülkeyi size mi emanet edecekler?
Yoksa orduyu, polisi, hukuku zapt edip biz bu işi götürürüz mü diyorsunuz? Ya da biz her zaman bir şekilde yüzde ellinin üzerinde oy alır gene yırtarız mı zannediyorsunuz?
Ya da bütün partilerin kolunu, kanadını kırdığınızda ve tek adam dirayeti ile bu ülkede dirliği koruyabileceğinizi mi zannediyorsunuz? Acaba o tek adam, tek adam mı olacak?
Memlekette iktidar mafyaları, hizipler türemeyecek mi? Tek adam bunlarla nasıl baş edecek? Ya da etmek isteyecek mi? Ya onları birbirine çarpıştırıp nemalanmak isterse ne olacak?
Sayın Cumhurbaşkanı diyor ki “Atatürk, İsmet İnönü partili tek adam değiller-miydi?” Sonuç? Gelinen nokta malum değil mi? Eğer geçer akçe olsa idi meydan size bırakılır-mıydı?
Daha ne diyeyim?”

20 Mart 2017 Pazartesi

Dünyalık İmamlar…

        Rahmetli anacığım nereden bilecekti kendini kurtarayım derken beni heder edeceğini,
        Rahmetli ikide bir ısrar ederdi;
        “Öbür oğullarımı dünyalık yetiştirdim. Ama seni Yakup Hoca yapacağım. Ölümüze de dirimize de Kuran lazım.”
        Benim mırın-kırın yaptığımı görünce duygu sömürüsüne başlardı,
        “Biz rahmete gidince arkamızdan kim Kuran okuyacak?”
        Bu korkular değil-midir ki insanları prangalara vurup kul, köle ettiren?
        Efendim,
        Her insanın olduğu gibi benim de bazı kutsallarım, olmazsa olmazlarım vardır.
        Mesela,
        Bazı mesleklere saygı ile yanaşırım. Onları erişilmezlere oturtur, kutsar sonra da önünde secde ederim.
         Hâlbuki bilmem lazım değil mi? “Her şey insanla kaim.”                                                                                                                   Biliyorum, bunlar abartılı duygular… Lakin maya böyle çalınmış bir kere… Teneşir paklayacak.
        Dedim ya,
        Anacığım, rahmetli illa imam olmamı isterdi. Bütün ideali, aklı fikri birilerinin eline üç-beş akçe sıkıştırmadan istediği anda, istediği gibi şöyle “aşk ile” Kuran okutmaktı maksadı.
        Ehh söyleyemese bile, biraz da öbür tarafı garantiye almaktı gibi geliyor bana.
        Ama nereden bilecekti,
        Dinimizin olmazsa olmazı ve hatta temel direği olan sosyal dayanışmanın güzel bir örneğini de böylelikle heder edeceğini.
        Değil-midir ki,
        Dinimizin olmazsa olamaz emirlerinden bir tanesinin de “olanın olmayana vermesi gerektiği” desturu.         
        Yani,
        Para anamda, Kuran hocada olduğuna göre herkesin birbirinden nasiplenmesi gerekirdi.
        Her ne kadar rahmetlinin okuma-yazması yoktu ama işini de iyi bilirdi. Beni hoca yapıp daha kaliteli ve bir o kadar da bedavadan dua sahibi olacaktı.
        Benim gibi mısır ekmeğinden başa bir şey görmemiş,”gızma hamama” İstanbul diyarlarına okumaya gittiğinde girmiş birisi için elbette hocalık bir şey ifade etmeyecekti.
        “Aşk” ile okunan bir yasinden sonra süklüm-püklüm beklenen birkaç bozukluk bana hayatı güllük, gülistanlık yapabilir-miydi?
        Her ne kadar konum olmasa… Sohbetime çomak soksam da… Söylemeden edemeyeceğim. Rahmetli babam da benim paşa olmamı isterdi. Ona da hayır demiş olmamın gerçi parayla pulla alakası yoktu. Ona hayır değişimin nedeni ömr-ü billâh emir altında yaşamak istemeyişimdendi. Bütün idealim“fikri hür, vicdanı hür” olmanın tadını çıkarmaktı. Nereden bilecektim paşalığın “entrikacılıktan” nasiplenmek olduğunu.
        Fakat bu fikirlerimin hiçbirisi bana kar etmedi. Atalarımız boşuna dememişler “ulu sözü dinlemeyen ulur” diye.
        Şimdi imam olsaydım devletimin makbulü olurdum bu bir.
        Devletimin makbulü olunca da caminin içinden ziyade açık havada “milleti” imana getirirdim bu iki.
         Kısaca dünyalık olurdum. Hem de ne dünyalık…
       

  

3 Mart 2017 Cuma

İlham Aliyev’e Yazık Oldu…

          
            Malum olduğu üzere,
            İlham Aliyev eşi Mehriban Aliyeva’yı başkan birinci yardımcısı yaptı. Bana göre İlham Aliyev şimdi hapı yuttu.
            Düşünsenize,
            Evde didişme, iş de didişme. Hayat çekilir mi?
            Adama adım attırmazlar. Şimdi işe gidiyorum diye kaçamak da yaptırtmazlar.
            Bence İlham Aliyev bunu korkudan yapmıştır. Ama hanım korkusundan değil.
            Olsa-olsa “Fetö” korkusundandır. Çünkü ya başyardımcısı darbe heveslisi çıkarsa ne olacaktı hali?
            İyi de,
            O zaman bütün üst düzey “kodamanların” yardımcıları da eşleri olmalı değil mi?
            Bunun tarihte örnekleri yok mu?
            Genelkurmay başkanının başyaveri “Fetöcü” çıkmadı mı?
            Biz sıradan erkeklere yazık değil mi?
            Öyle ya,
            Memleketin has ağaları hanım emrine girerlerse, bizim gibi maraba erkekler ne hallere düşer?
            Has ağalara bir şey olmaz,
            Vatan, millet ve dahi vazife aşkına… Ehhh biraz da elde olanları kaybetmeme korkusuna birbirlerinin sıvışmalarına göz yumarlar.
            Ama bizlerin nesi var ki,
            Bir atımlık barut… Onu da attık mı tamam. Hanım eskisi gibi babamın evine gidiyorum da demiyor artık. Mal-mülk tapuda ortak nasıl olsa… Gerisini varın biz erkekler düşünelim.
           Çok şükür,
           Geçen haftadan itibaren güneş yüzünü gösterdi. Sırtımız kızmaya, bitlerimiz kırılmaya başladı. Çalışanımın kızı minik Esra bile bana yaz ne zaman gelecek? Diye sorduğuna göre gerisini varın siz düşünün. Bu yıl daha Mart gelmeden kazma-kürek yakma durumuna gelmiştik.
           Rahmetli Anacığım derdi ki,
           “Sayılı günler tez geçer.”Soğuk günler geçti gibi geliyor bana. Keşke memleket ahvalleri de sayılı günlerden olsa.
           Sabır güzel şey, insanı olgunlaştırıyor. Ama sabredelim derken ya çürümeye durursak?
           İşte o fena,
           Ceset ne ki?
           Ruhların tarumarı çok daha fena…
           Rahmeti babamın sözü hatırıma geldi şimdi,
           Fındık bahçesinde ona eşlik ederken… Gayet gürbüz, almış başını giden, genç azması azgın bir fidan gördüğünde beline girebiyi vurup alaşağı etmeye çalışırdı.
           Hayretle neden diye sorduğumda… “Evlat bunun cinsi piçelmiş.” Derdi.

           Allah ruhları piçelmişlerden etmesin… Hele-hele de ellerine hiç düşürmesin.

9 Şubat 2017 Perşembe

Böcelü Pancarın Üzerine Acı Su İçilir…

Efendim,
            Ben acı suya çok düşkünüm. Her ne kadar münafıklar iki de bir analizi gözümüze dayasalar da; ben yine de atadan-dededen yadigar acı suyumdan vazgeçmem.
            Alışmışım bir kere,
            Sosyetik bidonlarda satılan albenili sular beni kandıramıyor.
            Dolayısıyla,
            Acı suyun geçmişini yaşım elverdiğince bilirim.
            Mesela,
           80’li yılların ortalarında bendeniz naçizane belediye encümen üyesi iken acı su hattının yenilenmesine karar vermiştik.
            Ceviz deresi mıntıkasından yenileme çalışmalarına başladığımızda bir de ne görelim; Ünye Çimento Fabrikası lojmanlarında helalarına kadar acı su hattı döşetmesinler mi?
           O zaman anladım ki bu fabrika benim ülkemin fabrikası değil… Hele Ünye’min hiç değil.
           Benim bu kadar fazla şaşırmam aslında yersiz.
           Malum olduğu üzere bu fabrika omzu kalabalık “vatan kurtaran aslanların” fabrikası... Onların her bir şeyleri altın değerinde “idi!”
            Lakin…
            Acı suyumuzu horlayan ve kadir-kıymet bilmeyen sadece Ünye Çimento Fabrikası olmadı elbet,
            Önceleri Ünye'nin simgesi haline gelen ve hayır-hasenat için acı su çeşmesi yapma yarışı haline gelen medar-ı iftiharımız sonraları rant kapısı haline gelmeye başladı.
            Önce,
            Geçmiş belediye başkanı Necip Avcı zamanında çeşmelerin çoğu sökülüp yerlerine pres tuğladan çeşme yapıldı.
           Hiç tuğladan çeşme olur mu? Diyelim fazla ilerisine gitmeyelim.
            Daha sonra baktık ki,
            Kap kaçak ve araba yıkama çeşmeleri haline geldi.
            Sonra,
            Büyük şehir belediyesi geldi hepsine el koydu.
            Uyanıklar ya… İnşaatlar yetmedi acı su rantına göz diktiler. Gerekçeleri “efendim millet çeşmede araba yıkıyor.”
            Araba yıkama çeşme köreltmenin gerekçesi olabilir mi? Vazifen suyumuzu gerçek değerine oturtmak değil mi?
            Amaç hınzırlık… Mesela suyun kullanım hakkını bir taraflara kaydırsak nasıl olur? Belki de ben hınzırım da… Gıybet yapıyorum. Ama bu memlekette birazcık daha şehirlilik ruhu kalmış ki… Millet yemedi, karşı çıkıldı.
            Bunlar işin bir yönü,
            Siz ne kadar kadılar, ermişler, kaptanlar şehriyiz deseniz de…
            Ya da,
            Akçaya oksijen tabelaları dikseniz de… Görünen köy kılavuz istemez.
            Elimden gelse Enver efendinin kulağından tutup Cumhuriyet Meydanındaki çeşmeden ağzını dayatıp su içirttirirdim.
            Eğer midesi bulanmasa anlarım ki “şeherlü” olmuş. Kaderimiz der… Başkaca da bir şey demem.

           

(23 KASIM) BUGÜN BENİM YAŞ GÜNÜM

  1955 senesinde Allah’ın nasibi, rahmetli anamla, atamın vesilesi ile bu dünyaya teşrif etmişim. O zamanın şartlarında günü gününe kayda ge...