Yaklaşık 2-3 milyar dolarlık ihracat geliri ile Trabzon’dan Samsun’a kadar tüm Karadeniz sahilinin yaşam biçimi haline gelmişse… Ve Karadeniz’in dik yamaçlarının erozyona uğramasını engelliyorsa… Böyle bir önemli ürün yok hükmüne getirilmemeli idi.
Yok, hükmüne getirmek? Bunu iki şekilde anlamalı.
Birincisi ekonomik gelir olarak. İkincisi ise yaşam biçimi olarak… Aslında bu iki unsur birbirine bağlıdır. Birini diğerinden soyutlayamayız.
Gelin görün ki,
Her ikisi de yıllar geçtikçe önemini yitirmekte. Ekonomik anlamda ülke gelirinden daha az pay almakta. Buna bağlı olarak da yaşamımızı daha az etkilemekte.
Artık fındık ayı diye bir şey kalmadı. Hem iş gücü ile yapılan işler makineleşerek zamanı kısalttı ve hem de karlılık azalınca ilgi azaldı. “Bitse de kurtulsak” seviyelerine geriledi. Her ne hikmetse fındık ürününü kaliteleştirmek ve ona katma değer katmak konusunda ne toplum olarak ne de iktidar olarak hiçbir gayretimiz yok. Şaşılacak bir durum.
Bu bize haklı olarak neden sorusunu aklımıza getiriyor. Neden böyle oldu? Hikâyesi uzun. Çok yönlü çalışma ve anlatım gerekli. Zaten yazı tefrikamızın formatı da bu değil. Olsa-olsa yaşı kemale ermiş, doğma büyüme fındığın içinde olan yazarın serzenişlerinden öteye gitmez yazılacaklar.
Ama görmemek, hissetmemek ve yazmamak da mümkün değil. İlla kıyısından, köşesinden dokunacağız.
Sovyetlerin yıkılmasından sonra Dünya yeni bir yola girdi. Gelişmiş Dünya sanayi çağını atladı. İletişim ve teknoloji çağına girdi. Hayatın her alanında teknoloji söz sahibi… Teknolojide duygusallık olmuyor. Her şey karlılık ve olanı daha da geliştirmek üzerine...
Ben havlimin başında oturayım devlet bana baksın mantığı bitti. Zaten Dünya da artık “rahat dursunlar” diye de seni süspanse etmiyor. Ayrıca dünya tarımda bilimi sonuna kadar kullanıp ticari kuralların en acımasızını uyguluyor. Tarım ve hayvancılıkta genetikle dalga geçiyor.
Bırakalım “köylülüğü” artık çiftçilerin esamisi bile okunmuyor. Teknolojiyi ve bilimi sonuna kadar kullanan, genetiğin kitabını yazan bir dünya var karşımızda. Ama biz Ziraat Odalarının, Tarım Müdürlüklerinin duvarlarında “Köylü Milletin Efendisidir” sözünü kocaman harflerle yazmayı marifet sayıyoruz. Hâlbuki bu söz zamanında hangi seçim meydanlarda kimleri gaza getirmek için söylenmiştir kim bilir? Öyle değilse bile Dünyanın gidişatı düşünülmeden söylenmiş öylesine bir sözü şiar yapmam. Hele de bu zamanda.
Çünkü gelişmiş ülkeler o zamanlar sanayi toplumuna son hızla geçerlerken köylülüğü tasfiye ediyorlardı. Komünist ülkeler bile kolhozları geliştirmenin peşinde idi.
Neyse… Zannedilir ki AKP Hükümetinin fındık politikası yok. Bal gibi var. Nedir diye sorarsanız bunun hikâyesi de uzun derim.
Ama şu kadarını söyleyeyim; Hiçbir kaygısız, pervazsız, patavatsız hükümetler bile böyle bir tarım politikası gütmez. Demek ki kendilerinden eminler ve bir bildikleri var herhalde... Zaman gele hayır ola demekten öte bir şey diyemiyoruz.
İşin tuhaf tarafı fındığı bu denli başıboş bırakıp ve –hadi diyelim ki- fındığın yerine başka bir şey ikame etmek istenebilir. O da yok. Bu tekelleşmenin altında neler var… Hüccete gitmeden ahh bir öğrenebilsem. Yoksa gözlerim açık gidecek.
Size kısa bir fındık hikâyesi anlatayım da bu “acıklı” konunun son tefrikasına nokta koyalım. En azından gülümseyerek bitirelim.
Vaktiyle fındık harmanını beklesin diye bir yıl boyunca şehirde baktığımız Arap adlı bir köpeğimiz vardı. Fındık harmanını layıkıyla beklesin diye beslediğimiz Arabımız fındık ayı gelince kızan olmuş dişi köpeklerin peşine gider, harmandan kaçardı.
Tam bir ay sonra fındık harmanı bitip şehre yollanacağımız sırada bir deri bir kemik yılışarak gelirdi. Yine tekrar on bir ay boyunca iti semirtmek için canımız çıkardı…
Biz iyiliksever, yufka yürekli-miydik yoksa avanak-mıydık? Ama emin olduğum bir şey var… O da itimizin bizden uyanık olduğu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder