Bu Blogda Ara

24 Haziran 2013 Pazartesi

GEMİ UFUKTA KAYBOLURKEN...

        GEMİ UFUKTA KAYBOLURKEN…
       “İçim acıyor…” Dedi… Buruk ve küskün… “İçim acıyor…”
       Kızım “Onca yıl annem sana hizmet etti… Ona ne verdin ki? Eğer vaktiyle işten çıkarmasaydın, şimdi çok parası olacaktı?” Dedi.
       Yutkunarak bunları söylüyordu karşısında kendini dinleyen arkadaşına.
       Yüzündeki hüzünlü gülümseme ile sözlerini sürdürdü “Sanki anasını odalık aldım? Bunca yıllık çalışıp, didinmem kendim için-miydi?”
       Arkadaşı teselli kabilinden dudaklarından belli belirsiz sözler dökülse de… O bunları duymuyordu… Kendi kendine konuşur gibi “Ben anasını odalık almadım ki…” Diye tekrarladı. “Sevdim de aldım. Evimin hanımı olsun… Can yoldaşım olsun istedim…” Arada kaçamak bakışlarla ufukta bir şeyleri takip ediyor gibiydi.“Rahat etsin, gündüz iş yorgunluğu ile gece ev işleriyle uğraşmasın idi amacım. Evime, çocuklarıma sahip çıksın istedim. Yuvamızı her zaman neşeli, sıcak tutar dediydim. Dert ortağım, sığınacak limanım olur diye düşünmüştüm.”
       Arkadaşı ona dikkat kesilmişti. Ama o bunun farkında değildi. Dalgın ve hüzünlü…
       “O bunları dinlemedi bile… Ne dedi biliyor-musun? Anneme ne verdin ki? Verdiklerini de sana ettiği hizmetle fazlasıyla hak etti… Dedi kızım… Öz kızım bana bunları diyen… Hem de hesap sorarcasına…”
        Sesinde kızgınlık yoktu. Hüzünle karışık sitem vardı.
        Kederi katmerleşti… Oturduğu koltuğu hafifçe yan çevirdi… Pencereden dışarıya baktı. Dalgın, hüzünlü gözleri uzaklarda gözünden kaçırdığı bir şeyleri arar gibiydi.
        “Biliyor-musun?” Dedi arkadaşına tekrar. Pencereden gözlerini ayıramadan “Ortak hayat kurmak kolay da… Hayat yoldaşlığı zor… Hem de çok zor.” Arkadaşı başıyla tas-dikledi sözlerini.
        Cümleler ağzından kesik-kesik dökülüyordu. Böyle şeyleri konuşmaya alışık değildi. Bunları söylemek zor geliyordu ona. O özel konularını kimseyle paylaşmak istemezdi. Dertlerini, sıkıntılarını içine atardı. Bu yüzdendir ki kendi kendini yer, bitirirdi. Arkadaşı da üzülüyordu elbet onun haline. Gerçi onun durumu da kendisinden pek de farklı sayılmazdı ya.
        Yine de teselli vermeye çalıştı “Üzme kendini, onlar daha genç. Yuva kurduklarında neyin ne olduğunu anlarlar da…” Arkadaşı sözünü bitiremedi. Adam dalgın baktığı pencereden başını çevirmeden “iş işten geçtikten sonra değil mi?”
        Birden bire, yüksek sesle ve sanki kendini biraz önceki ruh halinden sıyırmak istermişçesine “Özgürlük nedir?” Diye sordu arkadaşına dönerek.
        Arkadaşı bu beklenmedik soru karşısında bocalarken, arkadaşının cevabını beklemeden kendisi verdi cevabı “ Canının istediğini, aidiyet duygusu yaşamadan, kimseye hesap vermeden yapabilmektir.”
        Arkadaşı bu cevap karşısında şaşkınlığa düşerken… Cümlesini tamamladı “Demeye getirir her zaman kızım”. Yine yüzündeki kederli tebessümüyle…
        “Olur-mu öyle şey… Zamane gençleri işte... Ne yaparsın?” Bu cümleleri daha çok teselli kabilinden söylemişti arkadaşı. Kendisi de söylediğine inanmıyordu ya.
        “Geçen gün telefonda hayat yordu beni, kenara çekilip kendimi dinleyeceğim… Kim nasıl isterse o şekilde yaşasın dediğimde…” Aniden aklına bir şey gelmiş gibi sözünü kesti… Pencereye doğru bir daha döndü, sanki uzun süre ufukta aradığı uzaktan geçen bir gemiyi tanımaya, yakalamaya çabalıyormuş gibi dikkat kesildi. Telaşlandı, yerinden kımıldanır gibi yaptı.
         Yutkundu… Dudaklarını ısırdı, birden bire yine o acı gülümseyiş belirdi yüzünde. Aynı ani hareketle arkadaşına dönerek“…Ne dese iyi? Hayat senin. Nasıl mutlu oluyorsan öyle yap dedi. Hem de hiç umursamadan.”
         Arkadaşı bu kadarına da pes der gibi “Allah-Allah deme yahu…”
         Fakat yine birdenbire sanki kendini saran keder, hüzün, dargın ve dalgın hali gitmiş; yerine rahat, kendinden emin ve bu sefer acıma duygusuyla karışık “Bana sitem etti geçen gün. Onunla telefonla konuşurken… Baba beni hiç aramıyorsun. Biliyor-musun, kuzenimin babası kızını her gün arıyor. Dedi.”
        Konusuna hâkim olanların emin haliyle sözüne devam etti.”Böyle hareket eden gençler özgür olmak için aileleri ile duygusal bağlarını koparıyorlar. Bağlarını koparınca da yalnızlaşıyorlar. Bu ikilemi bir gün anladıklarında iş işten geçmiş...”
        “…Ve gemi gözden çoktan kaybolmuş oluyor.” Son cümlesini yine pencereye dönerek söylediğinde yüzünde ufukta o gemiyi gözden kaybetmiş olmanın hüznü ve ıstırabı vardı.


14 Haziran 2013 Cuma

YOKSA NEFSİN AHLAKSIZ ÇIKARCILIĞI MI?




                "Ne çıkar bahtımızda ayrılık varsa yarın…
                    Sanma ki hikayesi şu titreyen dalların.     
                Düşen yaprakla biter…
                Böyle bir kara sevda, kara toprakla biter."
                 Zeki Müren'den  muhayyerkürdi şarkısını dinlerken...
                Dün baharı düşündüm… Ulu Meşemin dibinde… Akkuşun serin yelleri gözlerimdeki hüznü silerken…
                Yeniden doğmanın sevincini yaşarken tabiat, toprağa karışmış gazellerden kuvvet aldığını biliyor-muydu acaba?
                Var olmanın hazzı, yaşama veda etmenin sebebi mi olmalıydı?
                Ya da bir kutsal dönüşümün kabullenmişliği ile tefekkür etmek…
                 Bu ne kutsal duygu, bu ne metanet Rabbım, gelirken dünyaya gitmeyi kabullenmek…
                 Sessiz, sedasız ve onca çetrefil, nefis kokan yolları arşınlarken…
                 Acaba bir hatıra bırakmak-mıdır, yoksa dünyaya tutunmak-mıdır?
                 Evlat bırakmak terk-i dünya ederken.
                 Ya evlada ne demeli?
                 Onca yaşanmışlığın, bunca emeğin ardından…
                 Kendini bu dünyaya armağan edeni,
                 Kendi elceğiziyle toprağa uğurlamak…
                 Yarabbim…
                 Buna metanet mi demeliyim…  Yoksa nefsin ahlaksız çıkarcılığı mı?
  
   







29 Mayıs 2013 Çarşamba

BENİ BEKLEME KAPTAN


          "Beni bekleme kaptan,
          Seyir defterini başkası yazsın
          Çınarlı, kubbeli mavi bir liman
          Beni o limana çıkaramazsın,"
          Kim derdi Cem Karaca’yı bu denli seveceğim,
          Ya da kim derdi Cem Karaca bu denli değişecek…
          Gençliğimde sesini içten içe sevsem bile; “Gomonis” Cem Karaca’yı sevmedim/sevemedim…
          "Ben ceviz ağacıyım Gülhane parkında
          Ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında,"
          Cem Karaca bana çok şey öğretmiştir… Fark ettirmiştir…
          İnsanların çok yönlü olduğu,
          Ve geleceğin neler getireceğini kimler bilebilir ki!…
          "Düştüm mahpus damlarına
          Öğüt veren çok olur,"
          Kendi kozasını örerek,
          Kendi kendinin mahpusu olduğunu…
         " Unut beni unut arama
          Sakla bu mendili sakla,"
          İhtiyacı yokmuş gibi görünürken,
          Aslında “dur gitme” denmesini isteyecek kadar da mahzunlaştığını…
         " Bir çiviyi çakar gibi
          Vura-vura güne.
          Dörtnala gidiyoruz,
          Bizi bekleyen yere."
           ……..
          "Bir ayvayı dişler gibi
          Isır-ısır ömrümüzü
          Bir girdapta dönüyoruz
          Yaşamadan günümüzü."
          ……
          "İşte geldik gidiyorduk
          Bilinmez bir diyara.
          Eskiden karpuz idik
          Şimdi döndük biz hıyara"
          Rabbım;
          Bu muhteşem kainatta varlıkların en muhteşemliğini bana nasip ettiğin halde, kıymetini bilemeyip kendini ağız ile anüs arasına hapsedenlerden eyleme…
          Ve;
          Sana itibar etmemeyi meziyet sayıp,dünyalıkları putlaştırarak, onlar üzerinden insanları kullaştıranlardan eyleme
          Ve dahi;
          (Aklı sıra) Seni hakim kılmak istermiş gibi gözüküp, aslında kendi hükümlerini tesis edenlerden eyleme…
          Beni,
          Saçları “gıraldığı” halde hala iki arada bir derede kalmanın sıkıntısını yaşayanlardan eyleme…














28 Mayıs 2013 Salı

BALIK AVI


          Babam… Paşa Babam… Rahmetli çok iyi balık avlardı.
          Ama oltayla değil… Saçma ile idi onun ustalığı…
          Saçmanın her türlüsünü, her şekilde atardı. Bir keresinde derede aha iki “sümüç” balığı öyle bir yerden çekip çıkardı ki…
          Kimsenin aklı, sırrı ermedi.
          O günden sonra rahmetli anam, babam balığa giderken “Halıcı bismillah-la at şu saçmayı, sana nazar değer sonra” dedi.
          Babacığım da  “can almanın besmelesi mi olurmuş hanım”  diye karşılık verdiydi anacığıma.
          Anladım ki, avlanırken rahmetlinin “üreciğinin kuytularında”  merhamet duyguları dolaşıyordu.
          Ama ben babama çekmemişim…
          Hem olta ile balık avlamayı severim hem de yakalayınca garip bir zevk alırım. O ıslak saçmayı omuzlamak kadar beni ürperten bir şey yoktur.
          Üstelik bir de derenin ne kadar çör-çöpü varsa silip-süpürmek hiç de akıl karı gelmez bana. Yılan yakalamak da çabası…  Bir keresinde bir kulaçtan büyük yakalamıştık da… Dolam-dolam dolanmıştı saçmaya. Çil yavrusu gibi kaçıştıydık… Hala gözlerim önünde köftehorun dolanmaları.
          Babam da zorlamadı beni… Derdi ki, “Kabiliyet Allah vergisi, istek ise yürek işidir. Zorla güzellik olmaz”.
         Onun içindir ki Paşa Babama Ulu Büyük Dedemden daha bir sevecen bakarım.
         Neyse, bu son söz Ulunun hışmından kurtulmak için anmak istediğimdendir. Hepsi o kadar… Sohbetimizle yakından-uzaktan alakası yok.
         Bir gün babama neden olta ile balık avlamaya heves etmediğini sorduğum da “olta benim işim değil” …
         “Tek bir balık için onca dakika kazık gibi dikilip, beklemek hiç işime gelmez” demişti. Sonra gönlümü hoş etmek için “olta ile balık avlamak da ayrı bir sanat” diye de eklemişti sözlerine.
         Ama ondan öte ne o, ne de ben söz ettik olta balıkçılığından.
         Ta ki, bir gün bir çubuğa dizili “cindik” kadar balıklarla eve gelene kadar…
         “Ne” dedi gülerek, alaycı bir edayla… “Yakalıya-yakalıya bunlarımı yakaladın?”
         “Ne yapayım nasibime bunlar düştü” dedim… Yarı hiddetli… Kızarıp, bozararak…
         (Aslında biliyordu) “Oltaya nasıl yem takıyorsun anlat bakalım?”
         Cahil yerine konmak ağrıma gitmişti… Hem de hesaba çekilircesine… Kızarak ve tahrayla… Öylesine, sırf cevap vermiş olmak için  “Kancanın ucuna takıyorum ekmek yemi, sallıyorum gidiyor.”
         Güldü, evin kapısındaki kütmene çökerken “git bana ahırın oradaki gübreden iri bir solucan getir”.
         İsteksiz gittiğim ahır kapısından bir çubuğa kıstırarak iri bir solucan getirdim. Yüzüme baktı… Otoriter bir ifadeyle “ başarılı olmak istiyorsan mesleğinden tiksinmeyeceksin”.
         Galiba benim tavuk gübresinden tiksinmemem oradan gelir. Notumu düşeyim bu arada…
         Paşa Babam solucanı eline aldı bilgiççe inceledi… Biraz önceki ezilmişliğimin rövanşını almanın tam fırsatıydı, ” Neyine bakıyorsun baba?”
         Bıyık altından güldü... Umursamazca ”Dişi mi, erkek mi diye”…Kafa yaptı… İlave etti “Bir işte başarılı olmak istiyorsan her ayrıntıya önem vereceksin. En önemlisi işini ciddiye alacaksın”… Yine dersini vermişti…
         Bu arada kancayı inceliyordu… Yaptığım işe illa bir kulp bulacaktı ”Biraz küçük ama neyse”…
         Solucanı tiksinmeden başından itibaren kancaya geçirdi. Kancayı solucanın içinde sakladı… Solucanın az bir kısmı, sallanacak şekilde kancanın dışında kaldı.
         Tüm bunları yaparken nasihatlerine devam ediyordu… “Güneşin önünde değil, gölgede duracaksın. Ki gölgen dereye yansımayacak. Oltayı attığın yeri çok iyi seçeceksin. Yoksa boşa kürek çekmiş olursun. Hiç ses çıkarmayacaksın. En önemlisi sabırlı olacaksın”. Konuşurken sanki olağan şeyler söylüyormuş gibiydi.”Balığa rakibinmiş gibi bakacaksın. Onun hangi saatte nasıl hareket edeceğini ve nelerden hoşlandığını, nelerden ürktüğünü bileceksin”.
         Sonra solucanın içinde kaybolmuş kancayı yukarıya, gözünün hizasına getirdi. Evirdi, çevirdi, elleri yetmedi, gözleriyle kontrol etti… Önemsediği bir işi yerine getirmiş olmanın huzuru ve gururu ile oltayı bana uzatırken;
         “Hah işte şimdi oldu… Bununla değil üç sümüç sazan, derede ki camışları bile yakalarsın”…
         



(23 KASIM) BUGÜN BENİM YAŞ GÜNÜM

  1955 senesinde Allah’ın nasibi, rahmetli anamla, atamın vesilesi ile bu dünyaya teşrif etmişim. O zamanın şartlarında günü gününe kayda ge...