Babam… Paşa Babam… Rahmetli çok iyi
balık avlardı.
Ama oltayla değil… Saçma ile idi onun
ustalığı…
Saçmanın her türlüsünü, her şekilde
atardı. Bir keresinde derede aha iki “sümüç”
balığı öyle bir yerden çekip çıkardı ki…
Kimsenin aklı, sırrı ermedi.
O günden sonra rahmetli anam, babam
balığa giderken “Halıcı bismillah-la at şu saçmayı, sana nazar değer sonra”
dedi.
Babacığım da “can almanın besmelesi mi olurmuş hanım” diye karşılık verdiydi anacığıma.
Anladım ki, avlanırken rahmetlinin
“üreciğinin kuytularında” merhamet
duyguları dolaşıyordu.
Ama ben babama çekmemişim…
Hem olta ile balık avlamayı severim
hem de yakalayınca garip bir zevk alırım. O ıslak saçmayı omuzlamak kadar beni
ürperten bir şey yoktur.
Üstelik bir de derenin ne kadar
çör-çöpü varsa silip-süpürmek hiç de akıl karı gelmez bana. Yılan yakalamak da
çabası… Bir keresinde bir kulaçtan büyük
yakalamıştık da… Dolam-dolam dolanmıştı saçmaya. Çil yavrusu gibi kaçıştıydık…
Hala gözlerim önünde köftehorun dolanmaları.
Babam da zorlamadı beni… Derdi ki,
“Kabiliyet Allah vergisi, istek ise yürek işidir. Zorla güzellik olmaz”.
Onun içindir ki Paşa Babama Ulu Büyük
Dedemden daha bir sevecen bakarım.
Neyse, bu son söz Ulunun hışmından
kurtulmak için anmak istediğimdendir. Hepsi o kadar… Sohbetimizle
yakından-uzaktan alakası yok.
Bir gün babama neden olta ile balık
avlamaya heves etmediğini sorduğum da “olta benim işim değil” …
“Tek bir balık için onca dakika kazık
gibi dikilip, beklemek hiç işime gelmez” demişti. Sonra gönlümü hoş etmek için
“olta ile balık avlamak da ayrı bir sanat” diye de eklemişti sözlerine.
Ama ondan öte ne o, ne de ben söz ettik
olta balıkçılığından.
Ta ki, bir gün bir çubuğa dizili “cindik” kadar balıklarla eve gelene
kadar…
“Ne” dedi gülerek, alaycı bir edayla…
“Yakalıya-yakalıya bunlarımı yakaladın?”
“Ne yapayım nasibime bunlar düştü”
dedim… Yarı hiddetli… Kızarıp, bozararak…
(Aslında biliyordu) “Oltaya nasıl yem
takıyorsun anlat bakalım?”
Cahil yerine konmak ağrıma gitmişti…
Hem de hesaba çekilircesine… Kızarak ve tahrayla… Öylesine, sırf cevap vermiş
olmak için “Kancanın ucuna takıyorum
ekmek yemi, sallıyorum gidiyor.”
Güldü, evin kapısındaki kütmene çökerken “git bana ahırın
oradaki gübreden iri bir solucan getir”.
İsteksiz gittiğim ahır kapısından bir
çubuğa kıstırarak iri bir solucan getirdim. Yüzüme baktı… Otoriter bir ifadeyle
“ başarılı olmak istiyorsan mesleğinden tiksinmeyeceksin”.
Galiba benim tavuk gübresinden
tiksinmemem oradan gelir. Notumu düşeyim bu arada…
Paşa Babam solucanı eline aldı
bilgiççe inceledi… Biraz önceki ezilmişliğimin rövanşını almanın tam
fırsatıydı, ” Neyine bakıyorsun baba?”
Bıyık altından güldü... Umursamazca
”Dişi mi, erkek mi diye”…Kafa yaptı… İlave etti “Bir işte başarılı olmak
istiyorsan her ayrıntıya önem vereceksin. En önemlisi işini ciddiye alacaksın”…
Yine dersini vermişti…
Bu arada kancayı inceliyordu… Yaptığım
işe illa bir kulp bulacaktı ”Biraz küçük ama neyse”…
Solucanı tiksinmeden başından itibaren
kancaya geçirdi. Kancayı solucanın içinde sakladı… Solucanın az bir kısmı,
sallanacak şekilde kancanın dışında kaldı.
Tüm bunları yaparken nasihatlerine
devam ediyordu… “Güneşin önünde değil, gölgede duracaksın. Ki gölgen dereye
yansımayacak. Oltayı attığın yeri çok iyi seçeceksin. Yoksa boşa kürek çekmiş olursun.
Hiç ses çıkarmayacaksın. En önemlisi sabırlı olacaksın”. Konuşurken sanki
olağan şeyler söylüyormuş gibiydi.”Balığa rakibinmiş gibi bakacaksın. Onun
hangi saatte nasıl hareket edeceğini ve nelerden hoşlandığını, nelerden
ürktüğünü bileceksin”.
Sonra solucanın içinde kaybolmuş kancayı
yukarıya, gözünün hizasına getirdi. Evirdi, çevirdi, elleri yetmedi, gözleriyle
kontrol etti… Önemsediği bir işi yerine getirmiş olmanın huzuru ve gururu ile
oltayı bana uzatırken;
“Hah işte şimdi oldu… Bununla değil üç
sümüç sazan, derede ki camışları
bile yakalarsın”…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder