1955 senesinde Allah’ın nasibi, rahmetli anamla, atamın
vesilesi ile bu dünyaya teşrif etmişim. O zamanın şartlarında günü gününe kayda
geçirilmezdi elbette. Üç gün mü üç ay sonra mı bilemem ama rahmetli bugünü
takdir buyurmuşlar.
Dünyaya ilk haykırmam, kadim Ünye şehrinin yine
kadim Kaledere mahallesi Ekmekçioğlu sokaktaki Ekmekçioğullarından satın alınan
orta büyüklükteki kasvetli konakta olmuş.
Saat beş sularında hangi odada dünyaya teşrif
etmişim rahmetli ana sormayı unutmuşum. O da söylememişti. Hani ne yalan
söyleyeyim, merak işte, merak etmiyor da değilim.
Doğduğumda kilom kaçtı? Rahmetli söylemişti ama
unuttum. Ama bakan bir daha bakar, kırk bir kere maşallah çekermiş. Benim
gürbüzlüğüm iki yaşıma kadar sürmüş.
Anamın demesine göre,
Kem gözlü komşumuzun baldırlarımı mıncıklamasından
sonra anacığım ha öldü ha ölecek diye altı ay bir don dahi dikmemiş. Bunu bana
ağzından kaçırdığından beri bu dünyanın bana hep kem gözle baktığına
hükmederim. “Ah bir fırsatını bulsam…” diyor gibi gelir bana.
Ben de ona, haydi bakalım, inat mı murat mı deyip bu
yaşa kadar onunla didiştim durdum.
Çilader’in yolunu tuttuğumuzda iki yaşında imişim.
Okumaya olan merakım daha o yıllarda anlaşılmış olacak ki altı yaşımda okula
kayıtsız gitmeye başladım.
İlk karnemi gayet iyi hatırlıyorum. Koyu gri renkte
ve derslerin alayı zayıftı. Meğerse öğretmen okula hiç gelmeyen bir talebenin
karnesini tutuşturmuş elime. Odur, budur hocalara bir tuhaf bakarım. Bazen
diyorum ki “ulan her şeye hep bir sıfır geriden başlıyorsun.”
Çilader (bugünkü Çaybaşı) taş çatlasın yirmi hanelik
bir nahiye idi. Rahmetli atamın biçki atölyesine bitişik kestane kalaslarından
yapılma iki odalı bir evde kalırdık. Orada çocukluğum dolu geçti.
Lakin…
Mayamızdaki şehir suyundan-mıdır nedir mahalle
uşakları ile aramda hep bir mesafe olurdu. Devlet babanın ilk nafasına orada
bindim. Nahiyede bir hafta uşaklar bana hasetle baktılar.
Ama ben de ilk hasetliğimi orada çektim. Bizler
kamyonun şoför mahalline binemezken Asak ağasının oğlunun, kamyonun farlarını
dakikalarca açıp kapatmasını hasetle seyrettiğimi hiç unutamam. Ağalık böyle
bir şey işte. Ama ağalığa da ömr-ü hayatım boyunca hiç özenmedim.
Sonra,
Yedinci yılın sonunda doğduğum konağa geri rücu ettik.
Dördüncü sınıfıma Anafarta ilk okulunda başladım. Burada da köylü muamelesi
gördüm. Ya da ben öyle zannettim. Yine bu sefer şehir uşaklarıyla aynı mesafe…
Kısaca, benim kaderim hep iki arada bir derede
kalmakmış. Araf'ta yani. Biz buna mahallede “Arasat” derdik. Ne İsa’ya ne de
Musa’ya yaranabildim. Hala öyleyim.
Mahallede hangi takımı tutuyorsun dediler. Ben kim
takım kim… Siz hangi takımı tutuyorsunuz diye sordum. Galatasaray dediler. Ben
de o dediğiniz takımı tutuyorum dedim. Odur budur Galatasaraylı olmaktan hoşnudum.
Ahh fakülte…
Ben Mimarlığı seçmedim. O beni seçti. Lisede bile
masrafsız diye müziği seçmiştim. Kim derdi yetenek sınavında başarılı olacağım
diye. Rahmeti abimim itelemesi ve hayatın cilvesi olmasaydı kim bilir hayat
rüzgârı beni nerelere atacaktı?
Fakültede Araf'ta kaldım. Ben Ülkücüyüm dedikçe
arkadaşlarım sen komünist olmalıymışsın dediler.
Rahmetli üstat Levent Kırca’nın dünyadaki son
yılları. Tedavisi olmayan hastalığa mahkumdu. Bir tv’de söyleşi yapıyordu.
Program sunucusu sordu. “Bu hastalıktan dolayı üzüntü duyuyor-musun?”
Üstat neden duyayım dedi. Yirmi yaşında dünyayı terk
etmiş fidanlardan hayatta 44 yıl daha fazla kaldım. Şikâyet onlara haksızlık
olmaz mı?”
Yetmiş yaşımı devirdim. Daha fazlasını istemek
dünyayı tanımadan göç etmiş sabilere, civanlara haksızlık olmaz mı?
Kızdırma banyolu evde kalabilmek için okudum. Çok
şükür Allah ondan fazlasını nasip etti. Hep doğru bildiğim, göğsümü gere-gere
hesabını vereceğim işleri yaptım.
Korkum,
Huzurda “ya kulum dünyaya üryan vardın, üryan
geldin. Ömrü ne ile geçirdin? Yoksa bütün ömrünü ağızla anüs arasına mı
sıkıştırdın?” sualine cevap vereme.
Bir de,
Arzuhalimdir. Nazım Hikmet gibi… Yüksekçe bir
yerlerde ulu bir meşe dibinde huzura ermek. Bir de Ünye taşından yazısız
kimliksiz bir baş taşı. Hani, burada bir mezar var, basmayın kabilinden...