Bu Blogda Ara

27 Ekim 2024 Pazar

BİR HAYALİM VAR !..(son)

                         

Geçen gün Tolstoy’un okumakta gecikmiş olduğum romanını okudum. Savaş ve Barış romanını…

1800’lü yılların başında Rus çarı 1. Aleksandr 1.(Deli) Petro’nun kurduğu locaları kaldırıp yerine bakanlıklar, Senato Konsülü ve Rus Parlamentosunu kurdu.  Zamanına göre daha bir sürü devrim niteliğinde yenilikler… Fakat Vikipedi’nin yazdığına göre Napolyon savaşları yüzünden bu reformları durdurmak zorunda kalmış. Osmanlının yapmaya çalıştıklarından yüz yıl önce girişmiş bu işe…

Ancak, sebep Napolyon Savaşları imiş gibi görünse de, (romandan anlıyoruz) esas sebep ülkenin kurulu düzeninin buna direnmesi, izin vermemesi.

Atatürk devrinde düşünülmüş, uygulamaya çalışılmış reformlar önceden düşünülmemiş, akla gelmemiş reformlar olarak görmemiz mümkün değildir.

Mesela; Harf devrimi, kadın hakları, parlamento bunlar hep Osmanlı’nın son zamanlarında düşünülmüş, kısmen uygulamaya çalışılmış ama başarılı olunamamış reformlar.

Ya da,

Cumhuriyetin kuruluşu… Zafer kazanıldıktan sonra iki seçenek vardı. Birincisi ya hanedanlık devam edecekti ki bu mümkün değildi. İkincisi ise yeni bir rejim cumhuriyet kurulacaktı. Öyle de oldu.

Cumhuriyet ama nasıl bir cumhuriyet? Tek adam, tek parti, kuvvetler birliği, Meclis üyelerinin hemen tamamı tek bir kişi tarafından tespit edilmesi…

Atatürk’ün hayatını okuduğumuzda, baştan sona kadar, seçilmiş her yaptığı doğru olan çağının ilerisinde olduğudur. Bize bunları çoğunlukla resmi söylemler ve buna paralel ideolojik yazılar söylüyor.

Hâlbuki onun ötesinde her şeyden önce Mustafa Kemal duyguları ve fikirleri ile doğruları ve yanlışları olan bir insandır. Elbette onu diğer insanlardan ayıran özellikleri vardır. Ama doğruları olduğu kadar yanlışları da olan, kimi zaman egoları ile hareket eden bir insan...

Mesela,

Bize demokrasiye inanan ve bunun için mücadele eden bir lider olarak tanıtılır. Uygulamalarına baktığımızda bu konuda egoları ile hareket ettiğini görürüz. Tek parti, tek seçici, kuvvetler birliği hep bunun işaretleridir. Atatürk soyadını alması bile egosunun bir göstergesidir. Mustafa Kemal olarak kalması onun değerinden ne eksiltirdi?

Bu bize şunu gösteriyor,

Bu devleti ben kurdum ve bu devlet mirasçım Halk Partisi tarafından yönetilecektir. Bu fikir gelecek kuşaklara kurtarıcı lider kültünü miras bırakmış olmuyor mu?

Yazımın akışına şunu da sıkıştıralım. Taraftarları bu soyadının milleti tarafında verildiğini iddia ederler.

O zaman,

Şu soruyu sormak hiç de abeste iştigal değildir. Kurduğu, tüm yönetici ve üyelerinin kendisi tarafından belirlediği meclisin böyle bir karar alması ne kadar demokratiktir? Bugünü düşünün, çoğunluğu AKP üyelerinin olduğu bir mecliste Erdoğan için buna benzer bir unvan ne derece gerçekçi ve doğru olur?

Kaldı ki, milletin atası anlamına gelen bir soyadını kabullenmek için epeyi bir egoya sahip olmak gerekir. Bu aynı zamanda yeni oluşan bir milletin oluşturucusu anlamına da gelir ki Türk milletinin tarihi sürecini yok saymak anlamına da gelmiyor mu?

Bir şey daha sıkıştıralım yazımın akışına… Kurucu elitlerin olmadığı, kurtuluş mücadelesinin yöneticilerinin (güçlü parti, burjuvası ve entelektüel çevrelerinin) olmadığı bir ortamda savaşı yürütenlerin kurulan devletin başı olması kadar doğal bir şey olamaz. Savaşı kazanan komutandan demokratik olma fedakârlığını beklemek fazla iyimserlik olur.

Kısaca,

Atatürk Türkiye’si demokratik görünümlü (kendine göre) ideolojik ve otoriter bir devlet olarak kuruldu. Kurtuluş savaşında en az onun kadar katılmış ve mücadele etmiş kişilerin çoğu tasfiye edildi ve hatta vatan hainlikleri ile suçlandılar.

Bugüne geldiğimizde,

Yüz yıl sonra Atatürk’ten bize miras ideolojik çatışmalar, otorite hevesleri, karşıtların hainlikle suçlanması… Kimi bunu Atatürk adına kimi din adına kimisi de milliyetçilik adına ama mutlaka karşıt yaratarak rakibini yok etme siyaseti.

Ülkemiz tarihine baktığımızda şu veya bu yolla iş başına gelenler hep tek lider, tek kurtarıcı oluyor. Yüzde bir bile oy alamayan partinin liderinin bile tek kurtarıcı gibi taraftarlarınca secde edilmesi… Hesap vermemesi, her yaptığının doğru kabul edilmesi, makamını ilelebet koruması…

Ülke huzurunun ve gelişmesinin sağlanmasının ne kadar zor olacağının göstergesi değil mi? 

Hâlbuki…

Bu ülke zengininden fakirine, askerinden siviline, her meşrepten insanların katılımı ve gayretleri ile kurulmadı mı?

Öyleyse,

Nerede onlar? Kurtuluş savaşına her imkânları ile katılan bu insanlar nerede? Mezarları bile kenarda, köşede kalmış. Sadece İsmet İnönü Anıtkabir'in bir kenarında sığıntı gibi yatmakta… İsmet İnönü gibi bir değerin günlük siyasetten bağımsız diğer dava arkadaşları ile birlikte bir makamı olması daha yakışık olmaz-mıydı?

Sözün özü,

Yeni bir millet yaratma… Tarih boyunca gelenekleriyle, yaşam felsefesi ile kendini var etmiş bir milleti yeni baştan ideolojik (bunun getirdiği) otoriter rejimle sağlamaya çalışmak, milli mücadeleye gönül vermiş dava arkadaşlarını tasfiye etmek…

Dava için her şeylerini ortaya koymuşların kenarda, köşede kalmanın ezikliği ile kurulan yeni devletin hazzını, heyecanını yaşayamaması… Acaba bunun vebalini mi ödüyoruz?

Netice…

Kutsal mücadeleye katılmış, kendini bu mücadeleye vakfetmiş her meşrepten, her fikirden insanların bir arada yattığı… Onların mirasçılarının kendilerinden bir parçayı hissettikleri ANITTEPE ’de ebedi istirahatgahlarında koyun koyuna liderleri/liderimiz Mustafa Kemal’le beraber olmalarıdır hayalim.

Malum, her mimarın bir hayali vardır. Mimarlık fakültesine adım attığımdan bu yana böyle bir projeyi gerçekleştirmekti amacım. Ne yazık ki mümkün olmayacak.

 

 

 

3 Ekim 2024 Perşembe

BİR HAYALİM VAR !..(2)

 

KURTARICILAR GERÇEKTEN KURTARIR MI?

Sovyetlerin kuruluş yıllarına… 1920’lere gidelim.

1917’deki komünist devriminden sonra çarlık tasfiye edildi. Yerine Komünist rejim kurulunca, ülkenin sosyal ve siyasal yapısı sil baştan yapıldı. Krallık kaldırılmış, büyük toprak sahipleri ve tüccar sınıfı tasfiye edilmiş, zaman içerisinde köylünün elindeki bütün topraklar devletleştirilmiş, dini kurumlar en aza indirilmişti.

Devlet yönetimi Komünist ideoloji gereği siyasal yapılanması parti, bürokrat ve ordu sacayağından oluşturuldu. Yani (işçi ve köylü) halk tek sınıf ve onu idare eden parti yönetici sınıfı ile otoriter devlet bürokrasisi ile disiplini sağlayan güvenlik güçleri.

Kısaca Komünist liderler, yüzyıllar boyunca yanlışları ve doğruları ile oluşmuş sosyal yapıyı komünizm ideolojisi uğruna sil baştan yapmışlardı. Bunların içerisinde insanlar arası ilişkiler, yaşam anlayışları, geleneklerde vardı. Yeni bir dünya, yeni anlayışlar, yeni yaşam felsefesi…

Her ne kadar zaman içerisinde bu ketum dayatma yumuşatılsa da özü itibarıyla devam etti.

Sonunda ne oldu?

İnsan fıtratında var olan nefis, daha çok kazanma, egemen olma duyguları, kayırmacılık, sömürme, yolsuzluk bu rejimde de devam etti. Komünist rejimin en çok savunduğu eşitlik ilkesi bu rejimde de göz ardı edildi. Sosyal sınıfın kaldırıldığını iddia eden rejim, rejiminin sürdürülebilirliğini sağlamak için ayrıcalıklı parti zümreleri yarattı. Gizli zenginler türedi.

Milliyetçiliğin tasfiyesi iddiasında bulunan rejim, en ufak etnik hareketleri anında bastırdı ama Sovyet’i oluşturan devletlerarasında kayırıcılık yaptı. Ruslar ve Rusça birinci sınıf, sırasıyla Slav ve Hıristiyan kökenli devletler kayırmacılıkta ikinci sırada, Türk ve Müslüman kökenli devletler üçüncü sırada idiler. Ekonomik sömürme, yaşam anlayışlarına müdahale hep bu sıraya göre düzenlendi.

Netice,

1991’de Sovyetlerin yıkılış anında sınıfsal hiyerarşisini kaybetmiş, sosyal ilişkileri tersyüz edilmiş bir toplum ortaya çıktı. Yeni devletler sınıfsız, zenginliğin kimin elinde olduğu bilinmeyen, ticaretten bihaber, topraksız köylülerden oluştu. Din hakeza anlamını kaybetti, şekilci kimliklere dönüştü. Ama otoriter rejim başka bir boyutta devam etti.

Şimdi soralım; Sovyetlerin o her şeye muktedir, her şeyin doğrusunu bilen, yapan liderleri Rusya’yı ve Rus halkını ne derece ileri taşıdılar, iyilik mi yapmış oldular yoksa kötülük mü?

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda halk çok şeyler umut etti. Osmanlının çöküş sürecinde adaletsizlik, sömürü son bulacak, daha demokratik ve müreffeh bir toplum kurulacaktı. Atatürkçüler, Atatürk zamanında ekonominin, eğitimin gelişmesinden bahsederler. Dini ve sosyal yaşam alanında yapılan devrimleri(!) bağnazlığın ve yobazlığın giderilmesi konusunda atılan önemli adımları övünçle bahsederler.

Hâlbuki bunlar Osmanlı zamanında gündeme gelmiş ama savaş ve çöküntü nedeniyle uygulamaya sokulamamış konulardı. Bunları Osmanlıyı savunmak için değil sanki yoktan var edilmiş ve sadece kurtarıcı tarafından düşünülmüş şeyler olarak sunula geldiği için hatırlatmakta fayda gördüm.

Mesela, kadınlara seçme ve seçilme hakkı, 1910 yılından beri kadınların gündemde tuttuğu, mücadelesini verdiği konu idi.

İstanbul’daki son meclis-i Mebus-an’ın mücadeleye Ankara’da devam kararı ülkenin topyekûn mücadele azmi ve kararlılığını gösterir. Hâlbuki bizlere bu mücadeleyi Mustafa Kemal’in baştan sona kadar tek başına mücadelesi gibi gösterilir. İstanbul ile Ankara ve diğer kavgalar Milli Mücadele taraftarları ile karşıtları arasında değil, kim baş olacak kavgasından başka bir şey değildir.

Kurtuluş Savaşından sonra Mustafa Kemal’in iktidara gelmesi, Meclisi kendi istediği gibi düzenlemesi, dava arkadaşları ile idamla yargılanmaya kadar varan kavgalar… Kurduğu Halk Fırkasına mirasından pay verecek kadar kendini özleştirmesi ve nihayetinde Atatürk soyadını alacak kadar özgüven içerisinde olması… Ama ülkede kendinden başka çok az kişinin fikirlerini sahiplenmesi, çevresini  “yandaşlar” tarafından sarılması… Bir anlamda kuruluşuna önderlik yaptığı ülkesinin liderliğini “kılıç hakkı” gibi kabul etmesi ve öyle davranması… Onu tek kurtarıcı, tek söz sahibi, her şeyin başı konumuna getirdi, kutsallaştırdı. Rejimde kuvvetler birliği ve otoriter yönetim.

Sonuç,

Her ne kadar, “tek kurtarıcı ve onun liderliğinde ülkenin aydınlık ufuklara yol alması” fikri o günlerin modası olsa bile, bugün istisnasız bütün ülkelerin terk ettiği bu ideoloji ne yazık ki ülkemize ondan miras kaldı. Atatürk belki de bu kadarını da ummuyordu. Ama daha sonra gelen yönetici kuşaklar fikirlerini, davranışlarını ideolojiden de öte Atatürk’e kutsal anlamlar yükleyerek kutsallaştırdılar. İşin daha vahim tarafı Atatürkçülüğü pekiştirmek için dini akımları karşıt olarak zimmî desteklediler. Ülkede aslında var olmayan suni kamplaşmalar yaratıldı. Halen devam ediyor.

Her nedense, yüzyıllardır oluşmuş 600 yıllık ve hatta daha evveli bir kültür bakiyesi Anadolu toprakları, bir taraftan modernleşme ve laiklik adı altında yaşam biçimi dayatılırken; diğer taraftan da muhafazakârlığın yeni icatları gündeme sokuldu. (devam edecek)


(23 KASIM) BUGÜN BENİM YAŞ GÜNÜM

  1955 senesinde Allah’ın nasibi, rahmetli anamla, atamın vesilesi ile bu dünyaya teşrif etmişim. O zamanın şartlarında günü gününe kayda ge...