Bu Blogda Ara

9 Aralık 2020 Çarşamba

KALİGULA'NIN ESİRLERİ

 

        


           

         Belgesel izlemesini çok severim. Gerçi, izlenecek başka da kanal kalmadı ya…

           Geçenlerde Roma imparatorluğunun üçüncü imparatoru Kaligula’nın hayatını konu alan bir belgesel izledim.

           Anladım ki…

           İnsan denen yaratığın huyları ha demeyle oluşmamış. Bugünün yaşam biçimleri, insanların karakterleri yüzyılların tortusu… Değişen araçlar olmuş. Böyle de gideceğe benzer.

           Kaligula’nın tahta çıkışını kaderin cilvesi diyelim.

           İlk önceleri Roma’yı gayet iyi yöneten Kaligula tahta iyice yerleştikten sonra azıtmış. Har vurup, harman savurmalar, hovardalıklar falan derken hazinenin dibini getirmiş.

           Çareyi (akıldanelerinin telkiniyle) geçmişten beri var olan ama uygulanmayan bir kanunda bulmuş.

           “Vatan Hainliği kanunu”.

           Bu kanun hükmüne göre; vatan hainliğinden mahkûm edilen birisi kellesini kaybettiği ile kalmaz tüm mal varlığı devlet tarafından müsadere edilip ailesi de darmadağın edilirmiş.

           Kaligula Roma’da kim “ imparator bugün biraz üzgün” dahi dese hain damgasını vurup, hemen mahkemeye çıkartıp, kellesini vurdurup, malına el koydurmuş. Belgeselin dediğine göre az-buz da değil, on bin civarında kişiyi bu şekilde öbür tarafa göndermiş.

           Kellesi vurulup malına el konulacak kişi de kalmayınca kara, kara düşünmeye başlamış. Üstelik halk nazarındaki itibarı iyice dibe vurmuş.

           Sonunda çareyi bulmuş;

           Demiş ki kendi kendine “eğer sefere çıkıp zaferler kazanırsam hem ganimetle dönerim hazinem dolar ve hem de halk nazarındaki itibarım tavan yapar.

            İngiltere’nin fethine karar vermiş. Lejyonerleri ile birlikte düşmüş yollara… Manş Denizi kıyısına varmışlar. Karşıya geçecekler ama deniz gemileri yok. Roma gemileri nehir gemisi, bu gemilerle karşıya geçmeye kalkmaları yarı yolda denizin dibini boylamak demek…

            Üstelik mevsim kış başlangıcı, Manş yutacak kurbanlar bekliyor.

            Israr etmiş ama nafile, Lejyonerler geçmemek için direnmişler. Komutanlara “ iki Lejyon Birliğini  (alışmış ya) kılıçtan geçirip öbürlerinin gözünü korkutun.”

            Komutanlar “İmparatorum bunlar birbirlerini tutarlar, eğer böyle bir şey yaparsanız sizin kelleniz gider. Sakın tevessül etmeyin.” Dediklerinde çaresiz vazgeçer.

            Manş’ı geçecek gemi yok. Geri dönse millet kendisi ile alay edecek. Yerlerde sürünen itibar daha da rezil rüsva olacak. Üstelik seferin masrafları da cabası…

            Ama Kaligula bu… Onda çareler tükenir mi?

            Sonunda Lejyonerleri içtimaya dizip aralarından İngilizlere benzeyenleri ayırmış. Ayırdıklarının Lejyoner kıyafetlerini çıkarttırıp esir kıyafetleri giydirmiş.

            Sonra,

             Ayaklarına zincirler vurup Roma yollarına koyulmuşlar. Esir Lejyonerleri bin altı yüz kilometre yürüttükten sonra Roma’ya muzaffer İmparator edasıyla şaşaalı şekilde girmişler. Olmayan savaşın, olmayan zaferini günlerce kutlamışlar.

            Şimdi diyeceksiniz ki… Kıssadan hissen ne?

            Dostlar,

            Benim ne haddime… Ben Hazreti Mevlana değilim ki kulağınıza küpe takayım.

            Kaligula’ya Roma Halkının yüzde kaçı inanmış diye merak edenlere;

            Malum olduğu üzere o devirde ne Roma İstatistik Enstitüsü, ne sivil istatistik şirketleri ne de öyle-böyle medya vardı. Bu konuda size malumat veremediğim için üzgünüm.

            Lakin…

            Emin olduğum bir şey var ve bana kesinlikle inanabilirsiniz…

            “Roma Halkının tamamının inanmış göründükleri muhakkak. Yoksa günlerce Kaligula’nın zaferini kutlarlar-mıydılar?”

            Sonunda Kaligula’ya ne olmuş diye merak ediyorsunuz?

            İşte burada size iki nasihatim var,

            Birincisi fazla merak iyi değildir. İkincisi ise “insanın başına ne gelirse en yakınından gelir.”

            Not düşelim: Rivayet odur ki bu atasözü Romalılardan miras kalma.

     

           

 

29 Ekim 2020 Perşembe

İtina İle Sadaka Dağıtılır…


                                         
Vaktiyle…
Ümmet Kandoğan diye bir Kaymakam vardı. Önce görgü ve bilgisi artsın diye Ünye Esnafını Konya, Kütahya gezdirdi.
Sonra,
Baktı ki bunlar adam olmayacaklar,
Bari içlerinden bazılarına faydam dokunsun dedi. Bayramda, seyranda gariban, fukara öğrencileri elbiseci tanıdıktan giyindirirdi.
Daha sonra,
Tarihe belge bırakayım diye garibanları ip gibi hizaya dizer bayramlık fotoğraflar çektirirdi. Çok da fotojenikti. Çocuklardan daha yakışıklı çıkardı hazret. Ciddi olmayı beceremez, hep ağzı kulaklarında olurdu.
Fakat…
Her ne hikmetse hazretin bu güzel alışkanlığı gelenek oluşturamadı. Bundan sonra da oluşturması mümkün değil.
Çünkü Corona buna katiyetle izin vermez. Ne olur, ne olmaz garibanlardan biri Corona ile ahbapsa?
Bugünküler inşaata merak sardılar. Otur, kalk her sene Hükümet binasına bir şeyler yapıyorlar. Orasını, burasını söküp yeniden tamir ediyorlar.
Zamanında bir komşumuz vardı. İyi de kasaptı, ete yağı bol koyardı. Her yıl evini tamir ederken;
Komşuları “gene yağı bolartmışsın, sürecek daha neren kaldı?” Diye takılırlardı.
Ama ne yapsın Muhterem,
Daha geldiğinde sevememişti Hükümet Binasını… Binayı yerinden çok hoplatmak istedi ama…
Lakin…
Dibi delik sıkı para politikaları buna izin vermedi. O da böyle oyalanıp kendini avutuyor işte. Her işi becerdi de şu Hacı Emin’in pisliği ile trafiğini bir türlü halledemedi.
Neyse,
Kol kırılır yen içinde kalır hesabı fazla açık vermeyelim. O cadde Büyük şehre bağlı.
Biz garibanlara deniz sefasını da çok görürler. Esnafa Corona var diye olmadık eziyetler yapan devlet-i muazzama iş sandal sefasına gelince Corona ile ateşkes imzalıyor.
Devir komploculuk devri… Bu işte bir iş mi var acaba?
Dünyaya diz çöktürmüş devlet-i muazzamımız neden corona ile gizli ilişkiler içerisine girsin ki? Benimkisi de münafıklık.
Zaten Lale Devrine gireli çok oldu da geçiyor bile. Ne idi o günler…
Ünye’nin bir ucundan diğerine masalar donatılırdı. Masaya oturmayanı mimlerler… Çanağa kaşık sallamayanı döverler… Yarısını ziyan etmeyeni de iman etmişten saymazlardı.
Sonra çil, çil paracıklar bitti ama huy gitmedi.
En azından,
Masa kuramasak bile her sokak başına ekmek poşetlerinden asıldı, ahı gitmiş vahı kalmış al-i başkanın da bayramlık resmi tam orasına yapıştırıldı.
Her şey tamam da,
Çay poşetlerine asla izin verilmemeli. O Hazretlerin ve Reislerin hakkı. Ağa şeyinin üzerine asla ve katiyetle…
Ne yaparsın züğürtlük başa bela,
Arada bir Ünye’nin bir ucundan diğerine Gondol sefası ile idare ediyoruz. Ona da şükür. O da olmasa idi?
Biz de kafayı sıyırdık. Evde tıkılı kala, kala aha böyle ıvır zıvır yazılarla uğraşıyoruz. Ivır 
zıvırların ıvır zıvır yazarı olduk.
Neylersin… Kader!

24 Ekim 2020 Cumartesi

Millet Bilinci Oluşmasında Ermenistan’ın Azerbaycan’a Katkısı (Dostum Rafiq Quliyev’in anısına)



1990 yılının Nisan ayı. Serin bir Bakü öğleninde Şehitler Hıyabanını ziyaretimiz esnasında Milli İstiklal Partisi başkanı İtibar Memmedov ile tanıştım. Bir gün sonrasına randevu aldım. O sırada yanımızda bulunan kısa boylu, kara kuru bir adam ikide bir bana fısıltı ile “Türkler bizi sattı.”
Deyip durdu.
Nitekim bir gün sonra İtibar ile görüştüğümüzde ilk sözü “Türkler bizi iki kere sattı. Biri Atatürk, diğeri ise Özal…” Oldu.
Ben de “Özal’ı bilmem ama kurtuluş savaşında her ülke kendi derdine düşmüştü. Siz de kendi mücadelenizi vermeniz lazımdı.” Deyince ipler koptu. Hırsla ayağa kalktı “görüşme bitmiştir” dedi.
Yanındaki Kara kuru adam sonradan Savunma Bakanı olan Rahim Gaziyev idi. Elçibey zamanında vatana ihanetten hapse atılmış, önce idama sonra müebbede mahkûm olmuştu. 2005 yılında da affedildi. 2020 Haziran ayında yeniden tutuklandı.
1992 yılında Azerbaycan’a gittiğimde misafiri olduğum arkadaşım bir akşam eve morali bozuk bir şekilde gelince nedenini sordum. “Cebrail’i savunmak üzere asker talebi için savunma bakanına gittiklerini ama bakanın kendilerine paralı Rus askerlerini tutmalarını tavsiye ettiğini söyledi.”
Çok şaşırdım. Biz böyle şeylere alışık değildik.
2003 yılı… Yine Azerbaycan yollarındayım. İran ile Azerbaycan arasındaki Astara Gümrük kapısında bir Azeri rütbeli askeri ile sohbetimde suratındaki on günlük sakalı göstererek “sen ne biçim askersin?” Dedim. Gülerek“sakalla askerliğin ne alakası var” dedi. Sonra devam etti “sizin komutan beni görse çok kızar, hiç affetmez.”
1992 yılına dönelim;
Arkadaşım Rafig’e “ bizde bir söz vardır, her şerde bir hayır vardır.” Deriz. Ermenilerle olan bu savaşınız ve kayıplarınız sizde “MİLLET” olmak bilincini geliştirecek. Biz bile neredeyse yüz yıldır bunun için uğraşıyoruz.” Dediğimde bana çok kızdı. Misafiri olmama şükür ettim.
Azerbaycan bir zamanlar böyle idi. Her ne kadar Azerbaycan Türkleri bizden önce cumhuriyetlerini kursalar da… Bizim gibi köklü tarihi geçmişi olmayan küçük sultanlıklar şeklinde yaşamış, ordusu olmayan, harp sanatını bilmeyen ve sanki petrole bekçilik yapsın diye kurulmuş bir (Sovyet) devleti idi.
O yıllarda millet, devlet bilinci ve kültürü olmamış bir milletin bu seviyeye gelmesi kolay olmadı. Bu her milletin ve devletin harcı değildir. Güneyimizdeki devletlere bir bakalım hele…
Yaklaşık otuz yıl içerisinde millet bilinci ve devlet geleneği oluşturmak, hele ordu kurup kültür ve geleneğini oluşturmak için millet ve devletinin sağlam iradesi gereklidir.
Kısaca;
90’lı yıllarda bizim için neden savaşmıyorsunuz diye bize kızan, adeta ihanetle suçlayıp sanki yenilginin bütün suçlarını başkalarına yıkan zihniyetten; bu günün ne istediğini ve ne yaptığını bilen Azerbaycan’a gelmek elbette çok kolay olmamıştır. Hedefini bilen, bu hedefine nasıl ulaşması gerektiğini çok iyi hesaplayan ve bunun içinde azim ve sabırla çalışan bir Azerbaycan var karşımızda. Bu motivasyonun kaynağı ne idi?
İşte, burada başlık sorusuna geliyoruz.
“Ermenistan’ın milli bilincin oluşmasındaki katkısı ne kadar? Bunu uzun, uzun anlatmaktansa isterseniz soruyu tersten sorarak fikir jimnastiği yapalım.
“Ermenistan bu haltı yemese idi Azerbaycan bu seviyede olabilir miydi?” Ermenistan’ın bu ahlaksızlığı olmasa ve Azerbaycan topraklarını işgal etmese idi Azerbaycan bu denli milli birlik içerisinde olup, ordusu bu denli güçlü ve eğitimli olur muydu?
Bunu biraz düşünelim isterseniz.
Rafiq aziz dostum;
“Senin konağınken bana çok kızdın. Ama yıllar sonra da olsa galiba ben haklı çıktım. Şu anda sevinçliyim. Ama bir o kadar da üzgünüm. Cebrail’in düşmandan geri alındığını keşke görebilseydin.” Bir gün Allah nasip eder de… Cebrail’e gidersem senin selamını götüreceğim

(23 KASIM) BUGÜN BENİM YAŞ GÜNÜM

  1955 senesinde Allah’ın nasibi, rahmetli anamla, atamın vesilesi ile bu dünyaya teşrif etmişim. O zamanın şartlarında günü gününe kayda ge...