Mezarlar henüz taze idi ve
düzenlenmemişlerdi. Ama bunun ne önemi vardı. Onlarca yılın hesabı görülüyordu.
Bu zulme başkaldırının ve Azerbaycan Türkünün özgürleşmesinin delilleri ve
bedeliydi.
Onda zihnimde tasavvur etmediğim ve
o güne kadar karşılaşmadığım bir Azeri tipi vardı.
İnce yapılı, uzun boylu idi. Beyaz
tenli, zarif yapılıydı. Ciddi duruşunun yanında yüzünde içten bir gülümseme
vardı.
O anlar çok az ve gerektiği zaman
konuştuk. Ama hep birbirimizi inceledik. Birbirimize karşı ölçülü davrandık.
Daha sonraları ilişkilerimiz
ilerlemesine rağmen çeşitli yerlerde beraber bulunduğumuzda, samimi bulmadığı
ortamlarda ölçülü ve ciddi davrandığını gördüm.
Biz Anadolu Türklerinin dediği gibi
“sorarsan söylerdi”. Bu onu gizemli yapıyordu.
Ama kendi arkadaş çevrelerinde de
fikirlerini ısrarla savunurdu. Savunurken de heyecanlanırdı.
Hep ben sorardım. Onu tanımaya ve
onun vasıtası ile Azeri Türklerini ve Azerbaycan’ı tanımaya çalışırdım.
O da sorardı ama çoğunlukla
bilmekten ziyade kendisine tuhaf gelen şeylerin nedenlerini öğrenmeye
çalışırdı.
Yirmi yılı aşkın arkadaşlığımız ve
dostlumuzda ilişkilerimiz elbette hep yakın olmadı. Zaman- zaman hayal
kırıklığına uğrasak da, birbirimizi anlamakta zorluk çeksek de… Kişiliği ve
olaylar karşısındaki dürüstlüğü beni her zaman kendisine bağlamış, dostluğuna
önem vermem gerektiğini düşündürmüştür. O da zannediyorum aynı şeyleri düşündü
ki dostluğumuz gittikçe kökleşti. Kısaca iyi niyetli ve samimi olmanın
karşılıklarını alıyorduk.
…
Ve rahmetli olduktan sonra bazen
onunla yaşadıklarımı hayal ederim. Bazen hüzünlenir, bazen yüzümde kederli bir
gülümseme belirir. Bazen de birkaç damla gözyaşı…
Bir gün talebeliğinin geçtiği yurdun
önünde çay içerken çayıma bolca şeker kattığımda “sen çay mı yoksa şerbet mi içiyorsun?”
demişti. Gülüştük. Belki de bu bizim ilk zarafatımızdı.
Yıllar sonra aynı yerde yine çay
içerken (şeker kullanmayı bıraktığımdan) bu sefer çayıma şeker katmadığımda
hayret etmişti. Çünkü kendisi kıtlama içerdi. Ben kıtlama çayı hiçbir zaman
beceremedim.
Ülkesini çok severdi. Ülkesinin
çıkmaz durumda olduğu 90’lı yıllarda bazen içini döker, neden böyle olduğu
yönünde fikirler yürütür, çareler ileri sürerdi. Fakat elinden bir şeyler
gelememenin çaresizliğini de yaşardı.
Bir gün teselli kabilinden “ millet
olmak kolay değil. Biz hala millet olmanın mücadelesini veriyoruz. Hemen pes
etmek yok” dediğimde “biz millet değil miyiz?” diye bana kızmıştı. Hâlbuki
millet olmakla, millet olmanın idrakine varmak farklı şeylerdi. Bu hemen
kazanılabilecek duygu değildi.
Bazen de bunun bir zaman meselesi
olduğunu, önemli olanın bu yolda cesaretle ve azimle çalışmak olduğunu söylediğimde
hak verirdi. O istiyordu ki Azerbaycan özgür ve kalkınmış bir ülke olsun.
Karabağ Savaşının bütün acımasızlığı
ile devam ettiği 1990 yılında bir akşam eve çok üzgün geldi. Nedenini
sorduğumda “ Cebrail’in savunması konusunda Savunma Bakanı ile görüşmeye gittik
ama adamın umurunda değil, ‘başınızın çaresine bakın’ dediğini” söyledi. Sonra
ilave etti “sanki orası vatan toprağı değil”.
Ona beni cephe hattına götürmesini
ve Ermenilere birkaç saat silahla ateş etmek istediğimi söylediğimde; “olmaz
sonra balalarına kim bakacak?” dedi. Gülüştük. Genelde latifesi bile ciddi idi.
70 küsur yıl Sovyet terkibinde
kaldıktan sonra Ermeni mezalimi ile baş başa kalmak elbette çetin şartlardan
birisi idi.
Siyasal ve toplumsal karışıklığın
yanı sıra ekonominin de dibe vurması onun duyarlı kişiliğinde derin izler
bırakmıştı.
Benden hiçbir beklentisi olmadan,
o çetin günlerde beni evinde misafir etti. Başta eşi Cevahir Hanım olmak üzere
ben ve ailemden hiçbir şeylerini esirgemediler. Çöreklerini bizlerle
paylaştılar. Azerbaycan’ın ve Azeri kardeşlerimizin aydınlık yüzleri idiler.
Zaten dostluğumuzun bu denli derin
olmasının sebeplerinden birisi de fikirlerimizin benzer olmasının yanında,
birbirimizden maddi anlamda hiçbir beklentimizin olmaması idi.
Zaman-zaman fikirlerimizde ve
hareketlerimizde çatışmalar olsa da, bunların yaşam ve kültür faklılıklarının
sonuçları olduğunu kabul eder, birbirimize anlayış gösterirdik.
Bazen de lehçe farklılıklarından
dolayı birbirimizi anlamakta zorluk çekerdik. Ben genelde hızlı, kelimeleri
yutarak ve kendi oturduğum ilin şivesi ile konuşurdum.
Bana bir gün “ televizyonlarda
Türklerin konuştuklarını rahat anlıyorum da seni neden anlamakta zorlanıyorum”
dediğinde, ben Ünyece (Ünye yaşadığım
kent ve kendine özgü bir şivesi var) konuşuyorum, onun için anlamıyorsun dedim.
Ben, Azeri kardeşlerimizin söz
ustalıklarının bizlerden daha iyi olduğunu düşünürüm. Özellikle yemek masasında
dost muhabbetlerine bayılırım. O masada söz ustaları sanki birbirleri ile
yarışırlar. Söz ustalıklarını bütün maharetleri ve güzellikleri ile
sergilerler.
1991 yılında Azerbaycan’a ikinci
gidişimde Karabağ Savaşı bütün hızıyla devam ediyordu. Halk Cephesi, Karabağ
Kaçkınları ile alakalı Sumgayt şehrinde bir toplantı düzenlemişti. Rafik Bey
ile o toplantıya gittik.
Rafik Bey toplantı yöneticilerinden
birisi idi. Toplantıdan sonra kendisine, toplantıda konuşmak isterdim dedim.
Üzüldü, keşke söyleseydin, konuştururdum dedi.
Denizin kıyısında bir lokantaya
gittik. O zamanlar vali yardımcısı (adını hatırlayamadığım) Cebrail’dendi.
Rafik Beyin hemşehrisi idi.
Vali yardımcısı her kadehi orada
bulunanlardan birinin şerefine kaldırırdı. Kaldırmadan önce de onun hakkında
birkaç söz söylerdi. Zaten benden başka herkesi tanıyordu. İçimden dedim ki “
sıra bana geldiğinde acaba benim için ne diyecek?”
Sıra bana geldi, vali yardımcısı;
“Rafik Muallimi hepimiz tanırız. O
her kişi ile dostluk kurmaz. O ancak kendisi gibi yüksek karakterli olanlarla
dostluk kurar. Onun için Yakup Beye hürmet ediyor ve hoş gelmişsiz diyorum.”
Ben kırk yıl düşünsem aklıma
gelmezdi.
O gün gördüm ki Rafik Bey sakin durmasına
rağmen arkadaş çevresinde sevilen, sayılan ve hep fikir danışılan kişi idi.
Türkiye’ye iki kere geldi. Birincisi
1990 yılında, ikincisi ise 1995’de idi.90 yılında geldiğinde tanışalı yaklaşık
iki ay olmuştu ve henüz birbirimizi tanımıyorduk.
Bazen insanlar arası ilişkilerde
özel yaşanmışlıklar vardır. Bunlar bazen hatırlanmak istenmeyen ama ileriki
yıllarda dersler alacağı ve hayat yolunda rehber olabilecek, yön verecek
olayların başlangıcıdır. Biz Anadolu Türklerinde İslam inancımızdan referans
aldığımız bir söz vardır.
Deriz ki “sizin şer olarak
gördüğünüz şeyler aslında hayırlara vesile olur.” Biz de Rafik Beyle 90 yılında
Türkiye’ye geldiğinde yanlış anlaşılmalar yaşadık.
Rafik Bey Azerbaycan’a döndüğünde
uzun-uzun düşündüm, öze bakmam ve ayrıntılara takılmamam gerektiğini anladım.
Bunun üzerine Rafik Beye uzun
sayılacak bir mektup yazdım. Akabinde 1992 yılında kendisinin misafiri olarak Bakü’ye
gittim.
Konu ne idi? Bu ikimizin arasıda bir
sırdı ve öyle de kalmalı.
Ama Rafik Beye hakkını teslim etmek
için şu kadarını da söylemeliyim: Değerli dostum benim dibe vurmuş Azerbaycan
sevgisini yeniden canlandırdı. Bundan dolayı ona ayrıca minnettarım.
1995 yılında Türkiye’ye geldiğinde
kısa bir Türkiye turuna çıktık. Türkiye’nin çeşitli şehirlerine gittik.
Azerbaycan’a dönerken memnun kalıp, kalmadığını sorma nezaketsizliği yapmadım.
Yalnız şu sözü hiç aklımdan çıkmaz.
“Bu maşının bu kadar yol gideceğini sanmazdım. Maşının sağlammış.” Dobraydı,
aklına geleni söylemekten çekinmezdi.
O seyahat esnasında Ankara’ya da
gittik. Ankara’da bir Azeri arkadaşı ile saatlerce ülkesini konuştu. Elçibey
devrinde gördüğü bazı hataları tartıştı. Bazen kederlendi, bazen de kızdı. Ama
hiçbir zaman atıp tutmadı. Boş konuşmadı. Duygusal ifadeleri yoğundu ama
fikirleri daima bir mantığa dayanırdı.
Bunları arkadaşı ile tartışırken o an
1992 yılında Bakü’de ülkenin genel halini gözlemlediğimde ona söylediklerim
hatırıma geldiğinde gülümsemiştim. Bana neden gülümsüyorsun diye sordu.
Cevabım, “o yıllarda, ‘Elçibey iyi bir insan ve büyük vatansever
ama iyi bir siyasetçi değil. Korkarım bir yıl ancak dayanır’ dediğimde bana
çok kızmıştın hatırladın mı?” olmuştu.
Ankara’da bir milletvekili arkadaşımı
Mecliste ziyarete gittiğimizde; oranın meclis ve görüştüğümüz kişinin de
milletvekili olduğuna uzun süre inanamadı. “Bizde olmaz böyle şeyler, biz
milletvekilleri ile böyle kolay görüşemeyiz.” dedi. Merak etme bir gün bunlar
sizde de olur dediğimde “hayal” dedi.
Kolay değil, biz elli yılda bu
seviyeye geldik dediğimde ise, “desene bizim kırk beş yılımız daha var.” dedi.
“Ne kadar var ki şunun şurasında,
çok değil sen 90 ben de 82 yaşımda olacağım” dediğimde yüzünde böyle durumlarda
olduğu gibi muzip bir gülümseme belirdi. O anı hatırladıkça hüzünlenirim. Bazen eski günleri hatırladıkça ona “Rafik
neden gittin, yirmi beş yılımız daha var ya!” diye seslenmek gelir
içimden.
Çeşitli konularda
fikir tartışmalarımız olsa da hiçbir zaman kişiliklerimiz, geleneklerimiz
konusunda tartışmadık, birbirimizi yermedik. Kısaca o beni ben onu olduğumuz
gibi kabullendik.
Elbette kızdığı
zamanlar olurdu. Onun neden kızdığını anlamaya çalışırdım. Eğer anlamaya
çalışmasaydım zaten anlaşamazdık ve ilişkilerimiz kopardı.
Bir gün bir
arkadaşının köydeki evine misafirliğe gitmek için yola çıkmıştık. Yolda bir
yerde durduk. O kendine sigara aldı. Ben de markette merakla dolaşırken bir
pastanın tadını merak edip aldım. Otomobile giderken yemeye başladım. Beni
gördü “ne yiyorsun?” dedi. Ben de yediğim pastayı gösterdim “sen de yemek ister
misin?” dedim, çok kızdı.
“Mademki açtın neden
evde yemek yemedin?” dedi. Ben de açlığımdan değil sadece merakımdan dedim.
Yine de kızdı. Sokak ortasında yemek olmaz dedi. Ben de gülerek bir daha yemem
dedim.
Karşı koymanın bir
manası yoktu. Buradaki adetlere uymalıydım.
Otoriter bir
karaktere sahipti. Hiyerarşiye önem verirdi. Kendisini bu hiyerarşide bir
yerlerde görür ve ona göre davranırdı.
O mevkiinin hakkını
vermeye çalışırdı. O mevkiinin kendisine vermiş olduğu sorumluluktan kaçmazdı.
Onu vazife bilirdi.
Yapamayacağı işler
için söz vermezdi.
1990’ların
sonlarında bir konu için kendisine başvurduğumda “buna benim gücüm yetmez”
dedi. Ve nedenini söyledi. Nedenini söylediğinde ona hak verdim. Gerçekten bu
isteğim onu zor durumda bırakacaktı.
Şüphesiz her insanın
olmak istediği şeyler, idealleri vardır. Rafik beyin de vardı elbette. İki defa
milletvekili seçimlerine girmişti.
İkisinde de başarılı
olamadı. Neden olamadı bunu bilemiyorum. Kendisine de sormadım. Kendisi de
anlatmadı. Sadece teselli kabilinden birkaç söz söyledim.
Bu bir yarıştı ve bu
yarışın kazananı da olacaktı, kaybedeni de. Seçimlerden sonra genelde
kaybedenler kazananlar hakkında birtakım sözler söylerler. Rafik beyin
seçimlerdeki rakipleri hakkında olumsuz tek bir kelimesini işitmedim,
söylemedi.
Yılını hatırlayamıyorum,
ikinci girdiği seçimdi. Seçimlerde kazanıp, partisinin iktidar olduğunu
görmekti bütün hayali.
Bir gün sohbet ederken
milletvekili olursan eğer, seninle dostluğumuz biter artık dedim.
Hayretle “neden?” diye
sordu. Ben de “sizde milletvekilleri ile görüşmek çetin oluyor ya ondan dolayı.
Seninle görüşmem için kırk kapıdan geçmem lazım. Ona da benim gücüm çatmaz.”
dedim.
Güldü,”o zaman da ben
Ankara’ya Adalet bakanı olarak gelince ziyaretime gelirsin” dedi.
“O zaman hiç görüşemeyiz
ya” dedim. “Sen hiç merak etme ben bir icazet kâğıdı yazar çetinliğe çatmadan
bana ulaşırsın.” dedi.
“O zaman şimdiden yaz ver.
Bir daha seni göremeyebilirim” dedim. İlave ettim “sen yeter ki bakan ol seni
televizyonda görmeye razıyım.”
Konuşması, ifadeleri
ciddi ama bir o kadar da samimi idi. Onunla ilk arkadaşlık yıllarımızda acaba
gereğinden fazla yakın davranıp onu rahatsız mı ediyorum diye bazen şüpheye düşerdim.
Yıllar geçtikçe buna
alıştım. Onun karakteri idi bu.
Bu yönü ile de
birbirimize benzeriz. Yılar önce lisede okurken arkadaşıma hatıra defterime bir
şeyler yazması için vermiştim. Arkadaşım hatıra defterime benim için
“gülümseyişi bile ciddi” diye yazmıştı.
Rafik ve ben galiba
hayatı gereğinden fazla ciddiye alıyorduk. Öyle mi olmak lazımdı? Yoksa bu
bizim hüsnü kuruntumuz muydu?
Karakterimiz bu idi ve
değiştirmemiz mümkün değildi.
Yukarıdaki satırlarımdan
birinde hiyerarşiye önem verdiğini ve kendisini bir yerlere koyup kendisine
vazife biçtiğini söylemiştim.
Oğlum Bakü Tıp
Fakültesini kazanmıştı. Kendisine kayıt ve bürokratik işlerde yardımcı olmasını
rica ettiğimde bana “emisi değil miyim, mecburum” demişti. Bu beni derinden
etkiledi. O kendisini emi yerine koyuyordu ve beni de küçük kardeşi.
Bir gün arkadaşının Niva
otomobiline bindiğimizde beni arkaya oturttu. Kendisi öne arkadaşının yanına
oturdu. Arkadaşı ona “ qonağı neden öne oturtmuyorsun?” dedi. Rafik bey
ciddileşti “o benim qonağım değil küçük kardeşim” dedi.
O an gururlandım. O
günden sonra hep küçük kardeşi imişim gibi davrandım.
Elbette o seviyeye kolay
gelmedik. Sabır, birbirimizi tanıma iradesi ve karakterlerin uyuşması. Bunu
Allah’ın bir lütfü olarak gördüm. Ve bir anlamda da vazifelendirmesi...
Çünkü on yıllarca ayrı
kalmış kardeş torunlarının kavuşması idi bu.
Bunu iyi değerlendirmemiz gerekirdi. Tarih bize böyle bir vazife
vermişti ve bu vazifemizi yerine getirmeliydik.
Ne yazık ki benim ve
onun çocuklarının bunun anlamını idrak ettiklerinden emin değilim.
Ama tarihe karşı
vazifemi yapmanın da huzuru içerisindeyim.
Bu yere kolay gelmedik
dedim. İlk karşılaştığımız yıllarda yaşadığımız çetinlikler, yaptığımız sefler,
birbirimiz hakkında yanlış düşünmeler aklıma geldikçe hüzünlenirim.
Şunu demek yanlış olmaz
sanırım: “Yanlışla başladık ama doğruyu bulduk.” Galiba bu da bizim gururumuz
olmalı.
O günlerde (ki
bahsettiğim 1990-92 yılları idi) her şey karma karışıktı. Sovyet
Cumhuriyetlerinden Türkiye’ye gelenleri anlamakta zorluk çekiyorduk. İçlerinde
iyi niyetli olanlar vardı, olmayanlar da vardı. Türkiye’den gidenlerde de iyi
niyetlilerin yanında kötü niyetliler de çoktu. Dolayısıyla hem Azerbaycan
Türkleri ve hem de biz Anadolu Türkleri bazen yanlış düşüncelere kapıldığımız
zamanlar olmadı değil.
Fakat gözümüzden
kaçırdığımız bir nokta var; Azeri kardeşlerimiz 1920 yılından beri Sovyetlerin
terkibinde idiler. Sınırlar kapalıydı. İlişkilerimiz yetmiş yıl kesilmişti. Ve
bu üç nesil demekti. Bundan başka her iki devletin de rejimleri farklı idi.
Bundan dolayı alışkanlıklarımız farklı olacaktı.
Buna rağmen Azeri
kardeşlerimizle bu denli kaynaşmamız takdire şayan değil midir?
Kaldı ki aynı ülkenin
farklı yörelerinin insanlarının dahi birbirleri ile anlaşmaları zor olmuyor mu?
Ben Azerbaycan’ı ayrı
bir ülke olarak değil, Türk Dünyasının farklı yörelerinden biri olarak düşünmüşümdür:
Azerbaycan’a ilk geldiğim 90 yılında başımdan geçen bir olay bu bakış açımı
gösteriyor, anlatayım;
Dolmuş taksiye eşimle beraber
bindiğimizde taksiciye göre ben turist ve üstelik Türk’tüm.
Dolmuş taksici benden ücretinin üç katını isteyince ben itiraz ettim. O
inat etti, ben inat ettim. Biz hem gidiyoruz, hem de tartışıyorduk. Sonunda ne
onun dediği oldu, ne de benim. Ortasını bulduk.
Ben sakinleşince gülmeye başladım.
Bana neden güldüğümü sorduklarında “Allah’a
şükür ki bana Azerbaycan’a gelip kavga etmeyi dahi nasip etti.”
1995 yılından 2003
yılına kadar görüşmelerimiz telefonlarla oldu. Teknoloji ilerlemiş ve artık
istediğimiz an telefonla görüşebiliyorduk.
2003 yılında
Azerbaycan’a gelmemi istedi. Ben de kendisini çok özlemiştim. Azerbaycan’a
gitmeyeli on iki yıl olmuştu. Bakü’nün çok büyüdüğünü ve geliştiğini gördüm.
Ama eski Bakü daha hoşuma gidiyordu.
Medeniyette bazen
umduklarımızı bulamıyoruz. Teknoloji ne yazık ki tabii olan her şeyi bozuyor.
2003 yılındaki
karşılaşmamızda onun fiziki olarak değişmediği gördüm. Rafik Bey yine on iki
yıl öncesinin Rafik’i idi. Sohbet ettik ve yine dertleştik.
O yıl
milletvekilliğine ikinci defa aday olacaktı. Hevesli idi ve ülkesine
milletvekili olarak hizmet etmek istiyordu. Seçilme ihtimalini sormadım. İnsan
bir şeye inanmazlarsa zaten o işe girişmez. Rafik Bey de inanmasa aday olmazdı
zaten.
Sonunda kazanmak da vardı kaybetmek
de.
Lakin Rafik Bey’e
şunu demem gerekir miydi? “Sen dürüst bir kişisin. Siyasette dürüstlere yer yok
Rafik Bey. Ezilirsin, gel bu işten vazgeç.”
O tarihten sonra
Rafik Beyle daha bir yakın olduk. O güne kadar şakalaşmalarımız çok nadir
olurdu. O tarihten sonra birbirimizle daha kaynaşmış olacağız ki konuşmalarımız
resmiyetten uzak, şakalaşmalarımız daha sık oldu.
Bana Türkiye’nin siyasal durumunu
çok sorardı. Ben de anlatırdım. “İyi ama buradan öyle gözükmüyor.” Dediğinde
“dışı seni yakar, içi beni” derdim. O zaman düşüncelere dalardı. Nedenini
sormazdım. Çünkü hissederdim.
Onunla 2010 yılına kadar yüz yüze
yine görüşemedik. Nedendir Türkiye’ye gelmedi ya da gelmek istemedi.
Ama telefonda daima görüşürdük.
Telefonda neden Türkiye’ye gelmediğini sorduğumda “ben artık qoca kişiyim, yol
yoruyor beni” derdi.
2010 yılında gittiğimde hayatın onu
yorduğunu hissettim. “Kişinin içine kapanması kendine zulümdür Rafik Bey, sevdiklerini
de üzer. Gel seninle beraber seyahate çıkalım” dediğimde; Onu yirmi küsur
yıldır tanıyan dostu olarak bu sözlerin ona yetmeyeceğini anladım.
Elbette ondan bir dost gibi
incindiğim anlar oldu. Dediğim gibi biz dosttuk. Dostlukta incinmek olur ama
küsmek olmazdı.
Ama bir defasında küstüm ve bir yılı
aşkın onunla hiç görüşmedim, konuşmadım:
Beni Sarvan’ın düğününe çağıracağına
söz vermişti. Ama düğünü eşi Cevahir Hanımdan tesadüfen öğrendim. Ben de gelmek
için hazırlık yaptım. Ama geleceğimden haberi yokmuş. Ona Bakü’ye gelmeden üç
gün önce telefon ederek bir şey isteyip, istemediğini sorduğumda “ben seni
davet etmedim ki neden geliyorsun” dedi. Onun dobralık yönünü bildiğim halde çok
incinmiştim. Belki de ona “sen davet etme istersen, benim Sarvan’ın toyunda
olmam vaciptir. Onu emisi değimliyim” demeliydim. Sef yaptım.
Onu bir yılı aşkın aramadım. Bir
yıldan sonra dayanamayıp aradığımda çok sevinmişti. Sesinden bunu çok açık
anlayabiliyordum. İşte biz böyle iki dosttuk, her şeye rağmen dostluğumuzu
bozmadık. Bunu vazife bilmiştik.
2010 yılında Azerbaycan’ın tanınmış Bestekârı
Ruhangiz Qasumova’nın jübilesine gittiğimde nedenini anlattı. “Senin onca
kilometre yolu gelip yorulmana gönlüm razı olmadı” dedi.
Ben de “davet etmen senin vazifen,
gelip gelmemek de benim kararım.” dedim. Serkan’ın düğününe davet edeceğine söz
verdi. Bu da yaşamımızın hüzünlü taraflarından biri… Son beşiğinin mürüvvetini
göremedi.
Ruhangiz Qasumova’nın jübilesinde bir
konuşma yaptım. “Bu sefer seni anladım. Çok da manalı konuştun” dediğinde, “bu
sefer İstanbul Türkçesi ile konuştum” dedim. Bu onunla karşılıklı son
gülüşmemiz oldu…
Türkiye’ye geldikten sonra onu bir
daha göremedim. Sadece telefonda görüşüyorduk. Teknoloji ilerlemişti. Bir kere
de bilgisayarda Skype’de görüştük.
Onun sıcak ve içten ve biraz da
mahcup gülüşünü son kez ekranda gördüm…
Hastalık haberini aldığım anı tarif
edemem... Benimkisi üzüntüden de öte bir şeydi. Hele de sonucu belli bir
hastalığın pençesinde olduğunu görüp, bir şeyler yapamamak daha da
kahrediciydi!
Kendisini Bakü’de ziyaret edip
etmemek arasında çok tereddüt ettim. Bir keresinde uçak rezervasyonunu dahi
yapmıştım,
…ama sonunda vazgeçtim, onu dinç ve
gülen gözleri ile hatırlamak istedim!
Son Sözüm Sana Sevgili Dostum,
Kardeşim, Ağabeyim Rafiq Quliyev
Atam “kaderden kaçılmaz” derdi. Bizim birbirimizle karşılaşmamız
kaderimizdi. Beni Azerbaycan’a bağlayan ve daha çok sevmemi sağlayan sen
idin, benim dürüst, sözüne güvenilir,
derdimi anlatabileceğim ve derman için elinden geleni yapacağını bildiğim
dostum.
Dostluğumuz, dünya görüşümüzün yani
fikirlerimizin yakınlığı ve kendimizi tarihsel olarak buna mecbur hissetmemizin
yanı sıra, galiba asıl olarak karakterlerimizin uyuşması ve birbirimize karşı
dürüstlüğümüzün ve saygımızın sonucuydu.
Bana yapamayacağın şeylerin sözünü
vermedin,
…ama bana verdiğin iki sözü tutmadın!
Onun için iki yerde affedemiyorum
seni:
Birincisi Sarvan’ın düğününe davet
etmeyip emilik vazifemi yapmama imkân vermediğin için.
İkincisi ise beni bir dosttan mahrum
bıraktığın için…
Rafik,
Sormadan edemiyorum:
“Sen
doxsan, men seksen iki yaşa çatanda Xezer’in kenarında Azerbaycan’ın inkişafından
söhbet edeceydik… Niye sözünde durmadın?”.