Gerçi… Artık fındığın kendisi de hikâye
oldu ya… Rahmetli Eceanam bazen dellendi mi “ne başı belli ne de kıçı.” Derdi.
Onun gibi bir şey. Fındığın ne başı
belli ne de kıçı. Fındığa ne üretici önem veriyor ne de alıcı. Kökü kurusa da
kurtulsak kabilinden… Hani bazen de bu
milletin üzerine külfetmiş hissi de
vermiyor değil.
Geçen gün Gürcü çalışanımla sohbet
ederken Yakup Efendi “bizim bu yıl iki yüz kilo fındığımız oldu.”
Değince bende merak sardı. Bu iş nasıl
oldu dedim.
Çalışanım; Bundan üç yıl önce kardeşim
buradan fındık fidesi götürdü. Yetişti, bu yıl iki yüz kilo fındıkları oldu.
Desene kardeşin köşeyi döndü…
“Efendi Türkiye’de kim döndü ki
Batum’da da dönecek?”
Şu “bizim İtalyanlar” var ya… Diyecekken vazgeçtim.
Çalışanım da artık bu işten iki
yakamızın bir araya gelemeyeceğini anlamış dedim kendi kendime.
Bir ara merakıma mucip oldu sordum;
Harmanı ne zaman yaptınız?
“Biz harman yapmadık.”
Eee… Fındığı nasıl ayıkladınız deyince
gündüz topladığımızı annem gece ayıkladı dedi. Nasıl yani? Dedim. Siz kapçuklu
fındığı kurutmadan el ile mi ayıkladınız?
Efendi bizde patoz mu var? Dedi haklı
olarak.
Vay beee… Dedim kendi kendime. Fındık
üretim teknolojisinde ülke olarak epeyi ilerlemişiz de haberimiz yokmuş.
Osman desene epeyi alacak yolunuz var.
Gel sana eskiden yani patoz henüz icat edilmemişken fındık harmanını nasıl
yaptığımızı anlatayım da bir daha çile çekmeyin.
Yazım işte bu yaşanmıştan çıktı.
Kendimle baş başa kaldığımda hey gidi
günler dedim. Bir ton fındık için toplama dâhil bir ay gece gündüz uğraşırdık.
Öyle ithal fındık amelesi de yoktu. Hepsi yerli… Hepsi geçen yıldan behlenmiş.
Ömr-ü hayatım boyunca fındık toplamayı
sevemedim. Güneşin alnında fındığı dallardan tek-tek koparmak kadar illetime
giden bir şey olmamıştır.
Ne yani siz fındığı daldan tek-tek elle mi
topluyordunuz? Diyen yeni yetmeler var aranızda.
Eskiden motorlu tırpan mı vardı yeğenlerim.
Kara tırpanla alınan ot da o kadar olurdu hani… Fındığı taneletip kurda-kuşa
yem mi edelim yani. Bir de kara yağmurlarda çamura gark edip çürütmek de vardı
işin ucunda.
Şimdi öyle mi? Motorlu tırpan ne güne
duruyor? Üstelik o da yetmiyor… Üstüne bas ısırgan ilacını toprak bakır gibi
olsun anasını satayım. Sonra dök fındığı yere, topla el ayak dikene, ısırgana
bulaşmadan. Öyle fındığı iki büklüm olmuş gocalmış rahmetli Eceanam da
toplardı. Zaten fındık toplama yaşı da epeyi düştü.
Hatta kasten düştü. Çünkü fındığı yerden
toplamayı çocuklar daha iyi beceriyorlar. Zaten daldan toplayın desen de
toplayamazlar.
Geçen gün çalışanımın hanımına şu fındığı daldan bir topla da
göreyim dedim. Kadıncağız Allah ne verdi ise dala asılmıştı da… Dal neye
uğradığını şaşırmıştı.
Dedim ya… Fındık toplamayı hiç
sevemedim.Hep kaytardım.Ama on üç-on dört yaşıma kadar ameleye su taşıdım.
“Hadi evladım ölmüşlerinin canı için
bize Çaygara’dan taze su getir.” Her on beş dakikada bir tekrarlanan bu
rica/emire öyle gıcık kapardım ki… Sonunda bir gün bizim ölüler cehennemlik mi…
Neden durmadan su içiyorlar?” Demiştim. Demiştim ama soluğu da bahçenin öbür
başında almıştım. Üç gün babama kırk adımdan fazla yanaşamadım.
Sonunda haklı çıktım dersem konumun
mayhoşluğuna edep dışı kalır gibi geliyor bana.
Su işinde resti çekmem para etmedi. Bu
sefer de tabanca zoru ile getirttiler. Dedim ki “ulan Yakup bu dünyadakilerle
bozuşuyorsun. Hiç olmazsa ölülerle iyi geçinse idin… Öbür tarafa gidince bir
bardak suyun hatırı olurdu.
Sonunda çuvalcılığa terfi ederek ben su
taşımaktan, ölüler de rahmet okunmaktan kurtuldu.Bana en münasibi çuvalcılıktı.
Bundan hiç öykünmedim. Ömrün kendisi hamallık değil mi? İki çuval taşı… Sonra
da çuvalların arasında on beş dakika kestir. Arada bir de Bafra cigarasını
ortadan ikiye bölüp tüttürmesi yok mu ya ömre bedeldi hani. Sonra da dal mal-u
hülyalara…
O zamanlar cep telefonları yoktu ki
içinde olduğum dünyadan bihaber yaşayayım.
Arkası yarın yapalım mı? Arkası gelecek
hafta…