Bu Blogda Ara

7 Mayıs 2010 Cuma

HEP İÇİMİZ ACIYACAK MI?..


Arkadaşlarla sohbet ediyorduk, bir arkadaşım sordu “özgürlük nedir?”
Orada bulunanlar çeşitli cevaplar verdiler, biri hariç aşağı yukarı cevapların hepsi birbirine benziyordu. Farklı cevap veren şöyle demişti “kendini ikinci sınıf vatandaş hissetmemektir”.
      Bu cevap çok hoşuma gitmişti, irdelemem, enine boyuna fikirleşmem lazımdı.Ben de Ulu meşemin altında öyle yaptım.
Bu konuda zihnimle cebelleş ederken kendime de sordum “ben özgürmüyüm?”
          Galiba özgürüm dedim kendi kendime... Ama zaman- zaman da içimi acıtan şeyler var. Bu normal mi, acaba özgür insanların da içi acır mı? Bu durumda kendimle çelişkiye düşmüş olmuyormuyum? 
          Bundan yıllarca önce idi, ilçemizdeki Hükümet Binasının önünden geçen yolun kıyısında bir tabela gördüm. Tabelada “otopark, hakim ve savcılara aittir, park etmek yasaktır” yazıyordu. Halbuki yollar kamuya aitti kimselere tahsis edilemezdi. O an içimin acıdığını hissettim.
          Bir otopark cezasına itiraz etmek için mahkemeye başvurdum, benden şahit istediler.Şahitlerden biri işi dolayısı ile iki gün önceden ifade vermek istedi.Hakim sormuş ”senin bu davacın tamahkar biri mi?” Hakimin bu sözünü arkadaşım bana iletince... Yine içim acıdı.
          Bundan yıllarca önce polis karakolunda ifade vermem gerekiyordu. İfadeyi verdikten sonra polise “imzalamadan önce okuyabilirmiyim” dedim. Polis kızdı “devletin polisi yalan mı yazacak” dedi. O an kendimi garip hissettim,içim acıdı...
        Yıllardan bir gün bir arkadaşım “senin delikanlılar askeri okula giremeyebilir, girmeyi başarsalar bile anneleri kışladan içeri girip ziyaret edemez” dediğinde şaşırdım.Neden? Diye sordum. Çünkü eşin başörtülü dedi.
O an içimin yandığını hissettim, işin tuhaf tarafı oğullarımın adını tarihteki komutanlarımızın adı ile onurlandırmıştım.
       Daha geçen gün mecliste meslek okulları ile ilgili katsayı kararı verildi. Üniversiteye girebilmelerinin önü kesildi. Son sınıftaki “potansiyel düşman” öğrenciyi düşününce içim çok yandı.
       Dün akşam bir film seyrettim, olaylar ikinci dünya savaşında geçiyordu. Sahnenin birinde zenci asker şöyle diyordu ”ben savaşa vatanıma döndüğümde özgür yaşama hakkını kazanayım diye geldim.”
       Birkaç gün önce Amerika’da yaşayan bir arkadaşımla sohbet ederken “her ne kadar eskisi gibi olmasa da ve ayırımcılığı ortadan kaldıran kanuni düzenlemeler yapılsa da yine de toplumların birbirleri hakkındaki düşünceleri kolay değişmiyor” demişti.. 
      Koskoca özgürlükler ülkesi Amerika hala bu dertten muzdarip ise ben kendi derdime mi yanmam lazım?
      Ya da başka bir ifade ile hep içimiz acıyacak mı?
..............................
       24.01.2019 ilavesi;
      Bugüne baktığımızda galiba öyle olacak. Argümanlar değişti ama huylar değişmedi.

14 Şubat 2010 Pazar

TORUNLARINIZ NEREDE YAŞAYACAK? (1)


Bana ne verirseniz verin, meşe ağacımdan vazgeçmem. Orada yorgunluğumu atıp mal-u hülyalara dalıyorum. Bazen diyorum ki “yahu şu meşe ağacı bilmem kaç metreküp kereste verir, satsam da biraz belimi doğrultsam hani”, sonra kendime kızıyorum “hatıralarını nereye koyacaksın?”.

Eminim ki benim evlatlarım için bir nebze de olsa “baba yadigarı” olacaktır, dolayısıyla onlar tarafından da maddi değerinden çok manevi değeri ile ölçülecektir.

Yani ben terk-i dünya yaptıktan sonra evlatlarım orayı terk etseler dahi, arada bir yadlarına düşüp onun altında yorgunluk atmanın hayalini kuracaklardır.

Yine lafı eveleyip geveliyor diyeceksiniz, haklısınız eveleyip geveliyorum, lakin konu hassas, neresinden başlayacağımı kestiremiyorum, kaldı ki bu işi de kırıp dökmeden yapmam lazım.

Ama can çıkar huy çıkmaz, pat diye söylemek zorundayım,” siz köyden gelenler, şehri mekan yapanlar sizde aynı duygular içerisindesiniz değil mi?”.Ve size sorulduğunda “biz falanca köydeniz” diyorsunuz, yada “dedemler filanca tarihte falanca köyden gelmişler biz aslında falanca köydeniz” diyorsunuz. Arada bir de olsa oraya gidip hatıralarınızı tazeliyorsunuz,yada tazelemenin hayalini kuruyorsunuz değil mi?

Ne güzel geçmişi unutmuyorsunuz ona sahip çıkıyorsunuz, köklerinize sahip çıkıyorsunuz, bundan anlamlı ne olabilir ki? Nice insanlar var ki şehirde kiradan kiraya, o mahalleden bu mahalleye dolaşıyorlar , sizin gibi bir yerlerin mensubu olmak ve aslımız şuradan geliyor demek için neler vermezlerdi ki?

Ve bir gün yolunuz düştüğünde, ihtiyaç duyup köyünüze gittiğinizde yıkılmış bir elma ağacı, yosun bağlamış bir eşik veya tahrip olmuş bir çit gördüğünüzde içiniz burkuluyor, sahip çıkamamanın ezikliğini hissediyorsunuz. Veya birilerinin sizin sınırı yıktığını, tarlanızda hayvan otlattığını, meyvelerinizden birinin dallarının kırılmış olduğunu görseniz celallenip hırs almaya kalkıyorsunuz .Yada köyünüzün her hangi bir köşesindeki koruluğun talan edildiğini,mezarlıktaki canım ağaçların üç- beş bin liralık gelir uğruna kesilip satıldığını görseniz tepkiniz hiçte hayra alamet olmaz değil mi?

Çünkü sizin için bütün bunlar herhangi bir ağaçtan yada eşyadan öte anıları barındıran manevi değerleri pulla ölçülemeyecek varlıklardır, zaten öylede olması gerekir.

Yine köyünüze dışarıdan gelip yerleşenlerin köyünüzün kurallarına, şartlarına, ananelerine uymalarını istersiniz siz o köyde oturmasanız bile. Çünkü köyünüzün emin ellerde olmasını ister bundan huzur duyarsınız.

Peki, köyden şehre gelenler, burada iş, güç sahibi olanlar ve şehirde ticaret yapıp zengin olanlar yada mevki makam sahibi olup şehirleri yönetmeye talip olanlar ve yönetme başarısını gösterenler, neden sizden önce burada birilerinin oturduğunu aklınıza getirmiyorsunuz? Neden onların siz gelinceye kadar nice çileler çekerek burayı sizlere hazır hale getirdiklerini düşünmüyorsunuz?

Şehre gelip oturmak, yerleşmek en tabii hakkınızdır ama buranın kurallarına uymak sizin vazifenizdir, bunu sizden istemek sizden önce buraya gelenlerin en doğal haklarıdır.

Ve sizden önce burada oturanlar, bu şehrin asli unsuruyuz iddiasında olanlar kendilerine hayat veren, kimlik kazandıran şehirlerine ihanet edip tarumar etseler dahi, ona sahip çıkmak şehirli olmanın en baş şartı değimlidir? Şehrin de bir ruhunun olduğunu, her taşının her çeşmesinin her ağacının da o şehre bir anlam kazandırdığını bilmeniz gerekir, tıpkı geldiğiniz köyünüzde olduğu gibi.

Yine özellikle yönetenler, güzellik, uygunluk, yakışırlılık kavramlarının şehirden şehre hatta muhitten muhite ve mahalleden mahalleye değişebileceğini imar uygulamalarının ona göre yapılması gerektiğini,”iktidar bende, ben yaptım oldu” mantığı ile hareket edilemeyeceğini bilmek zorundadırlar.

Sizler eğer burada oturacaksanız, bu şehirde söz sahibi olmuşsanız/olacaksanız bu şehre, onun değerlerine sahip çıkmak zorundasınız ve şehirde yaşamak istiyorsanız her şeyden önce “şehirli” olmak zorundasınız.

Çünkü sonunda şehirli olarak yine bu şehirde torunlarınız yaşayacaklardır………

5 Ocak 2010 Salı

RUXANGİZ QASUMOVA


Gençliğimden beri Azeri türkülerine karşı bir zaafım vardır. Nerede duysam yol, iz demez oturup dinlerim.
Üniversitede okurken işportacıdan beş liraya aldığım, kısa dalga küçük el kadar bir radyom vardı. Divana uzandığimda kulağımın yanına iliştirip,onunla Bakü radyosunu dinlemek benim için büyük zevkti.
Bakü Radyosu gece 21.00 sularında Anadolu Türkçesi ile iki saat kadar yayın yapardı. Yaptığı komünizm propagandaları beni hiç mi hiç ilgilendirmez,propaganda aralarında yayınladığı “mahnılardı. Onlar türkülere “mahnı” derler, tekrarı saat 01.00 den sonra olurdu.Eğer o saate kadar oturuyorsam mutlaka aynı heyecanla tekrar dinlerdim. Hatta o mahnılarla uykuya dalıyordum diyebilirim.
1990 yılında Bakü’ye gittiğimde ilk işim mahnı kasetleri almak olmuştu. Bu Azeri mahnıları aşkı bende artarak devam etti. Bir gün televizyonda kanalları dolaşırken bir Azeri kanalında(ATV ) mahnı yarışmasına rastladım. Gerçi bu yarışma pop müzik üzerine idi ama yinede ilgimi çekti. Bu yarışmayı, rastladığım 2005 yılından bu yana aralıksız bıkmadan , usanmadan izlerim.
Kendimi bu yarışmaya öylesine kaptırdım ki iş programımı yayınlandığı saatlere göre yaparım. Ara verdiği dönemlerde de beni bir huzursuzluk sarar. Bu huzursuzluk öyle yarışma heyecanı falan değil, her ne kadar bir iki tane favorim olsa bile kimin kazandığı umurumda olmaz. Ben münsifler heyetine yani jüri heyetine bağlandım, onları yarışmacılardan daha çok takip ediyorum.Nedenini sorarsanız valla bende bilmiyorum, bir kaç nedeni olabilir.
Ama size bir tanesini söyleyebilirim.”Ruhangiz Kasumova”!..
“Ruhangiz Kasumova” jüri heyetinin bayan üyesi. Biz artık o ve ailesi ile artık ailece dostuz.2007 nin ocak ayından itibaren muntazam görüşüyoruz. Nasıl mı tanıştık bakın anlatayım. ”ULDUZ” yarışmasını artık öyle sıkı takip ediyordum ki, bana göre neresinde hata yapılıyor nereleri abartılıyor veya program yapımcıları nelere dikkat ederlerse program daha iyi olur gibi fikirler yürütüyordum. Hatta öyle ki bazı jüri üyesine kendi kendime kızıyor bazılarına ise sempati ile yaklaşıyordum. En çok sempati ile yaklaştığım “münsifler (jüri) heyetinden “RUHANGİZ KASUMOVA” idi. Ruhangiz hanım artık ailemizin sevdiği, kendimizi yakın hissettiğimiz sempatik, cana yakın, güler yüzlü bir hanımdı, kızması da şirindi sevmesi de.
İşte bu bağlanmadan cesaret alarak 2006 nın Aralık ayında programla ilgili düşüncelerim ile Ünye hakkında bilgiler içeren bir Ünye fotoğrafı gönderdim. Yayında bunu okudu, mutlu olmuştum,onunda mutlu olduğunu hissettim. Aradan iki aydan fazla bir zaman geçmişti ki bir akşam üstü ev telefonum çaldı, karşımda ki “RUHANGİZ HANIM”dı. O tarihten sonra o bizi biz onu çeşitli aralıklarla aradık karşılıklı hatırlar sorduk. Ve şimdi sık sık internet ve telefon vasıtası ile görüşüyoruz. Onun adına Ünye Gönüllüleri koruluğunda üç fidan dikmemizi istedi.Kim derdi ki onunla bir gün tanışacağız ve koruluğumuza fidan diktirecek.Derler ya rüyamda görsem inanmam,onun gibi bir şey.

“ RUHANGİZ KASUMOVA” kimdir, ne ile meşguldür? Bestekar, tiyatro oyunları ve
televizyon dizileri yazarı. Aynı zamanda dizilerin müziğini yapıyor. Azerbaycan’da ve eski Sovyet bloku ülkelerinde çok iyi tanınıyor. Türkiye’ye defalarca gelmiş, geniş bir dost çevresi var.1995’li yıllarda Bursa Şehir Tiyatrosu ve İstanbul Belediye Tiyatrosunda rejisörlüğünü Kenan Işık’ın yapacağı iki oyunu programa alınmış.Ancak yönetimlerin değişmesi sonucu program askıya alınmış.Ayrıca bu yıllarda Başak çocuk dergisinde çocuk hikayeleri yayınlanmış.
Yine o tarihlerde Müşerref Akay “Bu ömür ne uzun oldu” şarkısını, Leman Sam ise “Gelmirsen gelme” ve “Görüşeg” şarkılarını Türkiye’de tanıtmış.

Bu yazımı öylesine bir methiye veya öğünme olsun diye anlatmıyorum. İnsan yaşadıkça nelerle karşılaşıyor, neleri yaşıyor.
Bunu vurgulamak istiyorum, peki bütün bu karşılaşmalar tesadüfimidir, bana göre değil. Zira insan yaşamını her ne kadar tamamen kendisi düzenleyemese de onu yönlendirme imkanına sahiptir. Eğer benim Azerilere ve Azeri “mahnı”larına karşı bir sempatim olmasa idi,yada onun bize karşı muhabbeti olmasa idi karşılaşmamız mümkün olmayacaktı.
Ataların bir sözü var “gönül-gönüle karşıdır” diye . Bir gün gelir gönüller karşı karşıya gelir,vuslat hasıl olur.

İşte o vuslata hazırlanmalı, her zaman hazır ve nazır beklemeli ki hayal kırıklığına uğramayalım. Zira kavuşmak kadar kaynaşmak ve dostlukların sürdürülmesi de önemli.

RUXANGİZ QASIMOVA

(23 KASIM) BUGÜN BENİM YAŞ GÜNÜM

  1955 senesinde Allah’ın nasibi, rahmetli anamla, atamın vesilesi ile bu dünyaya teşrif etmişim. O zamanın şartlarında günü gününe kayda ge...