Bu Blogda Ara

23 Kasım 2024 Cumartesi

(23 KASIM) BUGÜN BENİM YAŞ GÜNÜM

 

1955 senesinde Allah’ın nasibi, rahmetli anamla, atamın vesilesi ile bu dünyaya teşrif etmişim. O zamanın şartlarında günü gününe kayda geçirilmezdi elbette. Üç gün mü üç ay sonra mı bilemem ama rahmetli bugünü takdir buyurmuşlar.

Dünyaya ilk haykırmam, kadim Ünye şehrinin yine kadim Kaledere mahallesi Ekmekçioğlu sokaktaki Ekmekçioğullarından satın alınan orta büyüklükteki kasvetli konakta olmuş.

Saat beş sularında hangi odada dünyaya teşrif etmişim rahmetli ana sormayı unutmuşum. O da söylememişti. Hani ne yalan söyleyeyim, merak işte, merak etmiyor da değilim.

Doğduğumda kilom kaçtı? Rahmetli söylemişti ama unuttum. Ama bakan bir daha bakar, kırk bir kere maşallah çekermiş. Benim gürbüzlüğüm iki yaşıma kadar sürmüş.

Anamın demesine göre,

Kem gözlü komşumuzun baldırlarımı mıncıklamasından sonra anacığım ha öldü ha ölecek diye altı ay bir don dahi dikmemiş. Bunu bana ağzından kaçırdığından beri bu dünyanın bana hep kem gözle baktığına hükmederim. “Ah bir fırsatını bulsam…” diyor gibi gelir bana.

Ben de ona, haydi bakalım, inat mı murat mı deyip bu yaşa kadar onunla didiştim durdum.

Çilader’in yolunu tuttuğumuzda iki yaşında imişim. Okumaya olan merakım daha o yıllarda anlaşılmış olacak ki altı yaşımda okula kayıtsız gitmeye başladım.

İlk karnemi gayet iyi hatırlıyorum. Koyu gri renkte ve derslerin alayı zayıftı. Meğerse öğretmen okula hiç gelmeyen bir talebenin karnesini tutuşturmuş elime. Odur, budur hocalara bir tuhaf bakarım. Bazen diyorum ki “ulan her şeye hep bir sıfır geriden başlıyorsun.”

Çilader (bugünkü Çaybaşı) taş çatlasın yirmi hanelik bir nahiye idi. Rahmetli atamın biçki atölyesine bitişik kestane kalaslarından yapılma iki odalı bir evde kalırdık. Orada çocukluğum dolu geçti.

Lakin…

Mayamızdaki şehir suyundan-mıdır nedir mahalle uşakları ile aramda hep bir mesafe olurdu. Devlet babanın ilk nafasına orada bindim. Nahiyede bir hafta uşaklar bana hasetle baktılar.

Ama ben de ilk hasetliğimi orada çektim. Bizler kamyonun şoför mahalline binemezken Asak ağasının oğlunun, kamyonun farlarını dakikalarca açıp kapatmasını hasetle seyrettiğimi hiç unutamam. Ağalık böyle bir şey işte. Ama ağalığa da ömr-ü hayatım boyunca hiç özenmedim.

Sonra,

Yedinci yılın sonunda doğduğum konağa geri rücu ettik. Dördüncü sınıfıma Anafarta ilk okulunda başladım. Burada da köylü muamelesi gördüm. Ya da ben öyle zannettim. Yine bu sefer şehir uşaklarıyla aynı mesafe…

Kısaca, benim kaderim hep iki arada bir derede kalmakmış. Araf'ta yani. Biz buna mahallede “Arasat” derdik. Ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranabildim. Hala öyleyim.

Mahallede hangi takımı tutuyorsun dediler. Ben kim takım kim… Siz hangi takımı tutuyorsunuz diye sordum. Galatasaray dediler. Ben de o dediğiniz takımı tutuyorum dedim. Odur budur Galatasaraylı olmaktan hoşnudum.

Ahh fakülte…

Ben Mimarlığı seçmedim. O beni seçti. Lisede bile masrafsız diye müziği seçmiştim. Kim derdi yetenek sınavında başarılı olacağım diye. Rahmeti abimim itelemesi ve hayatın cilvesi olmasaydı kim bilir hayat rüzgârı beni nerelere atacaktı?

Fakültede Araf'ta kaldım. Ben Ülkücüyüm dedikçe arkadaşlarım sen komünist olmalıymışsın dediler.

Rahmetli üstat Levent Kırca’nın dünyadaki son yılları. Tedavisi olmayan hastalığa mahkumdu. Bir tv’de söyleşi yapıyordu. Program sunucusu sordu. “Bu hastalıktan dolayı üzüntü duyuyor-musun?”

Üstat neden duyayım dedi. Yirmi yaşında dünyayı terk etmiş fidanlardan hayatta 44 yıl daha fazla kaldım. Şikâyet onlara haksızlık olmaz mı?”

Yetmiş yaşımı devirdim. Daha fazlasını istemek dünyayı tanımadan göç etmiş sabilere, civanlara haksızlık olmaz mı?

Kızdırma banyolu evde kalabilmek için okudum. Çok şükür Allah ondan fazlasını nasip etti. Hep doğru bildiğim, göğsümü gere-gere hesabını vereceğim işleri yaptım.

Korkum,

Huzurda “ya kulum dünyaya üryan vardın, üryan geldin. Ömrü ne ile geçirdin? Yoksa bütün ömrünü ağızla anüs arasına mı sıkıştırdın?” sualine cevap vereme.

Bir de,

Arzuhalimdir. Nazım Hikmet gibi… Yüksekçe bir yerlerde ulu bir meşe dibinde huzura ermek. Bir de Ünye taşından yazısız kimliksiz bir baş taşı. Hani, burada bir mezar var, basmayın kabilinden...

 

 

27 Ekim 2024 Pazar

BİR HAYALİM VAR !..(son)

                         

Geçen gün Tolstoy’un okumakta gecikmiş olduğum romanını okudum. Savaş ve Barış romanını…

1800’lü yılların başında Rus çarı 1. Aleksandr 1.(Deli) Petro’nun kurduğu locaları kaldırıp yerine bakanlıklar, Senato Konsülü ve Rus Parlamentosunu kurdu.  Zamanına göre daha bir sürü devrim niteliğinde yenilikler… Fakat Vikipedi’nin yazdığına göre Napolyon savaşları yüzünden bu reformları durdurmak zorunda kalmış. Osmanlının yapmaya çalıştıklarından yüz yıl önce girişmiş bu işe…

Ancak, sebep Napolyon Savaşları imiş gibi görünse de, (romandan anlıyoruz) esas sebep ülkenin kurulu düzeninin buna direnmesi, izin vermemesi.

Atatürk devrinde düşünülmüş, uygulamaya çalışılmış reformlar önceden düşünülmemiş, akla gelmemiş reformlar olarak görmemiz mümkün değildir.

Mesela; Harf devrimi, kadın hakları, parlamento bunlar hep Osmanlı’nın son zamanlarında düşünülmüş, kısmen uygulamaya çalışılmış ama başarılı olunamamış reformlar.

Ya da,

Cumhuriyetin kuruluşu… Zafer kazanıldıktan sonra iki seçenek vardı. Birincisi ya hanedanlık devam edecekti ki bu mümkün değildi. İkincisi ise yeni bir rejim cumhuriyet kurulacaktı. Öyle de oldu.

Cumhuriyet ama nasıl bir cumhuriyet? Tek adam, tek parti, kuvvetler birliği, Meclis üyelerinin hemen tamamı tek bir kişi tarafından tespit edilmesi…

Atatürk’ün hayatını okuduğumuzda, baştan sona kadar, seçilmiş her yaptığı doğru olan çağının ilerisinde olduğudur. Bize bunları çoğunlukla resmi söylemler ve buna paralel ideolojik yazılar söylüyor.

Hâlbuki onun ötesinde her şeyden önce Mustafa Kemal duyguları ve fikirleri ile doğruları ve yanlışları olan bir insandır. Elbette onu diğer insanlardan ayıran özellikleri vardır. Ama doğruları olduğu kadar yanlışları da olan, kimi zaman egoları ile hareket eden bir insan...

Mesela,

Bize demokrasiye inanan ve bunun için mücadele eden bir lider olarak tanıtılır. Uygulamalarına baktığımızda bu konuda egoları ile hareket ettiğini görürüz. Tek parti, tek seçici, kuvvetler birliği hep bunun işaretleridir. Atatürk soyadını alması bile egosunun bir göstergesidir. Mustafa Kemal olarak kalması onun değerinden ne eksiltirdi?

Bu bize şunu gösteriyor,

Bu devleti ben kurdum ve bu devlet mirasçım Halk Partisi tarafından yönetilecektir. Bu fikir gelecek kuşaklara kurtarıcı lider kültünü miras bırakmış olmuyor mu?

Yazımın akışına şunu da sıkıştıralım. Taraftarları bu soyadının milleti tarafında verildiğini iddia ederler.

O zaman,

Şu soruyu sormak hiç de abeste iştigal değildir. Kurduğu, tüm yönetici ve üyelerinin kendisi tarafından belirlediği meclisin böyle bir karar alması ne kadar demokratiktir? Bugünü düşünün, çoğunluğu AKP üyelerinin olduğu bir mecliste Erdoğan için buna benzer bir unvan ne derece gerçekçi ve doğru olur?

Kaldı ki, milletin atası anlamına gelen bir soyadını kabullenmek için epeyi bir egoya sahip olmak gerekir. Bu aynı zamanda yeni oluşan bir milletin oluşturucusu anlamına da gelir ki Türk milletinin tarihi sürecini yok saymak anlamına da gelmiyor mu?

Bir şey daha sıkıştıralım yazımın akışına… Kurucu elitlerin olmadığı, kurtuluş mücadelesinin yöneticilerinin (güçlü parti, burjuvası ve entelektüel çevrelerinin) olmadığı bir ortamda savaşı yürütenlerin kurulan devletin başı olması kadar doğal bir şey olamaz. Savaşı kazanan komutandan demokratik olma fedakârlığını beklemek fazla iyimserlik olur.

Kısaca,

Atatürk Türkiye’si demokratik görünümlü (kendine göre) ideolojik ve otoriter bir devlet olarak kuruldu. Kurtuluş savaşında en az onun kadar katılmış ve mücadele etmiş kişilerin çoğu tasfiye edildi ve hatta vatan hainlikleri ile suçlandılar.

Bugüne geldiğimizde,

Yüz yıl sonra Atatürk’ten bize miras ideolojik çatışmalar, otorite hevesleri, karşıtların hainlikle suçlanması… Kimi bunu Atatürk adına kimi din adına kimisi de milliyetçilik adına ama mutlaka karşıt yaratarak rakibini yok etme siyaseti.

Ülkemiz tarihine baktığımızda şu veya bu yolla iş başına gelenler hep tek lider, tek kurtarıcı oluyor. Yüzde bir bile oy alamayan partinin liderinin bile tek kurtarıcı gibi taraftarlarınca secde edilmesi… Hesap vermemesi, her yaptığının doğru kabul edilmesi, makamını ilelebet koruması…

Ülke huzurunun ve gelişmesinin sağlanmasının ne kadar zor olacağının göstergesi değil mi? 

Hâlbuki…

Bu ülke zengininden fakirine, askerinden siviline, her meşrepten insanların katılımı ve gayretleri ile kurulmadı mı?

Öyleyse,

Nerede onlar? Kurtuluş savaşına her imkânları ile katılan bu insanlar nerede? Mezarları bile kenarda, köşede kalmış. Sadece İsmet İnönü Anıtkabir'in bir kenarında sığıntı gibi yatmakta… İsmet İnönü gibi bir değerin günlük siyasetten bağımsız diğer dava arkadaşları ile birlikte bir makamı olması daha yakışık olmaz-mıydı?

Sözün özü,

Yeni bir millet yaratma… Tarih boyunca gelenekleriyle, yaşam felsefesi ile kendini var etmiş bir milleti yeni baştan ideolojik (bunun getirdiği) otoriter rejimle sağlamaya çalışmak, milli mücadeleye gönül vermiş dava arkadaşlarını tasfiye etmek…

Dava için her şeylerini ortaya koymuşların kenarda, köşede kalmanın ezikliği ile kurulan yeni devletin hazzını, heyecanını yaşayamaması… Acaba bunun vebalini mi ödüyoruz?

Netice…

Kutsal mücadeleye katılmış, kendini bu mücadeleye vakfetmiş her meşrepten, her fikirden insanların bir arada yattığı… Onların mirasçılarının kendilerinden bir parçayı hissettikleri ANITTEPE ’de ebedi istirahatgahlarında koyun koyuna liderleri/liderimiz Mustafa Kemal’le beraber olmalarıdır hayalim.

Malum, her mimarın bir hayali vardır. Mimarlık fakültesine adım attığımdan bu yana böyle bir projeyi gerçekleştirmekti amacım. Ne yazık ki mümkün olmayacak.

 

 

 

3 Ekim 2024 Perşembe

BİR HAYALİM VAR !..(2)

 

KURTARICILAR GERÇEKTEN KURTARIR MI?

Sovyetlerin kuruluş yıllarına… 1920’lere gidelim.

1917’deki komünist devriminden sonra çarlık tasfiye edildi. Yerine Komünist rejim kurulunca, ülkenin sosyal ve siyasal yapısı sil baştan yapıldı. Krallık kaldırılmış, büyük toprak sahipleri ve tüccar sınıfı tasfiye edilmiş, zaman içerisinde köylünün elindeki bütün topraklar devletleştirilmiş, dini kurumlar en aza indirilmişti.

Devlet yönetimi Komünist ideoloji gereği siyasal yapılanması parti, bürokrat ve ordu sacayağından oluşturuldu. Yani (işçi ve köylü) halk tek sınıf ve onu idare eden parti yönetici sınıfı ile otoriter devlet bürokrasisi ile disiplini sağlayan güvenlik güçleri.

Kısaca Komünist liderler, yüzyıllar boyunca yanlışları ve doğruları ile oluşmuş sosyal yapıyı komünizm ideolojisi uğruna sil baştan yapmışlardı. Bunların içerisinde insanlar arası ilişkiler, yaşam anlayışları, geleneklerde vardı. Yeni bir dünya, yeni anlayışlar, yeni yaşam felsefesi…

Her ne kadar zaman içerisinde bu ketum dayatma yumuşatılsa da özü itibarıyla devam etti.

Sonunda ne oldu?

İnsan fıtratında var olan nefis, daha çok kazanma, egemen olma duyguları, kayırmacılık, sömürme, yolsuzluk bu rejimde de devam etti. Komünist rejimin en çok savunduğu eşitlik ilkesi bu rejimde de göz ardı edildi. Sosyal sınıfın kaldırıldığını iddia eden rejim, rejiminin sürdürülebilirliğini sağlamak için ayrıcalıklı parti zümreleri yarattı. Gizli zenginler türedi.

Milliyetçiliğin tasfiyesi iddiasında bulunan rejim, en ufak etnik hareketleri anında bastırdı ama Sovyet’i oluşturan devletlerarasında kayırıcılık yaptı. Ruslar ve Rusça birinci sınıf, sırasıyla Slav ve Hıristiyan kökenli devletler kayırmacılıkta ikinci sırada, Türk ve Müslüman kökenli devletler üçüncü sırada idiler. Ekonomik sömürme, yaşam anlayışlarına müdahale hep bu sıraya göre düzenlendi.

Netice,

1991’de Sovyetlerin yıkılış anında sınıfsal hiyerarşisini kaybetmiş, sosyal ilişkileri tersyüz edilmiş bir toplum ortaya çıktı. Yeni devletler sınıfsız, zenginliğin kimin elinde olduğu bilinmeyen, ticaretten bihaber, topraksız köylülerden oluştu. Din hakeza anlamını kaybetti, şekilci kimliklere dönüştü. Ama otoriter rejim başka bir boyutta devam etti.

Şimdi soralım; Sovyetlerin o her şeye muktedir, her şeyin doğrusunu bilen, yapan liderleri Rusya’yı ve Rus halkını ne derece ileri taşıdılar, iyilik mi yapmış oldular yoksa kötülük mü?

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda halk çok şeyler umut etti. Osmanlının çöküş sürecinde adaletsizlik, sömürü son bulacak, daha demokratik ve müreffeh bir toplum kurulacaktı. Atatürkçüler, Atatürk zamanında ekonominin, eğitimin gelişmesinden bahsederler. Dini ve sosyal yaşam alanında yapılan devrimleri(!) bağnazlığın ve yobazlığın giderilmesi konusunda atılan önemli adımları övünçle bahsederler.

Hâlbuki bunlar Osmanlı zamanında gündeme gelmiş ama savaş ve çöküntü nedeniyle uygulamaya sokulamamış konulardı. Bunları Osmanlıyı savunmak için değil sanki yoktan var edilmiş ve sadece kurtarıcı tarafından düşünülmüş şeyler olarak sunula geldiği için hatırlatmakta fayda gördüm.

Mesela, kadınlara seçme ve seçilme hakkı, 1910 yılından beri kadınların gündemde tuttuğu, mücadelesini verdiği konu idi.

İstanbul’daki son meclis-i Mebus-an’ın mücadeleye Ankara’da devam kararı ülkenin topyekûn mücadele azmi ve kararlılığını gösterir. Hâlbuki bizlere bu mücadeleyi Mustafa Kemal’in baştan sona kadar tek başına mücadelesi gibi gösterilir. İstanbul ile Ankara ve diğer kavgalar Milli Mücadele taraftarları ile karşıtları arasında değil, kim baş olacak kavgasından başka bir şey değildir.

Kurtuluş Savaşından sonra Mustafa Kemal’in iktidara gelmesi, Meclisi kendi istediği gibi düzenlemesi, dava arkadaşları ile idamla yargılanmaya kadar varan kavgalar… Kurduğu Halk Fırkasına mirasından pay verecek kadar kendini özleştirmesi ve nihayetinde Atatürk soyadını alacak kadar özgüven içerisinde olması… Ama ülkede kendinden başka çok az kişinin fikirlerini sahiplenmesi, çevresini  “yandaşlar” tarafından sarılması… Bir anlamda kuruluşuna önderlik yaptığı ülkesinin liderliğini “kılıç hakkı” gibi kabul etmesi ve öyle davranması… Onu tek kurtarıcı, tek söz sahibi, her şeyin başı konumuna getirdi, kutsallaştırdı. Rejimde kuvvetler birliği ve otoriter yönetim.

Sonuç,

Her ne kadar, “tek kurtarıcı ve onun liderliğinde ülkenin aydınlık ufuklara yol alması” fikri o günlerin modası olsa bile, bugün istisnasız bütün ülkelerin terk ettiği bu ideoloji ne yazık ki ülkemize ondan miras kaldı. Atatürk belki de bu kadarını da ummuyordu. Ama daha sonra gelen yönetici kuşaklar fikirlerini, davranışlarını ideolojiden de öte Atatürk’e kutsal anlamlar yükleyerek kutsallaştırdılar. İşin daha vahim tarafı Atatürkçülüğü pekiştirmek için dini akımları karşıt olarak zimmî desteklediler. Ülkede aslında var olmayan suni kamplaşmalar yaratıldı. Halen devam ediyor.

Her nedense, yüzyıllardır oluşmuş 600 yıllık ve hatta daha evveli bir kültür bakiyesi Anadolu toprakları, bir taraftan modernleşme ve laiklik adı altında yaşam biçimi dayatılırken; diğer taraftan da muhafazakârlığın yeni icatları gündeme sokuldu. (devam edecek)


20 Eylül 2024 Cuma

BİR HAYALİM VAR!..(1)

 

Birleştik sonsuza dek emek ve kardeşlikle 
Büyük Rusya sonsuza dek birleşti.
Büyük Sovyetler Birliği asırlarca yaşayacak 
Kendini güvende hissetmektir bir halkın rüyası”

Diye devam eder Sovyetler Birliği marşı.

Bu marşta iki şey dikkatlerden kaçmamalı. Birincisi Çarlık Rusya’sından sonra kurulan Sovyetlerin içinde barındırdığı halkların cumhuriyeti olduğu halde “Büyük Rusya sonsuza dek birleşti” mısrası ile Sovyetlerin aslında Rusya olduğu… İkincisi ise; Buna bağlı olarak tüm Sovyet sathının hiçbir millete hak tanımadan Rus toprakları olduğudur.

Nitekim Sovyetler dağılırken yaptıkları anlaşmalarda yerine kurulan Rusya Federasyonu’nun Sovyetlerin bütün hak ve imtiyazlarının mirasçısı olduğunu tescil ettirdiğidir.

Her ne kadar yirminci yüzyıla kadar (hemen, hemen) bütün devletler krallık olsalar bile, özünde devleti kuran sülalenin milliyetleri ile anılırlar.

Ayrıca, devletlerin isimleri ve kurucuları farklı olsalar da yönetimlerindeki halkların tarihi süreç içerisinde kazanımları, ortak acıları, oluşturdukları yaşam felsefeleri kısaca birikimleri vardır.

Dolayısıyla,

Adları değişik, yöneten sülaleler ve krallar farklı olsalar dahi yönetilen halklar her zaman yaşadıkları topraklarda asıl söz sahibi onlardır.

Kısaca,

Hiçbir kurucu, ben yönetiyorum, devlerin adı ve rejimini ben tayin ettim, öyleyse tüm söz hakkı bende demek hakkına sahip değildir. Bir milletin tarih içerisindeki yürüyüşü kesintiye uğratılamaz, kesintiye uğratma hakkına kimse sahip olmadığı gibi, bunun tersi, yönetici konumundaki devletin uzun süre ayakta kalması mümkün mü?

Tüm krallar, soylarının asil ve tarihin derinliklerinden geldiğini ispatlamak için özel gayret gösterirler. Bugünün en “halkçı” yöneticilerinin yandaşları bile liderlerini mutlaka bir “asil” soya bağlamanın gayretindedir.

Türkiye Cumhuriyeti 1923’de kurulduğu ve “yeni” bir bağımsız devlet olduğu ve elbette kurucu liderinin Atatürk olduğu kabul edilir. Devlet Atatürk olmasa idi Anadolu’da Türk diye bir milletin olmayacağı/olamayacağını ya da vatan bildiğimiz Anadolu’dan sürüleceğimizi dikte ettirdi ve ettirmeye devam ediliyor.

Bu çocuk sorduğunda “evladım seni leylekler getirdi” misali evveli ve dayanağı olmayan bir kuram. Ya da Osmanlı öyle çağ dışı bir imparatorluktu ki, ne kadar melanet varsa içinde barındırıyordu gibi iddialar geçmişi karalayarak kendini meşrulaştırmaktan başka bir şey değil de nedir?

“Bu 20’ci yüzyılın otoriter ve ideolojik söylemleriydi. Bir anlamda gününün modası idi.” Gibi savunmaların tutarlılığı yoktur. Bu tip savunmalar karşısında tıpkı Sovyet sonrasında olduğu gibi “biz yalanlarla mı avutulduk” demek zorunda kalıyoruz. Bu şu anda bizi hangi yalanlarla kandırıyorlar şüphesini doğurmaz mı? Hâlbuki biz halk olarak yüzyıllardır hep vardık, var olmaya da devam edeceğiz. Anadolu’yu yurt tutan bizler her tabi olduğumuz devletin hükmü ile mi kimlik tesis edeceğiz

Biraz açalım,

Anadolu’ya binlerce yıldır halklar/milletler gelir. Yurt tutarlar. Güçlü olanlar hâkimiyet kurarlar, Anadolu’yu yönetirler. Diğer halklarla kaynaşırlar, kendilerinden bir şeyler verirler, bir şeyler alırlar. Yöneten hâkim güç eğer iyi yönetebilirse, halkı memnun edebildiği, tecavüzlerden koruyabildiği ve önemlisi medeniyeti tesis edebildiği sürece ayakta kalır. Güçten düştüğü, medeniyet olarak vereceği bir şeyler kalmadığı anda alaşağı edilir.

Ama halk aynı halktır ve yüzyıllardır birikimleri ile yaşamaya devam eder. Alaşağı olanın yerine gelen yönetim aynı halkın yöneticileri olacaktır. Aynı birikimleri daha geliştirmeye ve ileri götürmeye vazifelidir. Ben yeni bir devletim ve yeni bir halkı yönetiyorum demek gibi bir hakkı yoktur. Zaten halk nazarında önemi de yoktur. Bunu başaramaz da… Devlet millet çatışması da bundan kaynaklanır.

Nitekim Hititler, Likyalılar vs.den sonra Bizanslılar ve Selçuklulardan sonra Osmanlılar yönetimi ele almışlardır. Fatih Sultan Mehmet bile yıkılan Bizans’ın mirasına sahip çıkmış, “ben Roma İmparatoruyum” demiştir.

19’cu yüzyıl Avrupa’sına bakalım;

Hemen, hemen bütün ülkeler (yönetimleri krallık olsa bile) hâkim milletlerin adları ile adlandırılırlar. İngiltere’nin adı bile İngiltere Birleşik Krallığıdır. Bir anlamda yönetime adını veren hâkim halk milletleşmiş, kendi kültür ve medeniyetlerini geliştirmişlerdir.

Osmanlı bir Türk İmparatorluğu ve 600 yıllık geçmişi olsa bile hâkim kültür ve medeniyetinin adını koymakta (iç dengeler gereği) tereddüt etmiş, özellikle yüzyılın sonunda birliğini hangi ideoloji ile sağlayabileceğinin tartışmalarını yaşamıştır.

 

Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük üzerine kavgalar/tartışmalar içerisinde birinci cihan ve nihayetinde Kurtuluş Savaşlarını yaşamış yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.

Yerine kurulan devlet yeni bir devlet değildir. Osmanlının devamı da değildir. Tarihi süreç içerisinde hâkim unsur olan Türklerin geçmişten gelen kültür ve medeniyetinin yeni rejim ve yıkılan Osmanlının (bayrak dâhil) bütün kurumları ile tarih içerisinde yoluna devamıdır. Ama yukarıda da bahsettiğimiz gibi Osmanlı değildir.

Eğer, yeni bir devlet derseniz;

Geçmişten gelen kazanımlarınızı çöpe atmış, bir milletin (bahse konu Türk milletinin) vebalini üzerinizde taşımış olursunuz. En önemlisi başkalarına yönetim anlamında söz hakkı tanımış/ en azından iddia sahibi yaparsınız.

Ayrıca ideolojik anlamda tartışma yaratır, iç çekişmelerden başınızı kaldıramazsınız. Sonunda çareyi hayalinizde idolleştirdiğiniz liderin etrafında birliğinizi sağlamaya çalışırsınız.

KURTARICILAR GERÇEKTEN KURTARIR MI? (Devamı gelecek haftaya)


14 Eylül 2024 Cumartesi

DÜNÜN ve BUGÜNÜN TÜRKİYESİ!..(son)



 

BUGÜNÜN TÜRKİYESİ;

Demek ki; Ters giden bir şeyler vardı ki toplum AKP’ye teveccüh gösterdi demiştik. Yaklaşık 80 yıllık Cumhuriyet tarihinde siyasetçiler ideolojiler üzerinden oy devşirip iktidar olmanın yollarını aradılar. Ya da toplumun (din, laiklik gibi) hassas olduğu konuları işlediler. Daha marjinal olanları doğrudan ideolojiler üzerinden halkı ikna etmeye çalıştılar. MSP, MHP gibi partilerde toplumu birleştiren duyguları ideolojiler haline getirerek toplumu daha da ayrıştırdılar.

Hâlbuki toplumda böyle bir ayrıştırmayı yaratacak duygu seli olmadığı gibi, çatışma da yoktu.

Mesela,

Başörtüsünü siyaset aracı kullanmak isteyen toplum kesimi olmadığı gibi, bunu tehlike gören başka bir kesim de yoktu. Birileri tehlikeli gördü, diğeri karşı çıktı. Yani birbirlerini tetiklediler. Her iki kesim de aynı odaklara hizmet ettiler.

Sağın en büyük partisi olan Adalet Partisi bile zaman, zaman dini ve milliyetçiliği kullanmıştır. Süleyman Demirel köylüye önem verdiğini her zaman öne çıkarmıştır. Hâlbuki köylülüğün geçer akçe olmadığını, şehirleşmenin ivedilik kazanmasını, tarımın gelişmesi için köylüyü oturduğu yerden beslemek yerine tarım sanayine-modern tarıma hızla geçilmesi gerektiğini düşünmemiş, düşünme gereği duymamıştır.

Aslında modern, kültürlü ve her yönü ile gelişmiş bir toplum şehirleşmeden geçer. Neden olmadı/olamadı? Sorusu ayrı bir yazı konusu…

AKP iktidara üç iddia ile geldi. Yolsuzlukları, yoksulluğu giderecek ve adaleti sağlayacaktı. Bu üç iddianın giderilmesi için herhangi bir ideolojiye sahip olmanın gereği yok. Komünist partiler bile bu iddianın sahibidirler. AKP’nin bunları vaat etmesi geçmişin yanlışlarına tepkiden öte geçmezdi.

Asıl sorun daha derinlerde idi. Ülke hangi temel kültür üzerinde yükselecekti? Ülkede (her yönüyle) gelişme nasıl sağlanacaktı. Mesela köylülükten şehirleşmeye, ara mal üretiminden katma değeri yüksek ileri teknoloji üretimine nasıl geçilecekti? Çağdaş eğitim hangi çerçevede verilecekti? Vs…

AKP ilk on yılında kişi başı gelirimizin 3500 dolardan 10.000 dolara çıkartıldığı ile övünüyor. Muhalefet son on yılda AKP’nin bu başarısından uzaklaştığı ve orta gelir tuzağına düştüğümüz iddia ediliyor. AKP ilk on yılda gerçekten başarı sağladı mı? İlk on yılda ülkemize 220 milyar dolar yabancı sermaye girmiş. Bu girdilerle tarım mı geliştirildi, ileri teknoloji üretimine mi atladık, ya da eğitimde reform mu yaptık? Ben söylemeyeyim, cevabını biraz mürekkep yalamışlar pek ala verebilir.

Muhalefet AKP iktidarında bütün kamu mallarının satıldığını iddia ediyor. Doğrudur. Ama geçmişte bu fabrikaların iktidarların arpalığı olduğunu görmezden geliyorlar. Çağın artık (kamu) devletçilik çağı olmadığını görmezden geliyorlar. Çünkü karşılarında hala okuma yüzdesi az - on binde bir -, eğitimi zayıf toplum var. Kandırmak kolay.

AKP İLK ON YILINDA ŞUNLARI YAPTI;

Ülkede geçmişin izlerini silebilmek için dış yardımlarla topluma yalancı refah sundu. Köyden şehirlere göçlerle köyleri boşalttı. Şehirler işsiz ve şehirleşmemiş insan yığınları ile doldu. Suriye kargaşalığını bahane ederek ülkeyi haddini aşkın göçmenlerle doldurdu. Ülkemizin demografik yapısını bozdu. Ülke yoksullaştı, yardımlarla kendine bağımlı hale getirdi. Dünün kendi kendine yetebilen köylüsü bugünün şehir varoşlarında iktidara bağımlı muhtaç kitleler haline geldi.

Askeriye dâhil bütün kamu kurumlarını kendine bağımlı yandaş kurumlar haline getirdi. Ve elbette bu kurumlarda çalışanlardan  (bu kadar kısa zamanda) liyakat beklenemez.

Sonra,

Cumhurbaşkanlığı sistemi ile rejimi değiştirdi. Diyeceksiniz ki; Muhalefet ve toplum kesimleri buna neden itiraz etmedi?

Ben 2004 yılındaki bir yazımda “ bu bir devrimdir. Bu devrimi ya yetti yahu deyip Anadolu İrfanı yapmıştır. Ya da eski sistemin ağaları bir İslamcı Parti eliyle çıkmaz sokaktan kurtulmak, dünya yapılanmasına uygun hale getirmek için yapmıştır.”  Bana ikincisi daha yakın gözüküyor. Çünkü hem toplumu “topluluk” haline getirecek ve hem de dini yerlerde süründürecek. Öngörüm doğru çıktı galiba!..

Dolayısıyla,

Böyle bir organizasyon muhalefetin desteği ile ancak olur.

Bunlar komplo teorileri diyebilirsiniz. Belki de boş atıp dolu tutmaya çalışıyorum. Zararı yok.

Ama şunlara da itiraz edemezsiniz.

Bizi ayakta tutan tarım köylerin boşalması ile bitti. Toplum topluluk haline geldi. Şehirler muhtaç avara, şehirleşememiş insanlarla doldu. Geçmişin zenginleri yine bugünün katmerli zenginleri… Devlet kurumları sadece el değiştirdi. Din, gelenek yerlerde sürünüyor. Eğitim hak getire… 3Y’leri geçiniz efendim. En önemlisi, Anadolu, Anadolu olmaktan çıktı. Bütün zenginlikler batıya yığıldı.

Yani demem o ki!..

Leyleği budadık, ancak şimdi kuşa döndük!..

 

 

 

 

 


2 Eylül 2024 Pazartesi

DÜNÜN ve BUGÜNÜN TÜRKİYESİ!...(1.devam)


 Bir önceki yazımızda dünün Türkiye’sini anlatmaya çalıştık.

Özetle,

Osmanlı bakiyesi olan, milletleşmemiş bir toplum, sosyal sınıflarını oluşturamamış ve dolayısıyla toplum içerisindeki hak ve görevlerini idrak edememiş, kamu düzenini sağlayan (siyasal ve bürokratik) vazife aldığı mevkilerin bilincini idrak edememiş kurumlar ve her şeyden önemlisi köylü bir toplum.

Burada “köylü toplumu” derken sadece köylerde yaşayıp tarımla uğraşanlar akla gelmemeli. Zihniyet anlamında en okumuşundan en tahsilsizlere kadar bulunduğu yerin ne anlama geldiğini ve geçinmekten öte daha verimli olmanın yollarını aramayan, bulunduğu konumdan azami faydalanmak olarak yorumlanmalı.

Dünün Türkiye’sinin kurucuları yeni bir devletin temellerini atarken, her zaman ve devirde olduğu gibi geçmişi yok sayarak (her türlü yönetimsel ve kültürel) yeni değerleri topluma sunarken, (şu veya bu nedenle) şunun hesabını muhtemel ki yapmadılar/yapamadılar. Yönetmeye talip oldukları toplumun imparatorluk bakiyesi, yaşam felsefeleri ile yüzyılların birikimi bünyelerinde taşıyan toplum olduğudur. O güne kadar onları ayakta tutan ve kurtuluş savaşını kazandıran da bu yaşam felsefesidir. Bundan dolayıdır ki nerede ise nüfusun yarısını göç almış bir toplum çatışmadan bitlikte yaşama becerisini gösterebilmişlerdir.

Kurtuluş savaşını yapanlar toplumu yönetip, yönlendirirken bu toplumun duygularının öncülüğünü yaptıklarının farkında-mıydılar?

Atatürk şüphesiz milli kahramanımızdır. Ama Kurtuluş Savaşından sonra toplumu yok saymak ve en önemlisi “emeni kapmak” duygusunu bu toplumda yarattığı izlenimi verebileceğini, ileride bunun toplumu (siyaseten) ayrıştırabileceğinin hesabını yapabildi mi? Ne yazık ki gün geçtikçe toplumda bu duygular daha çok yer ediniyor. Bu başta Atatürk’e sonra bu topluma haksızlık değil mi?

Uzatmadan,

Kurumların yozlaşmışlığını toplumu sil baştan yaparak gideremezsiniz. Olan topluma oluyor.

Ekonomik kalkınmanın siyasal anlayış ve yapılanma ile ne alakası var? Diyebilirsiniz.

Ülkeyi hangi sistemle yönetmekten çok hangi yaşam felsefesi başat olacak sorusunu sormamız gerekiyor. Daha açık bir ifade ile ülkenin lokomotifi olan sermayenin aynı zamanda yaşam felsefesinin de başatlarıdır. Günümüzde sermayenin ekonomik görünümlü siyasal derneklerde kamplaşmasına ne demeli?

Aslında,

Devleti yönetmeye talip olmanın mücadelesi bir anlamda “suyun görünü tutma” mücadelesidir. Bu bizde de böyledir, dünyada da… Cumhuriyet kurulduğunda %85 olan köylü nüfusunun 70 küsur yılda 2002’lerde ancak %45’lere çekilebilmesinin nedeni sadece imkânsızlıklarla izah edilemez.

Köylü köyünde otursun, ihtiyacı kadar ürününe değer biçelim, şehirli orta gelirli yağı ile kavrulsun, bürokrat bizim adımıza zapturapt yapsın, geri kalan ahali ya arpalık kamu kuruluşlarında ya da özel sektörün geri teknolojili fabrikalarında çalışsın. Devler korumalı sermayedar da ürettiği montajları hazır müşterilere sunsun. “Sermaye bizden, çalışan Anadolu’dan… Bu böyle sürüp gitsin.

 Biz de siyaseten arada bir “haddini aşanlara”  ortalama on yılda bir hadlerini bildirelim. Özet bu… Gerisi tiyatro. Bu arada bütün merakım orduya had bildirmeyi işaret edenler kimler?

Halka karşı sorumluluk,

“Ben dini bayramları laik olduğum için kutlamam deyip, öldüğünde tabutunun üzerine Osmanlı mirası antika örtüyü örtmek; ya da senede bir, zekât yerine Ramazanda koliler dağıtmak halkın değerlerine sahip olmak, öncülük etmek değildir. Bu sorumluluk milletin kültürünün, geleceğinin öncüsü olmak ve bu sorumluluğunun idrakinde olmaktır.”

Bu zaman zarfında Türkiye kalkınmamış-mıdır? Kalkınma, olan imkânları artırmak değildir. Ya da şöyle diyelim; günün şartlarında dünyanın geldiği en uç noktaya (her konuda) yaklaşabilmektir.

Diyelim ve bugünün Türkiye’sine geçelim.

BUGÜNÜN TÜRKİYE’Sİ

AKP 3 iddia ile iktidar oldu demiştik. Yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklar. Üç iddiada her ne kadar ikisi demokratik diğeri ekonomi ile alakalı görünse de, aslında her üçü de ülkenin bekasından çok ekonomi ile alakalıdır. Yoksulluk ve yolsuzluk ekonomik değerlerin iyi yönetilememesidir. Yasaklar ise “potansiyel tehlikeli” görünen kesimlerin baskı altında tutulması anlamına geldiği gibi, ekonomik faaliyetlerin kontrolü, ekonominin belirli (yandaş) ellerde toplanması anlamına da gelir.

AKP’yi iktidara taşınmasındaki niyet halis ama nerelere gelindi/getirildi? Gelecek hafta devam edelim mi?








28 Ağustos 2024 Çarşamba

DÜNÜN ve BUGÜNÜN TÜRKİYESİ!..


 

İstatistik şirketleri AKP öncesi ve AKP devri Türkiye’si konusunda “hangisi daha iyi idi?” şeklinde anketler yapsalardı sonuç ne olurdu?

Anketin sonucu hakkında bir tahmin yürütemeyiz. Hele de milletin canı burnunda olduğu şu günlerde…

Ancak,

2002 yılında AKP’nin iktidara geliş nedenleri ve bugünkü ekonomik, siyasal ve sosyal veriler işleri karmaşıklaştırıyor.

AKP’nin iktidara gelirken sloganlaştırdığı 3Y’yi hatırlayalım. Yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklar!

Demek ki,

Ayrıntıya girmeye gerek yok. Ülkemizde bu iç şey gemi azıya almış, millete gına gelmiş ki vatandaş AKP’ye teveccüh etti.

Burada şunu da iddia edebilirsiniz; “Efendim, 28 Şubat, Bahçelinin yan çizmesi, ekonominin dibe vurması falan… Bunlar normal olmayan bir ülkede yaşanacak olaylardır. Hatta bunları dış güçlerin mizansenleri olarak da kabul edebilirsiniz. Olabilir de… Ama şunu da unutmayalım, dış güçlerin bu denli kolay ve süreli entrikalarının ülkemizde yürütülmesi başlı başına bir zafiyet değil mi? Başta ekonomi olmak üzere siyasal ve sosyal olarak güçlü bir ülkeye kim bu kadar kolay nüfuz edebilir?

 Kemal Derviş’in gelip başta Merkez Bankası ve ihale kanununda düzenleme yapması (hangisi olurlarsa olsunlar) iktidarların ekonomi üzerindeki tahakkümlerini göstermiyor mu?

Bir de ülkemizin sosyal yapılanmasına bakalım;

Daha çiftçilik seviyesine gelememiş %45 köylü toplumu, kendi yağı ile kavrulmaya çalışan (kalabalık) şehirli orta sınıf, daha sahip olduğu mesleğin ve mevkiinin ruhunu kavrayamamış her meslekten bürokrat sınıfı… En önemlisi ekonominin dizginlerini ele geçirmiş toplumsal görevlerinin farkında olamayan/olmayan sermaye sınıfı…

İşine geldiği zaman ürüne yüksek fiyat veren ama çiftçiliğe geçme ve hatta tarım sanayi konusunda yeterince kafa yormayan iktidarların ülkenin kalkındırılması konusunda, mazot, traktör edebiyatı yapmaları seçim meydanlarının süslü laflarından öte bir şey değil de nedir?

İleri teknoloji konusunda hiç laf etmeyelim. 50 yıl otomobil sektörünün hâkimleri kendi markalarını yaratmaları konusunda rüya dahi görmemişlerdir.

Bir ülkenin kalkınabilmesi öncelikle kültürel birliktelikten geçer. Tartışılamayacak ortak değerlerin güçlülüğü, “biz” olmanın onuru sağlanabilmiş-midir? Sporcularımızın en ufak başarısı bile millet olarak bizi heyecanlandırıyor, gururlandırıyor. Hatta bazen ifrata bile kaçıyoruz. Çünkü ezilmişlik duygularımızı bir nebze olsun geri plana atıyoruz.

Kurtuluş savaşını galip bitirerek milli devletimizi kurduk. Adını Türkiye Cumhuriyeti koyduk. Halkına da Türk halkı dedik. Ama bunları demekle ne cumhuriyet olunur, ne de Türk halkı.

Tebaa olmaktan millet olmaya geçtik. Geçtik demeyle de olmuyor.

Düşünün ki,

Halkın yarısı göçmen diğer yarısı fakir ve bitkin… Okuryazarlık hak getire… Toplumu düzenleyen sosyal sınıflar yok. En önemlisi (ekonomi ve kültür dâhil) toplumun lokomotifi olacak sermayedar sınıfı yok. Bir de Osmanlıdan bakiye kurumsal kokuşmuşluklar…

Önce geçmişin kokuşmuşluklarını gidereceksiniz, sosyal sınıfları yaratacaksınız, onlara toplum içerisindeki görevlerinin önemini idrak ettireceksiniz… Kolay iş değil elbette.

Bir de 20 yüzyılın hastalığı ideolojiler. Sanki bu yüzyıla kadar toplumlar kör cahillermiş gibi halkın yaşam felsefesini oluşturan bütün değerlerin sorgulanması…

Mesela,

Din afyondur diyen Sosyalistler dinin bütün değerlerine saldırdılar. İslamcılarda buna karşı çıkacağız diye kendi kutsal dinlerini yarattılar. Milliyetçilere ne demeli? Bozkurt işareti yapmakla milliyetçilğin hası olduk zannettiler.

Günümüz toplum değerlerimiz bu yüzden parça pürçek olması bir yana, geçmişimiz bile parsellendi. Burada Abdülhamit örneği verebilirim. Ama ben başımdan geçeni örnek vereceğim.

Yıl 1985, dernek olarak liseler arası bilgi yarışması yapıyoruz. Açılış konuşmasını üç kişi yaptık. Kimlikleri önemli değil. Ama hepsi mürekkep yalamış kişiler.

Birincisi; Cumhuriyeti İslam ruhu kurdu. İkincisi; Cumhuriyeti Atatürk kurdu. Üçüncüsü; Orta Asya’dan gelip İslamiyet süzgecinden geçerek Anadolu’yu yurt tutan Türk Milleti kurdu.

Bu durumlarda bizim mahallede “hadi buyurun cenaze namazına” derler.

Ortak geçmişimizi bile ideolojilerimize meze yaptık! (devamı gelecek hafta)

14 Ağustos 2024 Çarşamba

DIŞ GÜÇLERİN İŞİ!..


 Çokça dillendirilen mesellerdendir…

Çingeneye külahını göğe fırlatıp tutuncaya kadar padişahsın demişler. O da külahını göğe fırlatmış, “Bursa kestaneleri vakıf” demiş.

Bunu bize anlatanlar bu meselden bir netice çıkarmamızı isterler.

Siz bu meselden çeşitli neticeler çıkarabilirsiniz. Buna benzer özdeyişlerden birini rahmetli anam sıkça tekrarlardı. “İnsan aslına çeker.” Bunun peşine bir diğerini ilave etmeyi de ihmal etmezdi. “Asıl azmaz nesil azar.”

Bundan 40-50 yıl evveli dünyası şartlarında insan terbiyesi dar çevrede, aile, mahalle ve biraz daha geniş ele alındığında köy ya da kasabayı geçmezdi.

İnsan eğitiminde bugünün şartlarında aile, konu komşu kasaba yeterli olmuyordu.

Eğitim derken, öncelik ilim, meslek kastedilmiyordu. Terbiye, insani ilişkiler, sorumluluk velhasıl insan yaşamıyla alakalı kültür kastediliyordu. Meslek ve ilim bunların üzerine inşa ediliyordu.

Meslek icraatında öncelikle meslek ustalığından ziyade “ahlak olgunluğuna” bakılırdı. Yeterli insani değerlere sahip olmayanlara da-mesleğinin piri olsalar bile- “adamda meslek ahlakı yok” denirdi. Kısaca toplum, dar çevre içerisinde kendi değerlerini oluşturma, yaşatma imkânlarına, yetkisine ve etkisine sahipti.

Devir değişti, insan yetiştirmeyi meslek edindirmek olarak algılıyoruz. Öğrenim görmemiş, bir meslek sahibi olamamışlara boş, hurda, asalak gözü ile bakıyoruz. Kısa yoldan meslek sahibi daha doğrusu mevkii sahibi olmanın yolunun da öğrenim görmekten geçtiğini farz ediyoruz. Bu aynı zamanda toplumda itibar sahibi olmanın da yolu oluyor. 

İnsana kişilik kazandırmak artık eskisi gibi kolay değil. Hem bunu sağlayacak altyapıdan hem de çağımızda bunu sağlayacak zaman diliminden yoksunuz.

Çocuğa ilk terbiyeyi, eğitimi verecek aile kurumları yıprandı. Aile bireyleri daha “özgür”. Kaldı ki çalışmaktan, rızk peşinde koşmaktan çocuğa ayıracak zamanları yok. Aile kurumu dumura uğrayınca mahalleden kasabadan söz etmenin bir anlamı kalmıyor.

İş kalıyor eğitim kurumlarına. Devletler haklı olarak tek bir müfredatla ülkeyi eğitmeye daha doğrusu “meslek öğretimi” yapmaya çalışıyor. Yine haklı olarak devleti ayakta tutmak için rejimlerine uygun olarak ideolojik davranıyor.

Devlet için öğrencinin kişisel gelişimi, meslek ahlakı, çevresine ve ülkesine olan sorumluluğu önemli değil. Gündemine bile almıyor. Onun için devletine ve rejime sadakat ilk sırada geliyor.

Sovyet Rusya’sında talebenin öncelikle komünist olması gerekiyor. Ülkemizde yüksek okullarda İnkılâp Tarihi okutmak bu mantıkladır. Sizin mesleki sorumluluğunuz, onun ötesinde fakülte bitirmenin ülkeniz için yani içinden çıktığınız topluma karşı hangi sorumlukları yüklendiğiniz hiç önemli değildir.

Öğretim ve devlet kurumlarında görevlendirme konusunda en çok tartışılan konu öğrencilerin iyi yetişememesi ve kurumlara liyakatsiz kişilerin atanmasıdır.

Bunlarla alakalı okuduğum hemen, hemen tüm yazılarda bunun yanlış olduğu, günümüzde ve ileride ülkemize büyük sıkıntılar yaratacağı üzerinedir. İktidara da bu konuda “akıllar” verilmektedir.

Bugünkü iktidar üzerinden devam edersek,

Bizi yönetenler cahil değiller, aptal hiç değiller. Öyleyse bile, bile bu yanlışlığı neden yapıyorlar?

1-   Yetişme tarzları ve o mevkilere geliş yöntemlerinden. İktidarın ve aynı zamanda muhalefetin elit takımı gerek öğrenimlerini görürken ve akabinde siyasete girme, siyaset arenasında başarılı olmak için öğrenme, eğitilme ve liyakat silsilesini takip etmedikleri içindir. Bir kere, siyasetin kendisinde eğitilme, tecrübe kazanma “dirsek çürütme, pabuç eskitme” yaşamamışlardır ki… Bütün işler ahbap çavuş ve entrikalar üzerinedir. Kısaca eğitim ve liyakat siyaset arenasının lügatinde yoktur. Lügatinde olmayanı uygulamayı siyaset erbabından beklemek haksızlık olmaz mı!?

2-   İktidar neden çalakaşık bir an evvel bu kadar öğrenciyi ( plansız) meslek sahibi yapmak ister? Eğer, geçmişinizden gelen bir korkunuz, hıncınız ve hırsınız varsa bunun acısını çıkartmak istersiniz? Bu ne demek? Bu başka bir yazının konusu olduğu için bu konuya girmeyeyim. Belirtmekle yetineyim.

3-   Şu kadarını belirteyim ki, geçmiş hiç de bundan farklı değildi? Çünkü geçmişte bizi yöneten sistem bizi 80 yıl gibi uzun süre yönetti ve hepsi (ülkeyi istenildiği gibi yönetecek kadar) belli bir tecrübe kazandılar. Zannediliyor ki, onlar iyi eğitim alıyorlardı ve liyakatli kişilerdi. Öyleyse ülkemizde 2000 yılı öncesinde yaşadıklarımızı “dış güçler” mi yaptı?

Kısaca, öğrenimden önce eğitmek… Beceremediğimiz alan burası… Zor ve çetin bir yol çünkü. Eğitmeden önce eğitimden geçmek gerekir! Mümkün mü? ALLAH BİLİR!

 

 

 

 

                                                              

9 Ağustos 2024 Cuma

DEVLETLÛ MAARİF NAZIRIMIZ…

Efendim,

Kendimi amatörlükten birazcık yukarılara çıkmış yazar olarak görüyorum. Bunca yıldır bir şeyler karalayan bendenizin bu kadarcık da ukalalığı olsun.

Bazen aylarca kalemime elimi sürmem… Bazen de tutmayın beni der gibi ha bire yazarım. Belki de ekmeğimi yazı işinden kazanmadığımdandır. İlham ne zaman gelirse kabilinden...

Ama her yazı öncesinde yazacağım yazımı öncesinde düşünür, tasarlar, sonra yazıya dökerim.

Yani yazmaya karar verdiğimde “haydi hayırlısı” demem.

Ama şimdi bir istisnayı yaşıyorum. Birkaç gündür kafamda tasarladığım yazımın konusunu klavyenin tuşlarına basmaya ramak kala değiştiriverdim.

Hatta inanmayacaksınız, başlığı yarılamıştım bile.

Benim fikrimi değiştiren az önce okuduğum kitabın ilgili sayfasında okuduklarım yüzündendir.

Okuduğum roman Kemal Tahir’in önemli eserlerinden “Esir Şehrin İnsanları”. Konu şimdilik mütareke yıllarının İstanbul’unda geçiyor. Gerisi ne olur bilemem. Bundan yıllarca önce şöyle çalakaşık okumuştum. Birçok bölümleri unutmuşum. Her nedense şimdi tekrar ihtiyaç hissettim.

Neyse,

Romanın ilgili sayfasında basılacak gazetenin matbaa serüvenini anlatıyor. Matbaa sahibi, gazetenin dizgisini hazırlayıp basan mürettip ve gazetenin baş sorumlusu arasında geçiyor olay. Gazete dar imkânlarla, normal gazete sayfasını dörde katlanarak çıkarılan küçük bir gazete… Gazete sorumlusu bu işe yeni başlamış, tahsilli olduğu kadar bu işe çok hevesli birisi. Gazete dizgi yanlışları ile dolu çıkıyor. Bunun önüne geçmek için önce mürettibi sıkıştırıyor, iknaya çalışıyor. Fayda vermeyince adamla iyi geçinmeye çalışıyor. Hatta işi pohpohlamaya kadar vardırıyor. Ne yapsa boş, hal daha da beter hale gelince, bu ne iştir diye çıkışıyor.

Mürettip, aldırma beyim, bizde mürettipler okul kaçaklarından, bakkal çıraklarından, gazete satıcısı yalınayaklardan çıkar. Sen buna şükret.

İdealist gazetecimiz nasıl yani? Deyince mürettip; biz mürettip milleti nazırları öküz, öküzleri de nazır yaparız. Mürettip ustamız söze devam eder; Geçenlerde falanca gazetenin mürettibi öküz resminin altına Devletlû Maarif Nazırımız, maarif nazırımızın resminin altına da sergide birinci gelen öküz diye geçmiş.

İşte bu okuduğum sayfa bana yıllar önce başımızdan geçen bir olayı hatırlattı. Yine bir mürettip hikayesi…

Seksenli yıllarda heveskâr dört arkadaş DORUK adında gazete çıkarıyoruz. Ünye şartlarında her şeyi ile güzel bir gazete idi. Ünye’de nedendir bu gazeteyi basacak matbaa bulamadık. Fatsa’da Güneş Matbaası ile anlaştık. Belki de Ünyelilerle fiyatta anlaşamadığımız içindir. Kim bilir?

Mizanpajı dört arkadaş beraber yapıyoruz. Dizgi ve baskı matbaaya ait... Gazete ortalama sekiz sayfa çıkıyor. Matbaa ile her konuda anlaşıyoruz. Mürettip İstanbullu, esmer, kuruya yakın zayıf son derece profesyonel, Allah’ı var adam işini iyi yapıyor. Ama haddini aşkın havalı. Bu işin piri benim diyor. Arada bir bize, hatta Hikmet abiye destur çekiyor. Bazen kafasına göre takılıp mizanpajı değiştiriyor. Bazen de profesör edasıyla bize dakikalarca dersler veriyor. Artık o kadar olacak deyip nazını çekiyoruz.

Sene 1987 bir dini bayram öncesi… Külliyatlı reklâm aldık. Otuz sayfadan aşağı değil. Bir de gazetenin kendisi. Kırk sayfaya yakın yani… Gazetemizin baskı gününe daha üç-beş gün var. Bayram dolayısı ile erken baskı yapıp para kazanacağız. Bayramdan üç-beş gün sonra basmanın reklâm açısından bir anlamı yok. Gazetenin sahibi rahmetli Hikmet Altuntaş işlerim çok, benim kendi işlerimi dahi zor yetiştireceğim deyip çamura yattı. Mürettibin mesaisi ne ise veririz, etme, gitmeden sonra Hikmet abimiz insafa geldi.

 “Bakın, bu adam akşam saat altı olduğunda işi şıp diye bırakır, dakika geçirmez. Milyon verseniz daha çalıştıramazsınız. Para işini geçin. Ama bir çaresi var. Adam müptela, akşamcıdır. Bir büyük alacaksınız, biraz da peynir falan.”

Ağzımız bir karış açık… Eee.. Sonra abi?

“Sonrası şu, hoşsohbetli, tatlı dilli olacaksınız. Bardağını da boş bırakmayacaksınız. Gerisine karışmayın.”

Abi iyi de… Bayram öncesi, bu işin yukarısı var… Bir… Kıyak kafayla nasıl olacak? Ya yazıları çorba ederse? Bu da iki…

“Birincisi günahı ona, siz işinizi gördüğünüze bakın. Artık sakiliğinize de arada bir tövbe çekersiniz. Dizgiye gelince, ben kefilim, ayık kafadan daha iyi dizer.” Abi bu adamın neresi bir büyük alır, küçük yetmez mi? Demeye getirdik ama Hikmet abi büyüğü getirin sonucunu görürsünüz. Dedi.

Arkadaşlar sakilik işini bana yükleyip çekip gittiler. Matbaada adamla kaldık baş başa. Hayırlısı ile elimize ayağımıza bulaştırıp bir terslik çıkmadan geceyi atlatsak diye dua ediyorum. Hani olur ya… Adam kafayı bulup kendini dağıtırsa da birbirimize girersek? Gece ben doldurdum adam demlendi. Demlenmesi dahil her şeyi dakikleştirdi. Büyüğe bana-mısın demedi. Demlendikçe adama bir haller oldu. Adam bir şekerleşti ki zannedersiniz ki melaike! Hakikaten Hikmet abinin dediği gibi bir coştu ki… Hiç sormayın. Adamda ne cevherler varmış, onda birini değil bize Hikmet abiye bile göstermemiş.

Baskı dâhil bütün işler gece saat iki de bitti. Ben gazeteleri yüklenip matbaadan çıkarken adam bir yerlere kıvrılmıştı.

Neme lazım… Adam beni saki beller diye bir daha matbaaya gitmedim. 

 

30 Temmuz 2024 Salı

Fransız Devrimi’nin şarkılarından “Ah Ça Ira”yı ( İyi olacak iyi, aristokratları astığımızda)


 

Tarihin dönüm noktaları vardır. Teknolojik gelişmeler ekonomiyi etkiler. Ekonominin yön değiştirmesi de toplumsal gelişmelere yol açar. Toplumsal gelişmelerde mevcut gelenekleri ve sistemleri zorlar, değiştirir.

Tarih boyunca,

İnsanoğlunun avcılık/toplayıcılıktan tarıma geçmesi, madenleri işleme kabiliyetleri, ticaretin gelişmesi… Barutun icadı, ateşli silahlarda kullanımı, matbaanın icadı vs.

Bunlar tarihi süreç içerisinde önemine göre geçiş süreçlerinin hızını ve etkisini belirlemiştir.

1700’’li yıllara gelindiğinde Amerika’nın keşfi ile zenginliğin artması, matbaanın keşfi, Rönesans, bilimin gelişmesi ve akabinde sanayinin gelişmesi siyasal ve toplumsal değişmelere kapı aralamıştır.

Bunun en önemli ayaklarından bir tanesi 1789 Fransız devrimidir.

Görünürde özgürlük hareketi olarak başlayan ama asıl sebebinin; ekonomik ve sanayi gelişmesi ile oluşan sanayici ve buna bağlı gelişen tüccar sınıfının siyaset üzerindeki talepleridir.

O zamana kadar ekonomik egemenlik toprak ağalarının yani aristokratların elinde olan ekonomi sanayicilerin ve tüccarların lehine yön değiştirmiştir. Özellikle sanayicinin ihtiyacı olan işçi köylerde aristokratların hizmetinde olan köylüler, sanayicilerin taleplerini karşılamak için şehirlere göç etmeye başlamışlardır.

Haliyle aristokratların hâkimiyetinde olan siyasi egemenliğe (şehirli) sanayi ve tüccar sınıfı ortak olmak istemiş, kavgada buradan çıkmıştır. 24 saat aristokratların emrinde olan işçi sınıfı şehirli ve mesai saatleri dışında özgürlüğün bilincine varmış/daha doğrusu bilincine varmak istemiştir.

Kısaca teknolojinin makineleşme ve otomasyonu siyasal değişikliklere yol açmış, imparatorlukların yıkılması, küçük krallıkların sistemlerinin yeniden düzenlenmesi, toplumu disipline etmek için ideolojilerin ve millet kavramlarının geliştirilmesi eski gelenek ve toplumsal yaşamın yeniden şekillenmesine yol açmıştır.

Öte yandan,

Bilimin sağlık dâhil hayatın her alanında gelişmesi insan sağlığını etkilemiş, yaşam standardını yükseltmiştir. İnsan ölümleri azalmış, ömrü uzamıştır. Bu da Dünya nüfusunun hızla artmasına neden olmuştur. Sanayinin ilk gelişim yıllarında insan gücü çok önemli idi ve bu yüzden yoğun insan gücüne ihtiyaç vardı. Haliyle ( hizmet sektörü, tarım gibi) hayatın bütün alanlarında insan emek ilişkisi ön planda oldu. Ayrıca 20’inci yüzyılda iki dünya savaşı yaşayan devletler hızla nüfus artırımını teşvik etmiş bu alanda çeşitli tedbirler almıştır. Nüfus artışına 1990’na kadar iki kutuplu dünyanın her an savaşılacakmış gibi ordularını diri tutmanın etkisi de büyük olmuştur.

20’inci yüzyılı özetlersek;

İnsan yaşamının hızla iyileştiği, ömrünün uzadığı, daha henüz dijital kullanamayan ve hayatın her alanında henüz sanayi çağını aşamamış, dolayısıyla insan kaynağına ihtiyaç duyan devletler nüfus artışını teşvik etmişlerdir.

20’inci yüzyılın sonlarında dijital çağa geçen dünya-ki Sovyetler Birliğinin yıkılma nedenlerin en büyüğü- her türlü üretim ve hizmette ( özellikle kalifiyesiz) insana olan ihtiyacı giderek azalmaya başlamıştır. Bütün maharet teknolojiyi kullanmaktan geçmektedir. Bugün doktorlar dahi teknoloji olmadan mesleğini yapamamaktadır. Tarımsal üretim bile “köylülük” bir tarafa, çiftçi kavramını tasfiye etmiş, sanayi haline gelmiştir. Binlerce çiftçinin uzun zaman diliminde ürettiklerini bir tarımsal sanayi tesisi tek başına daha verimli üretmektedir. Geçen gün bir gazetede okumuştum; Bilim insanları bitki büyüme hızını ve verimliliğini ortalama % 48 artıran toprak formülasyonu geliştirmişler.

Bu insana olan ihtiyacı azaltmış, onun yerine insandan daha iyi ve kısa zaman diliminde yapan teknoloji devreye girmiştir.

İnsanoğlu-daha doğrusu gelişmiş devletler- dijital çağı da geçmiş Yapay Zekâ (YZ) kullanma durumuna gelmişlerdir. Ordular bile savaşı artık oturdukları yerden yapmaya başlamışladır. Konvansiyonel silahlar yerini akıllı imha silahlarına bırakmıştır.

Yapay Zekâ neleri getiriyor;

1-   İnsan zekâsından daha iyi ve hızlı çözüm üretiyor.

2-   İnsana olan ihtiyaç süratle azalıyor.

3-   Toplumsal hiyerarşi değişime uğruyor. İnsanlar birey haline geliyor.

4-   Birey haline gelen insan için aile gibi akrabalık gibi manevi bağlar giderek zayıflıyor.

5-   İleride(zaman dilimi henüz net değil) insanlar için ideoloji,inanç sadece içi boş kimlikler haline gelecek. Değerler uğruna savaşlar azalacak.

6-   En önemlisi A) İnsan birey haline geldiği ve bütün değer yargıların yüzeyselleştiği için içi boş kavramlar haline gelecek. Bütün amaçlar “dünyevi” olacak. B) İnsan bu dünyaya gelmenin “hazzını” olabildiğince yaşamak isteyecek. Yani insan aile kavramına itibar etmeyecek. Dolayısıyla nüfus artmayacak. Üstelik azaltma yoluna gidilecek.

7-   İnsana üretim aracı olarak bakılacağı için kalifiyesiz insanlara fazlalık “asalak” gözüyle bakılacak. Çağın gereği ihtiyaca uygun insanların gelişimine önem verilecek.

8-   Büyük devletler yıkılacak yerlerine şehir devletleri kurulacak.

Bunlar ne zaman olacak?

Akşamdan sabaha olacak hali yok. Biz göremeyeceğiz şüphesiz. Ama gidişat o yönde.

TÜİK verilere göre Türkiye nüfusunun 2100 yılında 55 milyona ineceğini hesap etmiş. Devlette artırmanın yollarını arıyor. Bu gidişata göre istese bile artıramaz. Buna toplum kayıtsız kalır/şimdiden kalıyor da... Toplum istedi diyelim, Dünya ağaları izin vermez.

O zamanlar “bakkallardan” alınır gibi dağıtılan diplomalar işe yaramayacak. Galiba, biz yine üç kuruşa talim eden diplomalı bireyler olacağız. Zira gidişat o yönde…

 

26 Temmuz 2024 Cuma

VATANIN TAPUSU…



 

Geçen hafta kurumlar ve yer isimleri konusuna giriş yaptık. Bu konunun önemi verdiğim örneklerle sınırlı değil.

Her devlet, hâkim olduğu alanın yüzyıllardır kendi egemenliğinde olduğu ispatına çalışır. Bunlardan biri de yer isimleridir. Öncelikle, şehir, kasaba ve köylerden başlar. Cadde ve sokaklarla devam eder.

Özellikle,

Milli devletler kurulmaya başladığında bu ivme daha da hızlanmıştır. Devlet bir anlamda haklıdır. Sahip olduğu topraklarda kök salmak için önce millileşmek ve aynı zamanda yüzyıllardır bu topraklarda yaşadığının ispatı derdindedir.

Nitekim Osmanlı imparatorluk olduğu, çeşitli etnik kavimlere hükmettiği için böyle bir uygulamaya gerek görmedi. Öteden beri gelen isimlere sadık kalmaya çalıştı. Türk ve Müslüman yoğunluk sağlandığı yerlerde yörenin anlamına uygun isimleri üzerinde yaşayan ahali zaman içerisinde değiştirdi.

Cumhuriyet milli devletti. Ayrıca Lozan’dan sonra gayri Müslimler mübadele ile ülkeyi terk edip ülke Türk ve Müslüman unsurlara kalınca yer adlarının da buna uygun olarak değiştirmek istedi.

Tarihte bütün (özellikle) milli devletler bu yolu takip etmişlerdir. Ya isimleri tamamen kaldırmışlar ya da isimlerin Türkçe telaffuzları ile anmışlardır.

Bu konuyu irdelemek için iki kısımda yazımıza devam edeceğiz.

Birincisi, yer isimleridir. Eski isimlerin yerine Türkçe isimler konulurken şu yapılmamıştır; Geçen yazımda örneğini verdiğim gibi o yerle hiç alakası olmayan isimler verilmiş, nesiller bu ismin nereden geldiği konusunda araştırma yaptıklarında duvara toslamışlardır.

“Şu tarihe kadar (mesela) İlküvez idi, şu tarihten sonra devlet bu ismi koydu.

Koydu koymasına da… O ismin (mesela) Taşkesiği isminin o yöre için hiçbir anlam ifade etmediğinin de hesabını yapmadı. Biz koyduk oldu kabilinden, yeter ki Türkçe olsun.

Yerel isimlerle amatörce ilgilenen bir arkadaşımdan duymuştum. Kiliseyanı olan ismin mahallin savcısı ve muhtarı tarafından Atayurdu olarak değiştirildiğini söylemişti. Bunun gibi şeyler…

İkincisi, kurum ve bina isimlerinde de aynı sorunları yaşıyoruz. Dün örneğini verdiğim gibi bir yönetim geliyor diyor ki bu kurumun ismi bundan böyle bu olacak. Hâlbuki eski isim pek cazip olmayabilir, anlam derinliği de olmayabilir. Ama tarihsel bir derinliği vardır ve o kurumun ne derece tarihi geçmişi olduğunu ifade eder.

Ayrıca, yeni ihdas edilen kurumlara ve binalara o günkü iktidarın dilediği, hiçbir anlam ifade etmeyecek ya da zaman dilimi içerisinde has-bel kader mevkii sahibi olmuş birinin ismi veriliyor.

Sonra, başka bir iktidar gelip adını kendi adamının ismi ile değiştiriyor. Bu böyle sürüp gidiyor. O binanın ve kurumun tarihsel derinliğini dumura uğratmış oluyor.

O yöreye hizmet etmiş, ilim sahibi olmuş ya da bir sanat dalında ilerlemiş birinin bir kuruma adının verilmesi hem o kişinin anılması ve hem de tarihi değerinin bilinmesi açısından daha uygun olmaz mı?

Adam bir yerde bilmem kaç yıl maaşlı çalışmış ya da bir dönem mevkii sahibi olmuş ama hiçbir kalıcı eseri olmamış birinin adının verilmesi siyasi kaygıdan gelmiyor da nedir?

İşin acı tarafı hak etmediği halde isim babası olmak bir tarafa, üç-beş yıl sonra değiştirilip başka birinin adının verilmesi değiştirilen kişinin (eğer yaşıyorsa) haysiyetine dokunmaz mı?

Tarih araştırmacıları bir kavmin, milletin kaç yüzyıldan beri o topraklar üzerinde yaşadığını veya hangi zaman dilimi içerisinde bulunduklarını anlamak için öncelikle, bıraktıkları eserlerden ve yer isimlerinden anlarlar.

Sözün özü;

Bir toprak parçasının vatan olduğunu atalarımızın bıraktıkları eserlerden, kurumların adlarından ve tabii ki yer isimlerinden anlarız. Yani isimler millet olarak tapu kayıtlarımızdır. 

Bir örnekle bitireyim;

Mimar Sinan Üniversitesine bakan yeni nesil onun 1980’li yıllarda kurulduğunu zannederler. Hâlbuki 1 0cak 1882 yılında Sanay-i Nefise-i Şahane adıyla kuruldu. 1928 yılında Güzel Sanatlar Akademisi adını aldı. 1982 yılında üniversiteye dönüştürülerek Mimar Sinan Üniversitesi adını aldı. Şimdi bu üniversite kaç yıllık?

 

 


(23 KASIM) BUGÜN BENİM YAŞ GÜNÜM

  1955 senesinde Allah’ın nasibi, rahmetli anamla, atamın vesilesi ile bu dünyaya teşrif etmişim. O zamanın şartlarında günü gününe kayda ge...